Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
1 ARALIK 2006 CUMA Il Trovatore’den Ali Baba’ya müzik YORUMLAR OSMAN ÇUTSAY C 7 Opera sahnelerinde 45 yıl... Hatice TUNCER İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin (İDOB) 20062007 sezonunda sahneye koyduğu “Ali Baba ve Kırk Haremiler Operası”nda “Ali Baba” rolünü konuk sanatçı olarak üstlenen tenor Erol Uras, sahnelerde 45 yılını dolduruyor. Sesinin gücünü 70 yaşına karşın kaybetmeyen sanatçı, figüran olarak başladığı operada dünyanın en ünlü eserlerinin kahramanlarını sesiyle yeniden yarattı. 45 yıllık başarı öyküsünün sırrı, opera sanatının gerektirdiği disiplini yaşam biçimi haline getirmekte yatıyor. İDOB’dan 5 yıl önce emekli olan deneyimli tenor, “aşırıya kaçmamak koşuluyla her şeyi yaşamayı, ama özenli olmayı” sanat yaşamında ilke edinmiş. Uras, söyleşimizin başlarında Wagner’in bir sözünü anımsatıyor: “Operayı güzel sanatlar topluluğu oluşturuyor. Mimari, resim, heykel, müzik, tiyatro, edebiyat, dans, her şey operada var. Bu yüzden opera dünyanın her yerinde son derece disiplinli bir sanattır. Bir sporcu gibi uykusuna, beslenmesine, gönül dinginliğine, ruh sağlığına özen göstermelidir. Yakın bir dostum evlendiğimizde eşim Yelda Uras’a ‘Siz bir kamu malıyla evlendiniz, biliyor musunuz’ demişti. Ne bir yılbaşı, ne bayram, hiçbir tatilimizi değerlendirip ailece seyahate gidemedik. Çünkü herhangi bir olumsuz koşulda hastalanabilirdim, sağlıklı olmak zorundaydım. Opera sanatçısı hazırlık ve temsil sırasında o kadar büyük efor sarf eder ki eve döndüğümde bir kilo kaybetmiş oluyorum. Bu nedenle Batı’da opera sanatçısı maden işçisiyle eşit oranda yıpranma zammı alır.” rı’nda eğitim gören Uras, sahnelere adımını,19611962 yılında yönetmen Aydın Gün’ün kurucusu olduğu İstanbul Operası’nda korist olarak atmış. Kendisini “Operanın mutfağında piştim” diye anlatan tenor, 1965 yılında Çaykovksi’nin Yevgeni Onyegin Operası’ndaki “Lenski”yle ilk başrolünü oynamış. Othello, Aida, Il Trovatore, Andre Chenier, Turandot, Carmen, Cavaleria Rusticana gibi operalarda başrolleri seslendiren Uras, yurtdışındaki gösterilerde övgüyle karşılandı: “Emekli olmama rağmen operadan hiç kopmadım. Hiçbir ücret almadan operaya seve seve katkıda bulundum. Bu bir aşk meselesi. Ali Baba ve Kırk Haramiler Operası, Selman Ada’nın gerçekten ustalıkla yazdığı, gerek melodi, gerek ritim bakımından her şeyiyle bizden olan bir eser. Bizim renklerimizi taşıyan Türk müziğinin ve Türk folklorunun izlerini taşıyan bir opera. Bu oyunda da seve seve görev aldım. Dönüşümlü oynadığımız arkadaşımız rahatsız olduğu için iyileşene kadar oyunu ben götürüyorum. Şu ana kadar 5 temsil yaptık, aralık ayında da 2 temsil yapacağım.” Ortak Suç, Ortak Ceza 5. KUŞAKLA AYNI SAHNEDE Erol Uras, operada konuk sanatçılığının yanı sıra İstanbul Teknik Üniversitesi Devlet Türk Musikisi Konservatuvarı’nda lisans düzeyinde ses eğitimi, sahne estetiği, mimik diksiyon, yüksek lisans programında ise şan metodolojisi, yani şan hocası yetiştirmek üzere dersler vererek bilgi ve deneyimlerini gençlere aktarıyor. Operada konuk eğitimci olarak görev yapan Uras, öğrencileriyle aynı sahneyi paylaşıyor: “Yaşla birlikte tabii ki vücudun bütün hücreleri gibi ses organında da kayıplar oluyor. Ama insan ne kadar di SAHNELERE İLK ADIM İstanbul Belediye Konservatuva siplinli çalışırsa kayıp o kadar az olur. Ses organı doğduğumuz anda doktorun ya da ebenin şaplağıyla ‘ınga’ diye başlar, son nefesimizi verdiğimiz hırıltıyla biter. İyi bakımın yanı sıra yaradılışın da elverişli olması lazımdır. Bu yüzden opera sanatçısı çok az yetişir, kıttır, değerlidir. Türk operasının ilk kuşak sanatçılarından Belkıs Aran’la da sahne paylaştım, ikinci kuşakla da. Kendimi Türk operasında ikinci kuşağın sonrası üçüncü kuşak diye sınıflandırıyorum. Benden sonra 4. ve 5. kuşaklarla sahneyi paylaşmaktan çok mutluyum. Operada şan dersi yaptığım, onlara bilgi ve birikimimi aktardığım yeni kuşak öğrencilerim var. Ali Baba’da birlikte oynadığımız ‘Nurcihan’ rolündeki soprano Seda Ortaç, ‘Bacaksız’ rolündeki tenor Çağrı Köktekin’le şan çalışıyoruz. İki yıl önce Il Trovatore’de ‘Manrico’yu dönüşümlü olarak oynadığım iki genç sanatçının yaşının toplamı neredeyse benim yaşıma eşitti.” onservatuvarda Batı müziği eğitiminin yanı sıra Türk müziği eğitimi de görmesi nedeniyle Erol Uras, konserler ve resitallerde klasik Türk müziği eserleri ve türküleri yorumladı. Halk müziğinin yenilikçi ustası Ruhi Su’nun çalışmalarını yakından izleyen Uras, türkülerin yanı sıra Münir Nurettin Selçuk, Selahattin Pınar gibi bestecilerin eserlerini yorumladı. “Tosca’dan Heybeli’ye”, “Tango Turco”, “Mevlana Oratoryosu”, “Yunus Emre İlahileri” gibi albümlerle opera dı K şındaki müziklere de ilgisiz kalmadı: “En zor opera aryalarının yanı sıra tango da söyledim, geleneksel Türk müziği eserlerini de. ‘Alaturka mı söylüyorsun, sana hiç yakıştıramadık’ diyen meslektaşlarım da oldu. Neden yakışmasın? Tabii ki bu eserleri operacı gibi değil, kendi stilinde söyleyeceksiniz. ‘Ruhi Su’dan sonra ne katabilirim’ diye düşündüm. Türk müziği söyleyen ilk operacılardan biriyim diyebilirim.” Berlin Devlet Operası’na 1980 yılında eğitim için gönderilen Erol Uras, dünyaca ünlü soprano Leyla Gencer’den opera yorumu, İtalyan maestro Ottavio Gallo’dan şan tekniği ve repertuvar dersleri almış. Bu yıl 90 yaşlarındaki maestro Gallo’yu ziyaret eden Uras, gerçekleştirdiği uzun söyleşiyi kitap olarak yayımlamayı düşünüyor: “Maestro Gallo, ‘Bir konservatuvara girin, 10 kişiden 5’i mezun olsa, bunlardan ancak biri star olabilir’ dedi. Yani dünya standartlarında çok iyi performans yapabilen, dayanıklı, güçlü sesi olan, uzun yıllar ve saatler boyu aryalar söyleyebilecek nitelikte sanatçı, belki 25 yılda bir ya da daha uzun yıllarda çıkar.” 1990’da Yunanistan’da Othello oyununda beğeniyle karşılanan Uras için Yunan gazetelerinde “Türk Othello, en sonunda Atinalıların kalbini fethetti”, “Anadolulu Othello’nun yorumu alkışlandı” gibi övgü dolu haber ve yazılar yayımlanmış: “Genç kuşak arkadaşlarıma ısrarla önerim şu: Sporcu gibi disiplinli yaşasınlar. Hiçbir şeyden eksik kalmasınlar, ama her şeyi ölçülü yapsınlar. Kendilerinden önce yapılan işler hakkında bilgi edinsinler. Bazı genç arkadaşlar kendilerini bir milat olarak düşünüyorlar. Oysa bu bir yapı. Herkes bir tuğla koyuyor. Benden önce yapılanları bilmeliyim ki benden sonrakilere bir şeyler verebilmeliyim. Gelecek kuşak operacılara ancak böyle iyi örnek olunabilir.” konomileri bu kadar iç içe iki ülke, Türkiye ve Almanya, birinde baş veren bir tersliği, kural dışılığı veya beklenmedik bir gelişmeyi, diğerine de yansıtmaz mı? Kuşkusuz yansıtır. Birebir değil tabii, ama yansıtır. Yani birinin herhangi bir sektöründe zatürree patlak verirse, diğeri en azından nezle olur. Herhalde olur. Fakat eski, dolayısıyla yerleşmiş ve çok kolay bir düşünce tarzını artık terk etmekte yarar vardır: Almanya gibi bir ekonomik devin, sırf bu nedenle, yani dev olduğu için, Türkiye ile ilişkilerinde de “sınırsız belirleyici” olduğu söylenemez. Yani Türkiye zatürree olursa Almanya en azından nezle olabilir ve bazen çok daha fazlası da mümkündür. Ancak Almanya zatürree olursa da Türkiye ölmez. Hatta tam tersine, bazı kaotik durumlarda Türkiye’nin çok daha dayanıklı çıkacağı bile ileri sürülebilir. Tüketim “refahı” ile gevşemiş Batı toplumları, çok daha kırılgandır. Bu, var. Ama bir başka şey daha var: Bu sözünü ettiğimiz ilişkiler ağının, ABDTürkiye ilişkilerine de aynen taşınacağı düşünülemez. ABD, gerçekten de askeri, mali ve biraz da siyasal gücü bir yana, Türkiye’nin reel ekonomisinde pek az söz sahibidir. Hatta finans sektörü dışında söz sahibi bile değildir. Bu nedenle “kısmi özürlü” sayılabilir. ABD, Türkiye’deki gelişmeleri birebir belirleyebilecek bir sistematik güce sahip değil. Ancak merkezi bir yapısı var. Bir başka ifadeyle, güçlerini Avrupa’ya göre çok daha rahat belli bir çatı altında toplayabiliyor ve bu “üniterlik”, onu Avrupa’dan daha etkili bir konuma itiyor. Durum, “Almanya Avrupası” için daha değişiktir. ??? Almanya Avrupası, isteyen Avrupa Almanyası veya AB olarak da anlayabilir, kısmen ulus ötesi bir güçler dengesi üzerinde yükselmektedir. Bir tür “Çok Ülkeli Şirket”. ÇÜŞ, yani. Fakat ABD’ye yakın bir güce, diyelim Türkiye üzerinde, yine de sahipse eğer, ki öyledir, bunu, merkezi bir siyasal irade eksikliğine rağmen reel ekonomideki yeri ve ağırlığına borçludur. O nedenle StuttgartİncirlikGuantanamo hattı çok önemlidir. O nedenle, örneğin Siemens’in, eğer Türkiye’nin sağındaki solundaki ülkelerde bir sürü rüşvet dağıtıp ihaleler alabilmişse, bunu Türkiye’de yapmaması için bir neden bulmak zordur. Yakında çıkar ortaya. ??? Trajik olan şey, yapılanların ve yaşananların toplum tarafından görülmek istenmemesidir. ABD’nin, yürürlükteki yasa ve temayülleri ayaklar altına alarak yapmak istediği bir şey, adam kaçırma, Stuttgart’ta planlanıyor ve Türkiye’de gerçekleştiriliyor. İncirlik üzerinden Türkiye’nin çok ağır E bir suça ortak edildiğini söylemek gerekir. Bunun hesabını, üzerindeki giysinin rengi ve kafasının içindeki ideoloji ne olursa olsun, Türk siyaset sınıfı zaten vermeyeceğinden emin. Çürüme o boyutlarda yani... Ama üniter bir şiddet kaynağı olarak ABD’nin, Türkiye’de hepimizi acımasızca kirleten bir şeyler sahnelerken, neden sürekli Almanya anahtarını devreye soktuğuna bir yanıt bulmamız gerekir. Neden doğrudan bir şey denemediğine... Bir yanıt... Birden çok yanıt olduğu kesin. Dolayısıyla, erken ve gerekirse sonradan rötuşlanacak bazı sonuçları hemen yazabiliriz: Amerikan gücünün sanıldığı kadar etkili olmadığı ortaya çıkmış bulunuyor. Latin Amerika’da neredeyse her gün atılan adımları, en son Ekvador da göz önünde tutulursa, engelleyemeyen, Irak’ta ise tam bir batağa saplanmış olan bir “süper güç”ün süperliğini, Türkiye üzerinde ne kadar ciddiye alabiliriz? Ancak Almanya Avrupası için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Bu oluşum veya kategorinin, Almanya Avruphası’nın, Türkiye için ABD’den çok daha önemli hatta kilit bir niteliğe sahip olduğunu doğrulayan bir sürecin içindeyiz. Bu güçler dengesi, Türkiye’nin reel ekonomisine girmiş binlerce damarın ürünüdür. Türk ekonomisi, Almanya’nın ağırlığını “yeniden ve yeniden üreten” bir kaynaktır. Bu tür kaynakların, Doğu AvrupaBalkanlarTürkiyeİran koridorunda kendisini “yeniden ve yeniden ürettiği” sadece dış ticaret rakamlarına bakarak da söylenebilir. Ondan çok daha fazla olduğu açık: Almanya Avrupası rakipsizdir. O zaman?... O zaman, şu: Türkiye, bütün bunlara rağmen, hâlâ kendisine her söyleneni yapan bir muz cumhuriyeti olamadı. Gerçi büyük ölçüde o noktaya yaklaşmış bulunuyor, hele yönetici sınıf tamamen muzlardan oluşuyor, ama bazı şeylere rahatça halkını ortak edeceğini ve bunun hesabını hiç vermeyeceğini düşünen cahil Osmanlı düşüklerini, bazı sürprizlerin bekleyeceğini tarihten çıkarabiliriz. Roma’nın mirasçısı bir ülkeyiz, bu topraklardan “muz cumhuriyeti” çıkarmak zordur. Çağdaş tek düşünce akımı “sosyalist aydınlanma”nın etkisi ve gücünü ondan alan aydın kaynağımız bu düşüşe izin vermez. O kadar kolay değil. Aydın damarı tümüyle esir alınamamış her ülke, muhteşem sürprizleri de içinde barındırır. Türkiye böyle bir bahçedir. Tarumar edilmiş, ama sıfırlanamamış... “Şerefsiz Osmanlı’ya Dönüş”ün satılık kadroları bunu göremiyor. Halk, şimdi sessiz ya, bol bol seviniyorlar. Sevinsinler bakalım... cutsay?gmx.net Livaneli’nin bestesi 3. oldu ROMA (AA) İtalyan devlet televizyonu Rai Uno tarafından yayımlanan “Zecchino d’Oro’’ (Altın Sikke) adlı şarkıcı çocuklar yarışmasında, Zülfü Livaneli’nin bestesi finalde üçüncü oldu. 10 parçanın yarıştığı final yarışmasında birinciliği, İtalyan çocuklardan Davide ve Matilde Angelelli’nin seslendirdikleri “Wolfango Amadeo’’ adlı parça aldı. Livaneli’nin bestelediği ve 10 yaşındaki Deniz Ünel’in seslendirdiği “Lo scrivero’ nel vento’’ (Rüzgâra yazacağım) adlı parça ise yarışmayı üçüncülükle noktaladı. Livaneli’nin “Ey Özgürlük’’ adlı parçasından esinlenerek bestelediği “Lo scrivero’ nel vento’’ adlı İtalyanca şarkının sözleri, bir İtalyan tarafından yazıldı. Şarkıda, “Gel arkadaş olalım / Bin seslerle koro kuralım / Sevgi dolu dünyada / Barış içinde yaşayalım’’ biçiminde Türkçe bir dörtlük de yer alıyor. Livaneli’nin bestelediği parça, yarışmanın üçüncü gününde, “İtalya’nın en beğendiği yabancı şarkı’’ ödülünü kazanmıştı. Şarkı Gümüş Ödül’e layık görülmüştü. apa 16’ncı Benedictus’un gelişi üzerine politikacıların ve gazetecilerle yorumcuların çeşitlemeleri sürüyor. Papa’nın resmi devlet çağrılısı sayılmasına karşın Türkiye’ye gelmek isteyişinin nedeni günlerce sonra kendi açıklamaları ile ortaya çıktı ve anlaşıldı ki asıl neden Hıristiyanlar arası ittifaka yeni bir boyut kazandırmak. Oysa bizim baştaki siyasetçiler ziyareti dinlerarası diyalog kapsamında algılamışlardı. Bu nedenle de iktidara yakın medya, bu başarıyı övme görevini yerine getirmeye çaba harcamıştı. Tek sıkıntı, Papa’nın Müslümanlığı yorumlarken yaptığı gaftan kaynaklanıyordu. Bu gafın yarattığı ortam, açıkça söyleyelim ki bizim Müslümanlığa ağırlık tanıyan yöneticilerimizin dizlerinin bağını çözüverdi. “Ne şiş yansın ne kebap” yaklaşımı devreye sokulup çözüm aranmaya başlanıldı. Çünkü Papa, dinsel liderliği bir yana uluslararası düzeyde devlet baş P GEÇMİŞTEN GELECEĞE ORHAN ERİNÇ Papalar da Değişiyor likleri pek öne çıkarılmamıştı. Papa 2’nci Jean Paul bir turist gibi Ayasofya’yı da ziyaret etmişti. Ankara’ya gelişinde uçaktan indikten sonra secdeye vararak Türkiye toprağı niyetine yeri öpmesi de güzel bir jest olarak nitelendirilmişti. Ziyaret günü o kez de Aziz Andrea yortusuna denk geldiği için Patrikhane’de o dönemin patriği ile birlikte ayin yönetmişti. Papaların gelişi çeşitli protestolara da neden olmuştu. Ama bugünkü gibi dinsel yön ağırlıklı değildi. Bu nedenle de yürütme erki temsilcileri Papa’nın yanında gözükmüş olmaktan oy kaygısı duymamışlardı. Laik medyanın Papa’ya eleştirisi ise Ayasofya’ya gitmesine karşın “iki adım ötedeki” Sultanahmet Camisi’ne gitmemesi ile sınırlı kalmıştı. kanı konumundaydı. Uluslararası protokol de bu nitelikteki bir ziyareti kurallara bağlamıştı. ??? Türkiye ilk kez bir papayı konuk etmiyor. 1967’de Papa 6’ncı Paul, 1979’da da Papa 2’nci Jean Paul Türkiye’yi ziyaret etmişlerdi. İlkinde Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, ikincisinde de Fahri S. Korutürk’tü. Başbakan ise ikisinde de Süleyman Demirel’di ve karşılamalarda cumhurbaşkanlarına eşlik etmişti. Papa’nın mihmandarlığını da Dışişleri bakanları İhsan Sabri Çağlayangil ile Hayrettin Erkmen üstlenmişlerdi. O dönemlerdeki laiklik anlayışından olsa gerek, papaların dinsel kim oerinc?cumhuriyet.com.tr ??? Bugünse durum pek öyle değil. Papa’nın programına Anıtkabir ziyareti ile Sultanahmet Camisi gezisi de eklenmiş durumda. Ama siyasetin Dışişleri Bakanlığı’nı etkilemesinin somut sonuçları gün gibi ortada. Zira Papa’nın kural olarak kimlerle yemek yiyebileceğini bilmeyen bir dışişleri bakanlığının olduğu görüntüsü iktidarın siyaseti bastırmasaydı verilmezdi. ??? Ziyaret, dinlerarası diyalog ve ittifak söylencesinin de test edilmesi olanağını sağlayacak. Museviliği kapsamayan bir çalışmanın bu niteleme ile gündeme getirilmesi bir yana, Papa 16’ncı Benedictus’un öncelikle Hıristiyanlık içindeki diyalog ve ittifaka önem veriyor olması göz ardı edilmemeli. Ilımlılığı sadece Papa’dan beklememek gerekiyor. Çünkü papaların da değiştiği anlaşılıyor. Tıpkı bizim iktidarların anlayışı gibi... Arp sanatçısı Sevin Berk yaşamını yitirdi Kültür Servisi Arp sanatçısı Sevin Berk (İzmir1941), iki yıldır savaştığı kansere yenik düştü. 1960’ta Ankara Devlet Konservatuvarı’ndan mezun olan Sevin Berk, Avrupa ve Amerika’da orkestralara solistlik yapmış, solo konserler vermiş, 1986’da Rio de Janerio’da Lorin Maazel yönetimindeki Dünya Senfoni Orkestrası’na da davet edilmişti. Ayrıca Mimar Sinan Üniversitesi Konservatuvarı’nda uzun yıllar hocalık yapan Berk, birçok arp sanatçısını yetiştirmişti. Berk, AKM Büyük Salon’da düzenlenen törenden sonra Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedildi.