Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
1 ARALIK 2006 CUMA kitap V A S I Z P E R T A V S I Z P E R KULE CANBAZI SUNAY AKIN C OBINSON’UN PAPAĞANI Robinson ve Defne Adası Enis BATUR Sanat ya ölmüştür... ezzo kanalını dinliyorduk, yazar arkadaşım bana dönüp sordu: "Klâsik Müzik neden bitti?" Bir an şaşkınlığımı yenemedim: Yaşamının üçte birini Batı Avrupa başkentlerinde geçirmiş, müzik dinlemeye gündelik yaşamında yeraçmış birinden gelmeseydi soru o denli tökezlemezdim. Karşımda Debussy’yi, Mahler’i, Bartok’u, Ravel’i tanıyan biri vardı demek ki soru bugünü esas alıyordu. 1945 sonrası bestecilerinin yapıtları, özellikle bizimki gibi ülkelerde, müzik çevrelerinin dışında bilinmiyor, tanınmıyor. Stockhausen, Messiaen, Boulez ve benzeri birkaç bestecinin adına âşina olanlara rastlayabilir, M söylenebilir burada. "Klâsik Müzik neden bitti?" sorusunu yönelten yazar arkadaşımı biraz kurcalayacak olsam, aslında bir soru cümlesi sayılmayacak o "kanaat"ını sanırım Resim sanatından ya da Tiyatro’dan da esirgemeyecekti. Görebildiğim kadarıyla, bu alanlarda yalnızca içeriden ilgili olanlar bilgiliyse bilgili; böyle söylüyorum, çünkü içeridekiler genellikle bilgisiz, çünkü ilgisiz. Yazar arkadaşım, 1945 sonrası yazınıyla ne ölçüde tanışıyor bilmiyorum. İyi, güçlü yapıtlar vermek için bu bağlamda takipçi olunması gerekmediğini ikidebir ileri sürüyorum ya, açıkçası, bir ülkenin bütün yazarları gününün yayın ürünlerine uzak kalırsa, oradan ne çıkar, kestiremiyorum. * 1945 sonrası dediğimizde, kısa bir zaman diliminden sözetmiyoruz bugün: Şimdiki zamanımızın çehresini belirleyen en önemli dönem bu. Altmış yıl boyunca, yeryüzünün farklı bölgelerinde üretilen kültürün bir boyutuyla içiçe yaşamış, bir boyutundan bütünüyle uzak kalmış bir toplumsa bizimkisi, sonuçları gözden geçirmek gerekebilir. ÜRK İNSANI YOĞUN ALIŞVERİŞE SOKULDU Türk insanı, 194580 arası belli bir gecikmeyle, 1980’den günümüze günügününe, şu kültürel alanlarla yoğun alışverişe sokuldu: İspanyol paçadan mini eteğe, bikiniye, Versace’den Marks and Spencer’a giyimkuşam alanı; hamburgerden pizzaya, viskiden suşiye yemeiçme alanı; Frank Sinatra’dan Rolling Stones’a, Metallica’dan Madonna’ya kulak terbiyesi; Dallas’tan, Kaçak’tan Seinfeld’e, Star Wars’a bakma ufku genişledi. Oscar ödül töreni, Güney Amerika maçları, NBA karşılaşmaları naklen yayımlanıyor burada. Bütün bunların gerçekleşmiş olmasını doğal bulan, globalizmi evrensel sorun sayan ortalama idrakli kanaat önderlerimiz, konu daha üst düzeyde kültürel ürünlere T Matisse son dönemin Philip Glass ya da Arvo Part gibi daha popüler bir çizgiden gelen bestecilerinin yapıtlarından sözedenlerle karşılaşabilirsiniz şüphesiz; ama, ülke çapında toplayabileceğiniz bütün ilgililerle CRR salonunu doldurabileceğinizi sanmam. 