Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
6 21 ŞUBAT 2009 CUMARTESİ Sahne arkasında Troya birliği ‘Burası her şeye değer’ Troya’nın “Hektor”u 27 yaşındaki Can Ocak, 10 yıldır Anadolu Ateşi’nde. 7 yaşında baleye başlayan, konservatuar eğitimini tamamlayan Ocak, Anadolu Ateşi’ne katılmak için 10 yıl önce bütün geçmişini Ankara’da bırakmış. Sadece dansını değil, tüm hayatını disipline altına alan Ocak, uykusuna, kahvaltısına, sporuna da en az dansı kadar önem veriyor. “Konservatuarda aldığım eğitimden çok daha fazlasını burada öğrendim” diyor. 2001 yılından bu yana grupta yer alan 27 yaşındaki Sinem Güven de Ankara’da Çağdaş Yunan Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü okurken Anadolu Ateşi gösterisini izlediğinde hayatı değişmiş. “Gösteriyi izlediğimde başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Ben de bunları yapabilirim, o sahnede olmam gerek diye düşündüm” diyen Güven, hemen ikinci seçmelere katılmış. Binlerce kişi arasından seçilen 68 kişiden biri olan Güven, bu nedenle okulu ikinci sınıftan sonra bırakmış. Troya gösterisinin şölen sahnesinde oryantal solo yapan Güven, zaman zaman sabah saatlerine kadar süren çalışmalara karşın işini severek yaptığını anlatıyor. Troya’da herşeyi bilmesine karşın kimseyi inandıramayan özellikle erkekler tarafından aşağılanan Cassandra’yı büyük başarıyla sahneye taşıyan Damla Ürk ise yoğun çalışma şartlarıyla ilgili şunları söylüyor: “3,5 senedir bu gruptayım. Daha öncesinde konservatuar okudum, balerinim. Gösteri öncesinde heyecanlanıyoruz, ama perde açıldığında bitiyor. Gösteri bittiğinde yeniden oynamak istiyorum.” öğrenmiş... Akhalılar’ın işgaline uğrayan Troya yalnız Birden kreatif ekipten dansçı Oktay değil... Anadolu’nun dört bir yanından halklar, Keresteci’nin sesi duyuluyor... “Toplantı için Troya’ya yardıma geliyor. son 10 dakika....” Mustafa Erdoğan, gösterisinin sahne GÜLŞAH Troya dansçılarını sahnenin arkasında bekliyor... arkasında da Türkiye’nin “Çok disiplinli hoca” diye nam salmış DURAK dört bir yanından dansçılar Mustafa Erdoğan’da gösterinin başlamasına 10 heyecanla hazırlanıyor. Tam dakika varken bile hiçbir gerginlik yok. Haydi bir Türkiye mozaiği... gösteriye denilirken, Erdoğan, izleyicilerin Antalyalı bir dansçı horona, Edirneli ise halaya arasında yer alan ışık ve sistemlerinin çalışıyor. Burada herkes her yörenin oyununu biliyor, modern dans yapıyor, kılıç kullanıyor... bulunduğu bölüme geçiyor. Gösteriyi burada izliyor. Ve bir masalı gerçek kılıyor... Teknik ekip, sahnedeki son eksikleri tamamlıyor, ışık düzeninin kontrolleri yapılıyor, organizasyon ‘Her gün aynı filmi ekibi gelen davetlilerin koltuklarını belirliyor. çekiyoruz’ Sahne önünde de arkasında da aynı heyecan.... Liseden itibaren Troya’yı sahnelemeyi hayal Herkes “Anadolu Ateşi”yle adaş... Afişlerde eden Erdoğan, gösteri öncesindeki hazırlıkları yazan “Anadolu Ateşi”ni kendi adları gibi şöyle anlatıyor: “Gösteriden en az 6 saat önce görüyorlar... Tabi ki, emek gibi, yorgunluk gibi burda oluyoruz. seyircinin alkışı da Oyunun genel gurur da ortak.... Homeros’un Anadolu destanı provasıyla beraber İstanbul Gösteri aslında iki gösteri Troya’yı yeniden canlandıran Merkezi’nde yapmış oluyoruz. Bu geçtiğimiz haftalarda Anadolu Ateşi’nin Genel Sanat dünya her gün pazar günü saat Yönetmeni Mustafa Erdoğan yeniden kuruluyor. 