25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

2 EVET/ HAYIR C Mutluluk ve Erdem... olaylar ve görüşler 1 ARALIK 2006 CUMA Atatürk’e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği ostum ve siyaset arkadaşım Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, Atatürk’e yapılan saldırılara verdiği yanıtları topladığı ve 1995 yılında yayımlanan kitabına Atatürk’e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği adını vermişti. Kışlalı eğer yaşasaydı son haftalarda Doç. Cemil Koçak ve Prof. Atilla Yayla’nın çıkışlarına acaba ne derdi... Anısına saygı göstererek bu yazımıza Prof. Kışlalı’nın kitabının başlığını aldık. Önce Atilla Yayla üzerinde duralım; Türk Demokrasi Vakfı’nda, Dış Politika Enstitüsü’nde görev almış, Liberal Düşünce Topluluğu Derneği’nin Yönetim Kurulu Başkanı. Hikmet Çetinkaya, Politika Günlüğü köşesinde Prof. Yayla’yı okuyucuya tanıttı: “Hocaefendi liberaldir, ama Fethullahçılarla, din pazarlamacılarıyla arası çok iyi olan, özgürlükleri savunan, hukukun egemenliğinden söz eden bir düşünce(!) adamıdır...” (Cumhuriyet 21.11.2006). Bu tanıtım Fethullahçıların yanında yer alan Atilla Yayla’nın ne nitelikte bir liberal olduğunu açıklamaya yeterlidir. Yayla siyasal İslama yakın; 1992’de Liberal Bakışlar adlı, ayrıca 1996 yılında Refah Partisi Üzerine isimli kitaplara imza atmış bulunuyor. Atatürk için “bu adam” diye söz eden Yayla, AKP Gençlik Kolları’nın İzmir’de düzenlediği toplantıda kendini tutamayıp “Kemalizm ilerlemeye değil, gerilemeye tekabül eder” diyerek kafasındaki düşünce sistemini açıklamıştır. Atilla Yayla; Zaman gazetesinde kendisini savunan bir yazı yazdı (21.11.2006). Bu yazısında Yayla, liberal düşüncenin ilkelerini sayıyor, sonra da Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihini 1925 1945 arası ve 1950 sonrası olarak iki döneme ayırıyor ve bu iki dönemin birbirinin tersi/panzehiri olduğunu belirtiyor. Bir akademisyenin bir teorik anlatım çerçevesinde böylesine bir ayrım yapması doğal olabilir. Ancak, şöyle bir yargıya varıyor Yayla; “Tek parti döneminin bu teorik çerçeve açısından başarılı sayılamayacağını, medeniyetin birçok temel değer ve konumlarının bu dönemde bulunmadığını, bu yüzden Kemalizmin medenileştirici bir süreç olarak görülemeyeceğini” belirtiyor. İşte kendisinin anlatımıyla bile, Yayla’nın konulara ne derece kısır açılardan baktığı, liberal düşüncenin tarihsel köklerine inemediği ve anlayamadığını göstermektedir. PENCERE AKP Hükümetinin Sözcüsü Bozuk... Hem AKP Hükümeti Sözcüsü.. “Türkiye laiktir, laik kalacak” diye slogan atanlar için demiş ki: “ Bunlar siyasi maganda!..” Peki, ne diyecekti?.. Şöyle mi konuşacaktı: Elbette!.. Türkiye laiktir ve laik kalacaktır!.. Hem laiklik yanlıları magandaysa Cemil Çiçek ne oluyor?.. Mürteci mi?.. Laiklik yanlılarına “maganda” diye saldıran AKP Hükümeti’nin Sözcüsü Sayın Bakan irticadan yana sayılmaz mı!.. ? Çiçek bu kadarla da kalmamış, CHP ile MHP arasındaki yakınlaşma söylentilerine de bozulmuş... Hükümet sözcüsünün yorumu ne: “ Dün birbirlerinin gırtlağına sarılan CHP ile MHP’ye koalisyon yaptırmaya uğraşıyorlar...” Çiçek çok tedirgin bu işten... ? MHP dün “Allahsız komünizm”e düşmandı; varsa yoksa Sovyetler Birliği ile uğraşıyordu; Orta Asya’daki “Esir Türkler”in kurtuluşu için savaşım veriyordu... Sovyetler yıkıldı... Orta Asya Türkleri kurtuldu... Peki, geriye ne kaldı?.. Çok şey kaldı!.. ? Vaktiyle başta Amerika olmak üzere Batı bloku Türkiye’yi Sovyetler’e karşı bir “İleri Karakol” gibi kullanıyordu; çıkacak bir dünya savaşında ilk hedef Anadolu olacaktı... Artık Sovyetler yok, komünizm yıkıldı, Orta Asya’daki Türk devletleri bağımsızlıklarına kavuştular... MHP hedeflerine ulaştı... Ama, Türkiye’nin de Batılının gözünde işlevi sona erdi ve bütünlüğünün anlamı kalmadı... Meğer Sovyetler gibi bir “düşman”ın varlığı, ülkemizin bütünlüğünü koruyan bir sigorta fonksiyonu görüyormuş... ? Bir hafta önce MHP’nin 8’inci Olağan Kongresi yapıldı; partiye yakınlığıyla tanınan gazetelerdeki manşetler neydi?.. “ Devlet Bahçeli MHP’nin yeni rotasını çizdi...” Neden?.. Çünkü eski rota tarihe gömülmüştü... Yeni rota nasıl olacaktı?.. Rotayı Devlet Bahçeli’den çok Tarih Baba çizmektedir... Çünkü savaş burnumuzun dibinde... Terör içimizde... Türklüğü bir yana itip dinciliği benimseyen iktidar başımızda... Emperyalizm tepemizde... MHP’nin işlevi ya da görevi bu kapsamda ne olabilir ki?.. ? Cemil Çiçek AKP Hükümeti adına konuşuyor, hem laikliği şiar edinenlere bozuluyor, hem de MHP’ye... Bu işte bir iş var... Bir süredir “Ulusal Cephe” diye bir marifetten söz ediliyordu; sakın bu amaca doğru bir hareket olmasın!.. Olursa, Cemil Çiçek gibiler için yandı gülüm keten helva... Amerika’nın Türkiye için düşündüğü ‘Ilımlı İslam Devleti Modeli’ suya düştü mü olacakları bir düşünün!.. OKTAY AKBAL D Dr. Alev COŞKUN taçağdaki gelişmeler arkasından insanlığın bilim ve felsefeye yeniden göz açışı, aklın karanlığın önüne dikilişi, sanatın da bu ilerlemelere paralel olarak gelişmesi, devrimler çağının başlaması... Bunlar kolay mı oldu? Ortaçağda siyasal erkle dinsel erkin hesaplaşması bilinmeden doğru yargılara varılabilir mi? Avrupa’da 100 yıl süren din savaşları bilinmeden liberal düşünce anlaşılabilir mi? Bu büyük mücadelenin sonunda, Papalık ve kilisenin gücünün ellerinden alınması, din devlet işlerinin birbirinden ayrılması... Yine aynı süreçte, dinselliğe ve ailesoy egemenliğine dayalı krallıklar yerine, bireyin egemenliğinin öne çıkmaya başlaması, es geçilebilir mi? Dünyanın, evrenin merkezi olmadığının, güneş ve çevresinde dönen sıradan bir gezegen olduğunun anlaşılmasıyla, Papa ve kralların da herkes gibi sıradan insanlar olduğunun düşünülmeye başlanması yadsınabilir mi? Liberalizm, devlet, toplum ve birey arasındaki ilişkilerde önceliğin bireyin hak ve özgürlüklerinde olması gerektiğini savunan iktisadi ve siyasal düşünce akımıdır. Liberalizm, Avrupa’da kentsoylular sınıfının mutlakiyetçi devlet düzenlerine ve teolojik dünya görüşüne karşı verdiği büyük savaşımın içinde biçimlenen dünya görüşünün bir parçası olarak doğdu. Anayasa sistemi, hukukun üstünlüğü, güçler ayrılığı, yürütmenin ve idarenin anayasa ve hukuka bağlılığı, yargı bağımsızlığı gibi güvenceler temel ilkelerdir. Bu temel ilkelerin, gerçekleşmesi için de devlet yönetiminde laiklik ilkesinin kesin olarak yer alması gerekir. Laiklik ilkesi olmadan liberal düşünce sistemi kurulabilir mi? Bu bizi Aydınlanma hareketine ve devrimine götürür. Aydınlanmanın temel ilkesi de, devlet ya da toplumun teokratik ve dinsel oluşumun dışında olmasında yatar. Aydınlanma 17. ve 18. yy.’da us, doğa ve insan kavramlarının bir sisteme ulaşmasıyla ortaya çıkan ve Avrupa’da sanat, felsefe ve siyaset alanlarında devrimci gelişmelere yol açan düşünce akımıdır. Avrupa’da dini (Hıristiyanlığı) tekeline alıp Tanrı ile insan arasına girerek her iki dünyanın yöneticiliğini üstlenmeye kalkışan kilise oligarşisine karşı yapılan büyük mücadele sonunda, Aydınlanma aşamasına ulaşılmıştır. Liberal düşünce sistemini bilen bir akademisyenin bütün bunları bilmesi gerekir. Bunları bilip özümseyen bir bilim adamı da Atatürk’ün yaptıklarını anlar, ona karşı çıkmak şöyle dursun, ona saygı duyar. Atatürk işte Yayla’nın işaret ettiği o tek parti döneminde, Avrupa’nın 400 yılda kan dökerek elde ettiği Aydınlanma ürünlerini, İslam coğrafyasında kan dökmeden uygulayan büyük devrimcidir. Onun sonunda, Türkiye’de devlet, hukuk, eğitim ve kültürün laikleşmesi gerçekleştirilmiştir. Şeriat hukukundan çağdaş insan haklarına dayalı hukuk sistemine, HalifePadişah otoritesinin egemen olduğu din devletinden Cumhuriyet’e, dinsel eksende medrese, mahalle mekteplerinin egemen olduğu eğitim sisteminden çağdaş laik eğitime geçilmiştir. İlhan Selçuk’un yazılarında özetlediği gibi Atatürk’ün Aydınlanma devrimleri: Aklın inançtan, bilimin dinden bağımsızlığı demektir. Kemalizm, Aydınlanma devriminin Türkçesidir. Aklı devreye sokan, eleştiriyi ve sorgulamayı temel yasaya dönüştüren uygarlık devrimini, Türkiye, Atatürk ve Atatürkçülükle tanıdı... Atatürk devrimleri, ümmetten ulusa, kulluktan vatandaşlığa geçiştir. Bunun anlamı “evrensel liberal düşüncenin” Ortadoğu coğrafyasında ilk kez yer alması demektir. Atilla Yayla, madem liberal düşünceyi savunuyor, bunları neden anlamıyor, ya da tersyüz ediyor. Bireyin kulluktan vatandaşlığa geçişi kendiliğinden gerçekleşebilir mi? Onu da Emin Çölaşan köşesinde, Prof. Yayla ile yaptığı tartışmayı anlatırken yazdı. Aynen aktarıyorum: “Kendisine bir soru daha sordum: Siz Liberal Düşünce Topluluğu isimli bir kuruluşun başındasınız. AB sizin topluluğunuza paralar veriyor. Bugüne kadar AB’den toplam kaç para aldınız? Bu sorunun sorulması bile çirkindir. Biz yasal bir kuruluşuz. Cevabını devlete sorun, öğrenin. Her şeyimiz yasaldır. Ben size soruyorum. Gizleyecek bir şey yok ki! AB size para veriyor, siz Türkiye’de AB adına konuşup onların sözcülüğünü yapıyorsunuz. Epey üsteledikten sonra Atilla Yayla rakamı açıkladı: İki adet ifade özgürlüğü projesi için AB’den (400 artı 50) 450 bin Euro aldık (Yaklaşık 900 milyar TL). Ne var bunda!” (Hürriyet 22.11.2006) Yani 1 trilyon TL’ye yakın bir para!.. Söyleyecek başka bir şey yok... Sabancı Üniversitesi’nde yakın tarih dersleri veren Doç. Dr. Cemil Koçak’a yanıt vermeyi gerekli bulmuyorum. Çünkü Orhan Bursalı, Cumhuriyet’teki köşesinde Koçak’a bilimsel yanıtlarını verdi (Cumhuriyet 19 21 ve 23 Kasım 2006). Atatürk, inanılması güç bir Aydınlanma devrimini, İslam ve Ortadoğu coğrafyasında ilk kez başarmıştır. Onun için, 1923 Devrimi, 1789 Fransız ve 1917 Rusya devrimleri kadar önemlidir. Yayla’lar, Koçak’lar ne derse desin, bunu bütün dünya biliyor... “Mutluluk, Avrupa’da yeni bir kavramdır.” Fransız Devrimi’nin ünlü kişilerinden Saint Just böyle demiş... Mutluluk her şeyden önce bir ruh halidir. Doygun olmak, her şeyden önce gelir. Karnının doyması, çoluk çocuğunun güvenliğe kavuşması, ‘yarın’ korkusunun kalkması, kendini başkalarıyla eşit görebilmek duygusu, özgür birey olmanın coşkusu... Mutlu bir toplumda oluşur, gerçekleşir insanların mutluluğu!.. 1789 Devrimi’nden önce mutlu insanlar yok muydu? Krallar ve adamları, büyük toprak sahipleri, günden güne zenginleşen soylular, din adamlarından sonra üçüncü güç olarak ortaya çıkan burjuvalar, yani kentsoylular!.. Soylular doğuştan mutlu bir yaşama kavuşurlar, ölene dek ‘mutlu’ yaşarlardı. Din adamları da ‘kendilerine özgü’ bir mutluluğu tadarlardı. Kentsoylular ise mutluluk çizgisine büyük çabalarla ulaştılar. Bir mutlu olmayan kesim, ki en geniş, en yaygın kesimdi bu; halk!.. ??? Fransız Devrimi mutluluğu herkese paylaştırmak amacını taşıyordu. Ama herkese dağıttın mı güçlülerin, kendilerini her türlü nimete layık görenlerin payı azalıyordu. 1789’u izleyen savaşımlar, uğraşlar hep bu amaca yönelikti. Denecek ki, Fransız Devrimi binlerce insanın canına kıydı. Giyotinler sürekli işledi. İç çarpışmalar, önde gelen kişilerin birbirlerini ölüme göndermeleri, acımasız tutumlar!.. Nerde mutluluk, diye sorulabilir. Ama hiç unutmamalı ki, insan topluluklarını mutlu kılabilmek kolay değildir. Mutluluk, Fransız halkı için olduğu kadar bütün Avrupa, belki bütün dünya için, yeni bir düşünceydi, daha önce bilinmeyen, tadılmayan bir kavramdı, bir güzellikti. Niyet, özlem, böyleydi ama o amaca varmanın yolu çok kanlı, çok çetin oldu. Nitekim birkaç yıl sonra karşıdevrim patlak verdi. Fransız Devrimi’nin “aşağı tabaka” diye anılan “çulsuzlar”a sağladığı olanaklar ortadan kaldırıldı. Mutluluk, yine belli toplum katlarının, daha doğrusu üstün katların doğal hakkı oldu. ??? Şu günlerde Fransa Devrimi konusunda kitaplar okudum. Eskimeyen bir konu bu. Albert Soboul’un “Fransız Devrimi Tarihi” bu “mutluluk arayışı”nı açık açık belirtmiş. Saint Just’ün “Mutluluk, Avrupa için bir yeni kavramdır, yeni bir düşüncedir” sözü bambaşka bir anlam kazanmaktaydı. Saint Just bu genel mutluluğu sağlamanın yolunu devrim ilkelerini zorla savunmakta görüyordu: “Yasalar devrimci bir içeriktedir, ama o yasaları uygulayanlar devrimci değiller. Adaletle yönetilemeyince, bu işi silahla yapmak gerekir. Devrimci yasaları yürürlüğe koymak hükümetin devrimci olmasına bağlıdır.” Yine Saint Just şöyle diyordu: “Eski politikanın istediği, devlet varlığının tek tek insanlara gitmesiydi. Yeni politikanın istediği ise tekler mutluluğunun devlete gitmesidir.” ??? Fransız Devrimi mutluluğu bütün bireylere yaymak istedi. Robespierre’in dilinden düşmeyen sözcük “erdem”di. Saint Just’ünki ise “mutluluk”... Oysa bütün bu dilekler bir özlem olarak kaldı. Üstelik devrimcileri de mutlu kılamadı! Robespierre’ler, Danton’lar, Saint Just’ler giyotinde can verdiler. Ama eylemleri değilse de, sözleri, özlemleri iki yüz yıldır canlılığını sürdürüyor. Saint Just’ün şu sözü en başta: “Mutsuz bir halk yurdunu sevmez, hiçbir şeyi sevmez. Bir cumhuriyet kurmak istiyorsanız, önce halkı kemirip bozan güvensizlik ve yoksulluktan kurtarmaya bakın.” C emil Çiçek hem Adalet Bakanı.. LIBERAL DÜŞÜNCE Liberal düşünce gökten zembille mi indi? İnsanlık tarihinin binlerce yıllık gelişim savaşımının bir sonucu olduğunu bilmiyor mu? Liberal düşüncenin Aydınlanma hareketinin hem tetikleyicisi, hem de doğal sonucu olduğunu bilmiyor mu? İnsanlığın yerleşik tarıma geçişi ve kentlerin doğuşu, kent devlet uygarlığının gelişimi, dinlerin ağır bastığı ve egemen olduğu ilkçağ ve or OTOBÜSTEKİLER KEMAL URGENÇ kurgenc?yahoo.com Vatansız Rönesansçılar S on günlerde birkaç üniversite görevlisi, Atatürk’e karşı saldırı başlattı. Yoksa bir yerlerde, başka düğmelere mi basıldı? Bilemiyorum. Tam 30 yıldır tarih disiplini içindeyim. Asya Hunları’ndan Osmanlı’ya. Üç bin yıllık Türk tarihini özümsedim. Avrupa tarihini de. Atatürk’ü 20. tarih yılımda tanıdım. Uzun, zor ama en sağlam biçimde. Son söyleyeceğimi başta diyecek olursam; Atatürk, Türkiye’de yaşamanın gerçeğidir. Aykırı düşünenleri küçümsemiyorum. Bir yerlerden beslenenleri saymıyorum. Kimin arabasına binerse, onun türküsünü söyleyenleri de. En masum karşı çıkışın kökeninde, bilgisizlik yatıyor. Geçen yılları gruplarsak: 1930’lar Atatürk ile yaşanan yıllar, 1940’lar Atatürk ile yarışılan yıllar, 1950’ler Atatürk’e aykırı yıllar, 1960’lar Atatürk’ün unutulduğu yıllar, 1970’ler Atatürk’ün kullanıldığı yıllar, 1980’ler Atatürk’ün yıpratıldığı yıllar, 1990’lar Atatürk’ün anımsandığı yıllar. 2000’ler Atatürk’ün arandığı yıllar. Eski bir söz, “Bu kadar cahillik, ancak bilgiyle olur” der. Doğrudur. Hiç bilmiyor olsa, yerine tam bilen gelirdi. Ama, yarım doktor candan, yarım imam dinden ediyor. Bugün Atatürk’ün; savunmaya, övgüye, alkışa gereksinimi yok. Yunus Prof. Dr. Mahir AYDIN Emre’nin deyişiyle uçmaka gitti. 