1945 sonrasının Kurtag, Ligeti, Berio gibi Batıda görece yaygınlık kazanmış ustalarına da, sonraki kuşaklardan öne çıkmış daha genç yaratıcılara da, olsa olsa bir avuç müzikseverin sokulabildiği kolaylıkla geldiğinde tırnaklarını çıkarıyor, basmakalıp suçlama sıfatlarını peşpeşe dizmeye koyuluyorlar: Ne halkından kopuk entelektüelliğinizi bırakıyorlar, ne de züppe seçkinciliğinizi. Tanımadıkları, tanışmadıkları, önlerine çıktığında kavrayamadıkları her neyse (bu bir sanat yapıtı da olabilir çünkü, bir düşünce de), iki türden tepkileri hazır: Bu, ya "bize göre" bir şey zaten değildir, ya da "öteki"lerin "anlamadıkları halde yücelttikleri", aslında caka satmak için kullandıkları bir şeydir. Ortalama idrakli kanaat sahibi, dünyanın her yerinde, kendisini aşan bir çıta yüksekliğini kabul etmemeyi, ona kin kusmayı, bu çerçevede terör estirmeyi tek stratejisi sayıyor, bunu belirtmeli hemen. Hele ki, kanaat sahibi bir de söz sahibiyse, onay vermediği bir görüşe, yaklaşıma, ürüne ilgi duyulmasını bağışlaması ondan beklenmemeli. Gelgelelim, söz konusu yazar arkadaşım böyle biri değil kesinkes. "Klâsik Müziğin bittiği doğru değil" dediğinizde sizi dinlemeye, söylediklerinizle ikna olmaya, sorun kendisindeyse bunu kabullenmeye hazır değilse bile yatkın bir insan. Gene de, sorunun kendisinden kaynaklandığı görüşünden çok, karşısındakinin kendisiyle aynı görüşte olmasını duymak istediği kanısındayım, bakın neden: 1945 sonrası müziğine bir biçimde kapalı kalmışsanız, sorundan sıyrılmanın en kestirme ve sağlıklı yolu şu türden bir cümle kurmaktır: "Ben, 1945 sonrası müziğiyle ilişkiye giremedim". Bana kalırsa, bu cümle yüzünden kimsenin kimseyi yargılamaya, eleştirmeye, hor ya da küçük görmeye hakkı olamaz. Sorunsa, sorun kurduğunuz cümledeki açık ya da örtük anlam ya da imâ vurgusuyla faturayı 1945 sonrası müziğine kesmenizden doğar. ÖLDÜ” İngiltere’nin York kentinde tanınmış bir aile olan Robinsonlar’ın kızı, Almanya’nın Bremen kentinden gelen Kreutznaer soyadlı bir yabancı ile evlenir. Çiftin üçüncü çocuklarına annesinin ve babasının soyadlarından oluşan “Robinson Kreutznaer” adı verilir. Ancak babanın Almanca olan soyadı İngilizcede “Crusoe” diye okunur. Böylelikle, bütün ıssız ada kahramanlarının kralı sayılan Robinson Crusoe doğmuş olur. TEMCİT PILAVI Daniel Defoe her ne kadar ünlü kahramanın doğuşunu kitabın ilk sayfalarında yukardaki gibi anlatsa da, okurun önüne bir temcit pilavı koyduğunu çok iyi bilir. Çünkü, ıssız bir adada tek başına yaşamak zorunda kalan bir insanın öyküsü, o dönemde en çok işlenen konuların başında gelir. Ama ne Defoe’dan önce, ne de sonra yayımlanan bu tür roman kahramanlarından hiçbiri Robinson Crusoe kadar ünlenemez. Defoe’nun elli dokuz yaşındayken yarattığı ünlü kahramanın, “Cinque Porte” adlı geminin mürettebatından Alexander Selcraig olduğu söylenir. 1703 yılında, İngiltere’den Atlas Okyanusu’na açılan geminin kaptanı Charles Pickering, Brezilya’da ölünce, onun yerine geçen Thomas Stradling ile Selcraig sürekli olarak kavga ederler. 1704 yılının eylül ayında, Stradling’den kendisini Şili açıklarındaki Juan Fernandez adasına bırakmasını isteyen Selcraig, “Duke” adlı gemi tarafından 1709 yılının şubat ayında kurtarılana kadar bu ıssız adada kalır. Alexander Selcraig, ülkesine dönerken, ıssız adada yaşadığı olayları geminin kaptanı Woodes Rogers ve gemide görevli subaylardan Edward Looke’a anlatır. Bu iki denizcinin, anlatılanlardan etkilenip birer kitap yazmalarının ardından, dönemin ünlü yazarlarından Richard Steele de bir denemesinde Selcraig’in öyküsüne yer verir. Daniel Defoe’nun, 1719’da, Robinson Crusoe’yu yayımlamasından yedi yıl önce okura sunulan “Güney Denizleri ile Dünya Çevresinde Bir Yolculuk” adlı kitapta da Selcraig’in başından geçenler anlatılır. Bu kitabın yazarını, kitabını okumamış olsak da yakından tanırız: Kaptan Cook!.. Robinson Crusoe ilk kez okur la buluştuğunda dokuz yaşında bir çocuk olan Jean Jacques Rousseau, Defoe’nun romanını uygarlığın yeniden üretilmesi ve doğanın yeniden altedilmesinin bir başarısı olarak görür. Defoe’nun roman kahramanı, gemisinin batması sonucu yüzerek ulaşır adaya. Orada da barış içinde yaşamaya başlar. Öyle ki insan öldürmek için üretilen kılıcı bile tırpan yerine kullanmaya başlar. Kılıcın amacından çok farklı bir şekilde kullanımına tanık olduktan sonra, oturup iyice düşünmek kalır biz okurlara!.. Silahların emek araçlarına dönüştüğü, emeğin saygınlık kazandığı bir dünyada barış, gerçek yerini bulacaktır. İnsanlığın gerçek hazinesi emektir. Savaşları çıkartan da onu sömüren kapitalist değerlerdir. Bu gerçeğin ayrımında olan Haldun Taner şunları yazar: “Bir ada arıyorum. Rakamlardan uzak mı uzak. Para, pul, kâr, zarar konuşmak yasak. Bir ada ki bankeri yok, yüksek faizi yok. Tahvil, senet, karşılıksız bono, sertifika, çifte faiz bilinmez. O adada akıllılar yolunu bulup safdilleri sömürmez. Dargelirli her fırsatta okkanın altına gitmez. Dargelirli yok ki zaten, herkes eşit, tok gözlü. Tüketim hırsı yok edilmiş.” R “MATİSSE’DEN SONRA SANAT ON FİSKE 1 Vücudum, üstünde taşıdığı baştan bıkmış. Biri öbürünü bunca yoklar, kurcalar, düşünürse, biri öbüründen kopup ayrılmak ister. 2 Bütün bütüne boş bir baş var mıdır, sözgelimi bitkisel yaşamda öyle midir durum?Soruyorum, tam bilemiyorlar. Demek Evren bir Kafa aslında. 3 Giyotin başı vücuttan ayırdığında, cellât ya da hekim, biri dinliyor kalanları. Vücudun hareketleri saniyeler, bazan dakikalar sürüyor. Gelgelelim, vücut acı çektiğini, başı koptuğu için algılamıyor. Ya baş? Kaç saniye sürüyor(dur), sönmesi?Sorsanız, tam bilmezler. 4 Saçın, tırnakların öldükten sonra bir süre daha uzamayı sürdürmeleri, sonuçta, bir yaşam etkinliği değil mi?Tam bilinmiyor. 5 Âlet çantaları nicedir hazır satılıyor. Gövdeye müdahale eden araçların tümü bir çantada buluşturulmalıydı: Saç kurutma makinesi, ustura, tırnak makası, bıyık burma kılıfı, kulak tıkacı, vibratör, gözlük… 6 Neden kol saatı da, bilek saatı değil?Kimbilir. (Ayak bileğine saat takan biriyle karşılaşmıştım). 7 Suya giren gövde değişir. O değişimi tanımlayamam, tam dile dökemem belki: Tanırım. Havaya giren gövde de öyle. Bir kez deniz paraşütüyle havalandım, beşaltı dakika boyunca bir ucumdan beni sürükleyen sürat teknesine bağlı alçaktan ‘uçtum’: Anladım. Bir de, çırılçıplak, yüzükoyun, toprağa uzanmak var. 8 Kışın büzüşüyor, kapanıyor; yazın açılıyor; iki bahardan ilkinde aralanıyor, ikincisinde çekiliyor. Gövdem her mevsimde ne yapacağını kendiliğinden mi biliyor, ben mi öğrendikçe öğretiyorum ona ne yapması gerektiğini, tam kestiremiyorum. 9 Ayarlarsam, ince ayarını yaparsam gövdemin saatı çalışıyor. Kronobiyolojik bir aygıt. Daha da ayarlanabilseydi, sistem nereye kadar dayanabilirdi?Bilirkişiler, insanın 150 yıl yaşamasının mümkün olduğunu söylüyorlar. (Hiçbirinin 100 yaşına ulaşamadığını görüyoruz). 10 Her organımıza isim koymuş, takmış olmalıydık. İşaret parmağı, Musa. Dirsek, Nobre. Pankreas, Muhittin. Solgöz, David. Penis, Napolyon. Maledicta dergisinin bir sayısında, cinsel organlara yakıştırılan isimlerle ilgili sıkı bir araştırma yayımlandığını anımsıyorum. Kibar insanlar, tanıştırmalıdırlar. Sizin bir alana kapalı kalmış, açılmak için gereken isteği, yatırımı, sabrı esirgemiş olmanız o alanın varlığını, içeriğini, temel ölçülerini bağlamaz, o alanda 60 yıldır emek vermiş sayısız insanın (besteci, çalgıcı, eğitmen, teknisyen, vb) ortaya koymuş olduğu bütünlüğü hafifletmez. Yazar arkadaşımın cümlesi beni hem şaşırttı, hem de üzdü. Yıllardır, "Matisse’den sonra sanat öldü", "Tiyatro Brecht’le bitmiştir", "XX. yüzyıl romanının XIX. yüzyıl romanı karşısında çok zayıf kaldığını düşünüyorum" (bu cümle, üstelik, LéviStrauss’a aittir!) türünden cümlelerin beni üzdüğü gibi. Bizi içinde yaşadığımız dünyaya, çağa hiçbir biçimde hazırlamayan, farklı kültürlerle alışverişe girmemizi kolaylaştırmayan, tam tersi tasalarla sağır, kör, temassız yönlendirmeye çalışan bir eğitim sistemi, bir medya düzeni, bir aile ortamından, sonuçta yaralı çıkıyor, her engeli kendi başımıza aşayım derken bitkin düşüyor, çaresizliğimize öfke ya da ironiyle çare arıyoruz. Belki de haklı yazar arkadaşım, seçtiği fiili seçerken: Biten, bitmeye yüz tutan ola ki biziz "biz" her ne demekse. Edebiyatta ada denildiğinde akıllara ilk gelenlerden biri de “Define Adası” adlı ölümsüz eserdir hiç şüphesiz. Robert Louis Stevenson, üvey oğluna öyküler anlatırken, çocuğun isteği üzerine kâğıda bir ada resmi çizer ve bu ada üzerine bir öykü anlatır. Böylelikle de 1883’te yayımlandığında büyük yankı uyandıracak olan Define Adası ortaya çıkar. Stevenson, Defoe’nun ünlü eserinden etkilenmediğini söylese de, Define Adası’ndaki kahramanlardan biri olan Long John Silver’in papağanı için şu açıklamayı yapar: “Hiç şüphesiz bir zamanlar Robinson Crusoe’nundu.” Akşit Göktürk de “Edebiyatta Ada” adlı kitabında, Define Adası’nın kahramanlarından Ben Gunn’ın adada Tanrı yolunu bulması, keçi postu giymesi ve keçi beslemesiyle Robinson’la olan benzerliğinin altını çizer. Yazar ayrıca, Ben Gunn’ın adaya ceza olarak bırakıldığını belirterek, Stevenson üzerindeki Defoe etkisine dikkat çeker. 31. İsmet Küntay Tiyatro Ödülleri sahiplerini buldu Kültür Servisi Bu yıl otuz birincisi verilecek olan İsmet Küntay Tiyatro Ödülleri, Nişantaşı’ndaki Hadi Çaman Tiyatrosu’nda dün akşam, saat 19.30’da düzenlenen törenle sahiplerini buldu. Ödül töreninden sonra Hadi Çaman Tiyatrosu’nca Turgut Özakman’ın “Paramparça” adlı oyununun gala gösterimi yapıldı. 20052006 tiyatro döneminde sahneye konulan yerli oyunlar Hayati Asılyazıcı, Erbil Göktaş, Üstün Akmen, Doğan Koloğlu ve Nadide Küntay’ın yer aldığı seçici kurul tarafından değerlendirildi. Bu yıl verilecek ödüller şöyle belirlendi: “En İyi Oyun Ödülü” Tiyatro Ayna yapımı, Mahmut Gökgöz’ün yönettiği, Melisa Gürpınar’ın “Zaman Adında Bir Kadın” adlı yapıtına, “En İyi Yönetmen Ödülü” Trabzon Devlet Tiyatrosu yapımı, Sermet Çağan’ın “Ayak Bacak Fabrikası” oyunundaki yönetimiyle O. Coşkun Irmak’a, “En İyi Kadın Oyuncu Ödülü” İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları yapımı, Burçin Oraloğlu’nun yönettiği Güngör Dilmen’in “Bağdat Hatun” oyunundaki rolüyle Aslı Seçkin’e, “En İyi Erkek Oyuncu Ödülü” İstanbul Devlet Tiyatrosu yapımı, Melih Cevdet Anday’ın “Ölümsüzler” oyunundaki rolüyle Adnan Biricik’e, “En İyi Dekor Ödülü” Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları yapımı, Murat Karasu’nun yönettiği M. Cevdet Anday’ın “İçerdekiler” oyunundaki dekor tasarımıyla Efter Tunç’a, “En İyi Kostüm Ödülü” İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları yapımı, Turan Oflazoğlu’nun yazıp Engin Uludağ’ın yönettiği “IV. Murat”taki kostüm tasarımıyla Nilgün Gürkan’a, “En İyi Müzik Ödülü” Trabzon Devlet Tiyatrosu yapımı, Sermet Çağan’ın yazıp O. Coşkun Irmak’ın yönettiği “Ayak Bacak Fabrikası” oyunundaki müziğiyle Tunay Uzuner’e, “En İyi Işık Ödülü” Tiyatro Ayna yapımı, Mahmut Gökgöz’ün yönettiği, Melisa Gürpınar’ın “Zaman Adında Bir Kadın” adlı oyunundaki ışık tasarımıyla Yüksel Aymaz’a, “İsmet Küntay Özendirme Ödülü” Yeditepe Oyuncuları Yapımı, Turgut Özakman’ın “Paramparça” oyunundaki rolüyle Mine Bıçakçı’ya,“İsmet Küntay Özel Ödülü” İstanbul DT yapımı, Emin Olcay’ın yönettiği “Tek Kişilik Düet” oyununda gösterdiği performansla Ayşen İnci’ye ve “İsmet Küntay Onur Ödülü” Macide Tanır’a verildi. Dilde Yaratıcılık/ Prof. Dr. Özcan Başkan/ Multilingual Yayınları/ 352 s. Yaşar Kemal Sözlüğü/ Ali Püsküllüoğlu/ YKY/ 126 s. “Dilini zenginleştirmek, sözcük dağarcığını genişletmek isteyen herkesin başvuracağı, başvurması gerekli bir kitap ‘Yaşar Kemal Sözlüğü’. Ali Püsküllüoğlu’nun hazırlayıp, yeni maddelerle zenginleştirdiği “Yaşar Kemal Sözlüğü”, Yaşar Kemal’in evrensel boyuttaki yapıtlarının daha iyi anlaşılması için bir kaynak kitap. Şelale/ Joyce Carol Oates/ Çeviren: Dost Körpe/ Everest Yayınları/ 550 s. Dilbilimi öncü bilim olarak nitelendirmeyi yeğleyen Prof. Dr. Özcan Başkan, dilin tüm diğer bilimlerden beslenerek kendi bilimini sürekli yenileyip geliştirdiğini vurgular. Birçok yazısını ve araştırmasını dilin hayatın içinde çoğalan ve hayatın daha kolay işlemesini sağlayan bir araç olma özelliğini ön plana çıkartarak kaleme alır. Başkan’ın böylesi bilimle yaşamı iç içe örgüleyen yazıları, yine kendi yazılarından birinin adıyla bu kitapta toplamış. Toplum: Kavram ve Gerçeklik/ Ahmet Çiğdem/ İletişim Yayınları/ 114 s. Sosyolojinin konusu “toplum” mu? İnsanların her birlikteliğini, her toplu yaşam halini, her beşerî ilişkiyi bu toptancı, ‘bir’leştirici, ezelîebedî toplum kavramı altında düşünmek kısıtlayıcı, yanıltıcı değil mi? Sosyolojinin konusu, olmuşbitmiş veya ‘verili’ bir toplum değil, o şemsiyenin altına sığmayan çok yanlılıkları, muğlaklıkları, tarihsel değişkenlikleri, seçenekleri, potansiyelleri ile, toplumsal olandır. Modern çağın bir inşası olarak toplum gerçekliğine böyle bir toplumsal olan kavramıyla bakarak, “pratik felsefenin” kadim sorusu da canlandırılabilir: “İyi ve adil bir hayat nasıl olabilir?” Ahmet Çiğdem, bu soruyu takip ediyor; “pratik felsefeyle toplumu düşünüyor”. Yanlış/ Andonis Samarakis/ Çeviren: Ari Çokana/ İletişim Yayınları/ 204 s. planın parçalarıdır. Tutuklunun suçunu itiraf etmesi artık an meselesidir. Kahramanları, birbirine geçmiş çarklar arasında psikolojik bir savaşla birbirlerine üstün gelmeye çalışırken; ‘Yanlış’, okuyanları bir kâbusa sürüklüyor. Ne Olursa Olsun Savaşıyorlar/ Server Tanilli/ Alkım Yayınları/ 256 s. “Kadın sorunu, ‘cinsel’ bir ayrımcılığa dayanır; dünya çapındadır ve hep günceldir. Nerede olursa olsun, erkeklerle kadınlar arasında derin bir eşitsizlik güdülür; çapı, ülkesine göre değişmek üzere, çalışma yaşamında, eğitimde siyasal iktidarı paylaşmada… Daha da vahim olanı, kadınların, yine toplumlara göre farklı, korkunç bir cinsel açlığın, bu arada dinmez bir şiddetin sultasında yaşamasıdır: Aile içi şiddet, töre cinayetleri…” Server Tanilli, kadınların yaşam savaşını anlatıyor bu kitabında. Totaliter bir rejimin iki gizli servis ajanı, tutukladıkları şüpheliyi başkente sorguya götürmek için yola çıkarlar. Yolculuk başladığında, merkez tarafından tüm detayları dikkatle hazırlanmış plan da işlemeye başlar. Bundan böyle ajanlar resmi görevliler değil, “insan” rolüne bürünmüş birer dosttur. Başkente gitmek için feribota yetişme çabalarından kentte beraber çıktıkları gezintiye kadar her şey, şüphelinin kendini güvende hissetmesi için kurgulanmış “Dün gece. Hayatı gözlerinin önünden geçmişti, nehirde boğulurcasına. Şelaleye düşüp kırılan ucuz bir plastik bebek gibi. Yanındaki kadın kendinden geçmiş horluyordu. Sarhoş kadın. Gerdek gecesinde sarhoş bir kadın. Kaç, kaç! Kendini şelalelerin en korkuncundan, Horseshoe’dan atmalıydı. Daha azı kesmezdi. Sağ kurtulma olasılığından korkuyordu. Şelale’nin dibindeki girdaplı sudan çekilip çıkarılmaktan korkuyordu, kemikleri kırılmış ve sakat bir halde.” Düğünün ertesi günü şelaleden atlayan damat ve dul bıraktığı Ariah’ın öyküsü..