17.00’de başlayan hayalini gerçekleştirmenin Biz her gün aynı filmi Troya gösterisinden 3 mutluluğunu yaşıyor. Erdoğan, çekiyoruz. Yeni saat önce salondayız. baştan oynuyoruz. projenin mimarı gibi görünse de Bütün ekip çoktan Bu ayrı bir heyecan.” çalışmaya başlamış... arkasında Troya savaşçıları kadar Anadolu Ateşi’nin Koreograf Alper güçlü bir ekip var. Yaklaşık bir yıldır, başarısı için sahne Aksoy, her bir 120 dansçının yanı sıra yaklaşık 100 arkasında bir grup dansçıyı tek tek kişilik bir ekip her gösteri öncesinde kadın canla başla uyarıyor. Ekibin aynı heyecanla ve aynı sahiplenme çalışıyor. Aşkım “hoca”sı Mustafa Darcan’ın duygusuyla “perde” diyor. Erdoğan da eline koordinasyonundaki kılıçı alıp, dövüş 20 kişilik prodüksiyon sahnelerini ekibinde yer alan çalıştırıyor. Diğer kadınlar, bilet satış yandan teknik ekip organizasyonundan, Türkiye’de ilk kez reklam çalışmalarına, kullanılan uçuş görsel metaryellerin sistemlerini kontrol tasarımına kadar her ediyor. Gala tür ayrıntıyla öncesinde ilgileniyorlar. Darcan, yorgunluktan “Her gösteride biz hastanelik olan, evimize 5 bin kişi serum takıldıktan gelecekmiş diye sonra yeniden gösteri düşünüyoruz. Her merkezine dönen ekip ayrıntıyla çalışanları, artık ilgileniyoruz. geceyarısına kadar Tuvaletleri, çalışmayı yorgunluk otoparkları, ısıtmayı olarak görmüyor bile kontrol bile... ediyoruz” diyor. Kimse de yılgınlık, boşvermişlik yok... Gösteri sırasında en zor işlerden birini de Dansçıların aynı sahneyi çalışmaktan yüzleri teknik ekip gerçekleştiriyor. Çünkü Amerikalı asılmıyor... Gösteri saati yaklaşırken sahne Christopher Ash ve Andrew Wilder boşalıyor.. Herkes odasına geçiyor. Her dansçı, tarafından hazırlanan ışık sistemi Türkiye’de kendisi için özel olarak belirlenmiş, döneme ilk kez kullanılıyor. 150 robot ve dansçıların uygun saç modelini ve makyajını kendisi uçmasını sağlayan sistem de ilklerden... En az yapıyor. Çok kısa bir sürede eşofmanlı danslar kadar dikkat çeken ışık ve müziğin gençlerin yerini, rengarenk elbiselerindeki doğru zamanda kullanılması için de yoğun boncukları şıkırdata şıkırdata yürüyen Troyalı konsantrasyon gerekiyor. 90 dakikalık gösteriyi kadınlar ve ellerinde kılıçlarıyla savaşçılar alıyor... Hepsi daha dik ve kararlı... Dansçıların 450 bölüme ayıran teknik ekip, artık hangi saniyede hangi ışığın, hangi müziğin esneme çalışmaları yaptığı yerler viks kullanılacağını ezberlemiş. Aynı zamanda kokarken, kadınların kostümlerinin bulunduğu Troya’nın koreograflarından olan teknik ekip alanlardan gerçekten bir şölen yeri gibi parfüm sorumlularından Emre Çelik, gösteri anını kokuları yükseliyor. Herkes son derece şöyle anlatıyor: profesyonel.... Heyecan da ise herkes amatör... “Teknik bir arıza olduğunda yüreğimiz Sırasıyla giyecekleri kostümleri, aksesuarlarını ağzımıza geliyor tabi. Ama Türkiye’de şov hazırlıyorlar... Çünkü gösteri boyunca en az 7 anlamında bu çapta iş yapılan, bu kadar kostüm değiştiyorlar. Kostüm dediysek, sıradan donanımın, teknik malzemenin olduğu bir elbise değil...Dönemin kostümleri en ince başka bir yer yok. Troya, o kadar büyük ayrıntısına kadar düşünülmüş. Ancak çaplı ki, bazen gösteriye ‘uçuşa hazır mıyız değiştirmek için en fazla 1 dakikaları var. arkadaşlar’ diye başlıyorum.” Bazıları 30 saniyede bunu başarmayı ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? Karlofça’da kapanan kapı açılıyor mu gerçekten Tarihimizden kesitler anlatarak TV ekranlarından gazete köşelerinden evlerimize tarih sohbetlerine gelen Prof. İlber Ortaylı, son yazılarından birinde bizi Karlofça’ya taşıdı. Ortaylı 4 Şubat 2009 Pazar günkü Milliyet’te yayımlanan “Önyargı Yıkmak Kapı Yıkmaktan Zor” başlıklı yazısında, aslında tarihi sohbetin ötesine geçiyor, bir yandan Karlofça Anlaşması hakkında bilgiler aktarırken, bir yandan da Avrupa’nın önyargılarını tartışıyor. Ortaylı’nın satırları, tarihimizin az bilinen bu çok önemli olayını anlatırken, beni de oralara taşıdı. Ne zamandır yazmak istiyordum, vesile oldu. Tarih, Karlofça Pasarofça doğru akıp gider ama ben tersini yaşadım. 2006 Eylülünde bir davet üzerine gittiğimiz Sırbistan’da rastlantısal biçimde, önce Pasarofça’yı (Bocerevatz) keşfettik. Sırpçadan başka bir dil bilmeyen Pasarofya Belediyesi’nin yetkilileri koridorun duvarlarındaki sarıklı cübbeli Osmanlı paşalarının tasviri resimlerini göstererek “Ottoman Paşa” diye bize meram anlatmaya çalışıyorlardı. Haritada işaret ettikleri Bocerevatz Tuna’nın 30 km güneyindeki bir yerleşim yeri idi. Birden, Sırpların Bocarevatz adını verdiği bu yerin bizim tarihimizde Pasarofça diye geçen yer olduğunu fark ettik. Sarsıldık, kendimize döndük. Tarihle başbaşa kaldık. Pasarofça ile Karlofça iç içedir bizim kitaplarda. Evsahiplerimize Karlofça’yı sorduk: “Karlofçi…. hımmm, okey” yanıtı alınca, sevindik. Karlofça Avrupa’nın tarihinde bir dönüm noktası. Viyana’ya kadar ilerleyen Türkler, 1683 yenilgisinden sonra gerilemeye başlıyorlar. Geri çekilme sırasında çok kanlı savaşlar yaşanıyor. 1699 Karlofça Anlaşması Osmanlı’nın ilk toprak kayıplarını ifade ediyor. Diğer bir deyişle Osmanlı’nın 1360’larda başlayan Avrupa serüveni tersine dönüyor. Hatırlayalım, 1699’da başlayan süreç 1913 Balkan Savaşları ile noktalanacaktır. Karlofça Belgrad’ın yaklaşık 100 km. kuzeybatısında, Sırbistan ile Avusturya arasında uzanan Voyvodina bölgesinde, Tuna ırmağı üzerinde yer alıyor. Yeşilin her tonuna, tarla ürünlerinin her çeşidine yataklık eden uçsuz bucaksız ovalar, Atalarımızın o topraklarda neler aradığını kolayca açıklıyor. Novi Sad kalesinin burçlarından NATO uçaklarınca bombalanmış Tuna’nın üzerindeki köprüleri seyretmek iç paralayıcı idi ama aklımız Karlofçi’de olduğundan orada fazla oyalanmadık. CÜNEYT AKALIN Ortodokslukla Katolikliğin Ayrım Çizgisi Sırpların Karlofçi adını verdiği kasabanın merkezinde Avusturya tarzı birkaç büyük bina ve biri Ortodoks biri Katolik iki kilise var. Çevrede evler yer alıyor. Turizm ofisinin önümüze kattığı rehber başlıyor anlatmaya: Merkezde gördüğünüz bu bina Karlofçi Ruhban Okulu’dur. En büyük ikinci Ortodoks teoloji okuludur. 1700’lerin ortalarında açıldı. İlk Sırp bilinci burada şekillendi. Rehber anlattıkça Osmanlı’nın altının bölgenin öteki büyük gücü AvusturyaMacaristan imparatorluğu tarafından Ortodoks din okulları açılarak oyulduğunu, Ortodoks Kilisesi’nin Sırp ulusal bilincinin oluşmasında önemli rol oynadığını anlıyoruz. Ortodoks Kilisesi’nin girişinde ve çıkışında çıkardığı haçın büyüklüğünden, Milena’nın inanç boyutu anlaşılıyor. Bıraksak Milena sabaha kadar Ortodoksluğu anlatacak ama bizim aklımız Karlofça’da... Kasabanın iki tarafı bahçeli evlerle kaplı dar sokaklarından geçerek 2 km kadar ilerliyoruz. Yolun bir yanında bir şarap mahzeni var, öteki yanında geniş bir bahçe içinde üzerinde haç bulunan küçük bir yapı görülüyor. “Burası olamaz” diye konuşuyoruz kendi aramızda. Yanıldığımızı çabuk anlıyoruz. Küçük kilisenin içine giriyoruz. Rehber Milena Kilisenin sıralarına oturmamızı işaret ediyor, sıraların önündeki üzerinde kocaman bir defter bulunan masaya ilişiyor ve söze giriyor: “Türkler 1683’de Viyana’da yenildiler. Aslında Türkler imparatorun sarayına 4 km kadar yaklaşmışlardı şehir düşmek üzereydi ama son anda Polonya Kralı Jean Sobiesky müdahale edince, Osmanlı komutanı kuşatmayı kaldırmak ve savunma durumuna geçmek zorunda kaldı. Kanlı çatışmalar sürdü. Venedik de Avusturya’nın yardımına geldi. Sonunda burada bir barış anlaşması imzalandı.” Karlofça Anlaşması bu binanın bulunduğu arazi üzerine kurulan bir çadırda imzalanmış. 1648 Vestfalya diplomasisinin getirdiği “eşit milletler” ilkesi temelinde, taraflar çadırın kapısından aynı anda girmişler. Dört kapıdan üçünü Avusturya.Macaristan, Polonya ve Venedik temsilcileri, ötekini Osmanlı delegesi Rami Mehmet Efendi kullanmış. Anlaşma müzakereleri, yuvarlak, yani başsız, hiyeraraşisiz bir masanın etrafında yürütülmüş. Anlaşmanın imzalanmasından sonra, tarihsel olayı kalıcılaştırmak amacıyla, çadırın yerine Türk otağı biçiminde bir bina yapılmış, tepesine de bir haç yerleştirilmiş. Kapılardan biri de (Türk kapısı) tümüyle kapatılmış. Avrupa tarihinin bu kırılma noktasında, o savaşlardan/mücadelelerdenanlaşmalardan geriye otağ tarzı (bir benzeri olmasa gerek) kilisemsi bir bina, kapalı bir kapı ve binanın içinde sergilenen birkaç ikon kalmış. Bu bir anıt mı? Bir köşe taşı mı? Peki ne? Prof. Ortaylı, yarayı kaşımamak kaygısı ile olsa gerek, üstü kapalı geçiyor ama yapı bu haliyle tam bir intikam anıtı. “Türkleri buradan söküp attık” mesajı; haçlı, ikonlu vb. bir mesaj. Bir kapının sürekli kapalı tutulması da işin cabası. Kilisenin bulunduğu topraklar cennetten bir köşe, uçsuz bucaksız ormanlar… Bize rehberlik eden ve Osmanlı’ya çok bayılmayan Sırp genci bile dertlendi, “Viyana’dan (kuşatma) sonra burada çok kanlı savaşlar olmuş, Türkleri kılıçtan geçirmişler” diye mırıldandı. İtiraf edeyim, hayatta pek az şey Karlofça’da gördüğüm manzara kadar içime işledi. O hoyratlık karşısında öfke duydum, Osmanlı geçmişim gözümün önünden bir film şeridi gibi geçti. Batılıların önyargılarını Karlofça’da lanetledim. Türklere sembolik anlamda kapalı tutulan kapının yıkılması kuşkusuz bir başka sembolik ama hoş bir jest. Ben, bu girişimin Avrupa’lılardan değil Sırplardan geldiğine inanıyorum. Bu jestler hoş, yeni kapılar açıyor. Ama yeterli mi? Türkiye Balkanlar’ın bir parçası, Sırp’la Türk’ün, siyasal gerilimlere rağmen, arasında duvarlar olmadığına ben de tanığım. Avrupa ile ise öyle değil. Ortaylı Karlofça Anlaşması’nda Avrupa’nın yarısının Osmanlı’nın karşısında olduğunu hatırlatıyor. Durumun bugün de değişmediğini söylüyor. Az bile söylemiş. Yıkılan kapı beni Karlofça’ya götürdü. Önyargıları kırmak atomu parçalamaktan güçtür. Karlofça’da yıkılan kapı, duvarların yıkılması anlamına gelmiyor bence. C MY B C MY B