57 yıllık yaşamını, Türk ulusuna adadı. Esinlendiği Fransız Devrimi’ni bile aştı. Onlar cumhuriyeti, 167 yılda, 5. denemede oturttu. Atatürk, arasızaracısız, doğrudan ve hemen. Tanzimat yıllarında İngiliz elçisi sadrazamın konağında kalır. Sabah pencereden bakar ki, kardan her yer bembeyaz. İstanbul’da yenidir. İlgiyle sorar: Nasıl temizleyeceksiniz? Sadrazam rahattır: Bize iş düşmez. Elçi şaşırır: Nasıl yani? Yanıt: Bizim bir Lodos Paşamız var. Birazdan gelir, her yeri temizler ve gider. Tarih, bedeli en ağır bilim dalı. Kulak verene, en büyük yardımcı. Kayıtsız kalana, en acımasız. Başa döndürür. Kimse ne Atatürk olmayı beklesin ne de bir Atatürk’ün daha gelmesini. En az Atatürk’e saldıranlar kadar sorumlu onun ilkelerini, söylemden eyleme geçirmeyenler. Doğa boşluk kabul etmiyor. Atatürk en büyük darbeyi, abartılmaktan yedi. Oysa: Gerçeği söylemekten çekinmeyin diyordu. Atatürk gerçeğini burada anlatmama olanak yok. Ama ona saldıranları bilgili olarak dinleyince, söze de gerek yok. Az bilen çok konuşunca, aklının ucu İstanbul Üniversitesi çabuk görünüyor. İki saldıran ile ilgili, birer örnekle bitiriyorum: Birincisi: Milli Mücadele yıllarının gazetelerine bakıyorsunuz. İstanbul’da işgal altında çıkan gazeteler Mustafa Kemal’i alkışlıyor, Anadolu hareketini destekliyor, diyor. Gerçekten mi? Peki Mustafa Kemal neden 1919’da ayrıldığı İstanbul’a 1927’de geldi? 8 yıllık küskünlüğün gerekçesi neydi ki? Kurtuluş Savaşı kazanılmış, Lozan imzalanmış. Tan gazetesinin şu yorumuna ne dersiniz? Doğu Barışı’nın kurulması 8 ayda gerçekleşebildi... Barış ancak 24 Temmuz’da imzalanabiliyor. Gerçi görüşmeler pek uzun sürdüyse de, madem ki sonuçsuz kalmadı, o halde bu uzunluk bağışlanabilir. Dört mevsimi birden kucaklamış olan konferans, “meyve mevsimi”nde sona ermek gibi bir özellik taşıyor. İkincisi: Atatürk için söylenen “Türkiye’yi ortaçağ karanlığından kurtardı” görüşü ile ilgili. Ortaçağ tarihi İslam dünyasını değil, Avrupa’yı ilgilendirir, diyor. Doğru söylüyor, yanlış sonuca varıyor. Karanlık, Avrupa için ortaçağdaydı. İslam dünyası aydınlıktı. Ama bilim ışığı, Fatih’ten sonra söndü. Hıristiyan dünyası Aydınlan ma dönemine geçerken, İslam dünyası karanlığa gömülmeye başladı. Bugün bile o karanlıktan çıkabilmiş değil. Batı, dinsel sorunlarını 500 yılda özümsedi ve aştı. Türkiye’de öyle mi? Halifeliğin kaldırılışının üzerinden 100 yıl bile geçmedi. Üstelik Türkçe bilmeyen hanedan torunları, Dolmabahçe Sarayı’nda arzı endam ediyor. Elmalarla armutları toplamayalım. Batı’nın ödediği bedelleri anlamadan, sonuçlarına teşne olmak, paranoyadır. Ve bir ihanettir. Gerçekleri göz ardı edilen tarih bilimine. Bedeller ödeyen Avrupa’ya. Çökerek kanıtlayan Osmanlı’ya. Değeri anlaşılamayan Atatürk’e. Yakın tarihimizde var mı? Devrim olsun diye değil. Gerçek görüşünü bildiren, bir Voltaire, Rousseau, Diderot. Kutsal kitabı ulusal dile çeviren bir Luther. Bilimsel destek veren Kopernik, Kepler, Galileo, Newton. Farklı mezhepten vatandaşını Bartholomeus Gecesi’nde, Tanrı aşkına kitleler halinde öldüren. Yüzyıllar önce şehit kavramı, din için can verendi. Bugün Türkiye için, ülkemiz uğruna. Avrupalı, 500 yıl öncesinde ülke çıkarını korumak için ulusallığa geçti. Her şeyi bu ölçekte tarttı. Tartamayan, boşlukta dolaşanlar için de, bugüne mesaj gönderdi: Vatansız Rönesansçılar. CUMHURİYET 02 CMYK
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear