26 Aralık 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Cumhuriyet Ankara 254/15 Mayıs 2009 Ankara’da öykü var oma ile Napoli arasındaki otoyolda, kaza nedeniyle trafik sıkışıklığı yaşanırken rehberimiz küçük bir fıkrayla yolculuğumuzu renklendirmeye çalışıyor: “Dünyanın en ince üç kitabından biri Çin’in İnsan Hakları El Kitabı, ikincisi Arnavutluk’un başkenti Tiran’ın telefon rehberi, üçüncüsü ise İtalyanların kahramanlık öyküleriymiş.” Genellemelere kuşkuyla yaklaşırım. Rehberimizin bu sözlerinde, Roma’nın güzel meydanlarına, yapılarına, heykellerine duyulan kıskançlığın etkisi olabilir mi? Güzelliklerle bezeli bir yaşamı süren kişi, ucuz kahramanlıklara burun kıvırmaz mı? Ankara’da her gün gidip geldiğim Gaziosmanpaşa, Sıhhiye hattına bakınca Cumhuriyetin ilk yıllarında inşa edilenlerin dışında güzel bir yapı, heykel ve meydanın olmayışı daha bir içimi burkuyor bu geziden sonra. Araplaşmayı Osmanlılık sayan, çöl kültüründe kalmış yöneticilerin varsa yoksa becerdiği tek şey, olur olmaz her yerden fışkıran, hoplayıp zıplayan fıskıye ve şelaleler yapmak. Bu arada yol boyu arka arkaya, altlı üstlü sıralanmış kadın berberi levhalarının çokluğu dikkatimi çekiyor. Acaba diyorum, kenti çirkinleştiren yöneticilere inat, güzelliklerine daha mı düşkün Ankara’nın kadınları? Ankara’da güzel olan yalnızca kadınlar değil. Canlı bir edebiyat ortamı var kentin. Hele ilgi alanım olan öyküde, başta Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı (um:ag) olmak üzere öykü atölyelerinde pişen yeni öykücüler dergileri dolduruyor; ödülleri kucaklıyor. Eylülce Dergisi’ni çıkaran Eylül Kafe’de, Kanguru Sanat ve Kültür Ortamı’nda ya da Kurgu Kültür Merkezi’nde toplanıp öykülerini paylaşıyorlar. Konur Sokak, “Ankara Çölü”nde gerçek bir kültür vahası. Kül Öykü, Öykü Teknesi ve Lacivert ise kimliklerini ve kişiliklerini kanıtlamış olmanın telaşsızlığıyla bu ürünlere yer veren dergilerden bazıları. Bu uzun girişin nedenlerinden biri, şimdi değineceğim üç öykü kitabı: Biri, şimdilerde İstanbul’da yaşayan, kökeni Denizlili ama aslında Ankaralı bir Anadolu gezginine, ülkemizdeki öykü ağacının köklerinden gövdesine, dallarına, yapraklarına, yeni filizlenen uçlarına kadar hemen her parçasında Sadık Aslankara Kemal Ateş Esra Odman R ? Eray KARINCA emeği olan, hepsine yetişmeyi başaran bir kalem ustasına ait. M. Sadık Aslankara’nın, “Cicoz” adlı, bu son öykü kitabı için öykü içinde öyküler diyebilirim rahatlıkla (Can Yayınları, Ekim 2008). Roman olarak da okunabilecek katman katman bir anlatı bu. Her öykü birbiriyle bağlantılı, ama o kadar da bağımsız. Dil ise ancak bu kadar işlenebilir, tava getirilebilir. Öyle ki alıp bir lokmada yutulma kolaycılığına ne yazar ne de okuyucu Aslankara’nın çokça kullandığı deyimle gönül indiremez. Sofra düzenlemesine, kimin nerede oturacağına, hatta giyilecek giysilere dek her şey diplomat titizliğiyle düşünülüp planlanmış bu şölende. Ancak her lokma ağızda yeteri kadar çiğnenerek, tadı çıkarıla çıkarıla, acele etmeksizin yenmeli. Kısacası yalap şalap, kolaycı, aceleci okura göre öyküler değil bunlar. Dilin kıvamı yanında, öykülerdeki kişiler de işlevsel Cicoz’da. Bazıları sanat dünyasından bildiğimiz isimler. Bazısı da Anadolu’da bir parçacık da olsa kültür sanat ışığını söndürmemek için emek, hatta yaşamını veren adsız kahramanlar. Anadolu aydınlanmasının neden yarım kaldığının, bugün taşranın neden Nakşilere teslim edildiğinin doğrudan yanıtı yok bu öykülerde. Yazarın böyle bir çabası olmasa da okuyucunun bunu sezmemesi, örneğin Halkevleri’nin kapatılmasıyla aydınlanmanın önünün kesilmesinin arasındaki bağlantıyı kurmaması olanaksız ancak. İkinciye gelince, Ankara’da doğmasa da katıksız bir Ankaralı. Yakmayan ama hep ısıtan, ışıtan bir ateş. Bir aydınlanma savaşçısı. Issız dağ başlarında hep güçlü bir meşale olmuş; adı gibi çağrışımlı biri: Kemal Ateş. Birçok ödülü var Türkçenin bu usta yazarının. “Küskün Fotoğraflar” adlı kitabının başında aktardığı yaşamından kesitler de öykü tadında (İmge Kitabevi, birinci baskı 2005). Öykülerindeki kişilerse hep Ankaralı. Kimi, Aslankara’nınkiler gibi sanat çevresinden, kimi akademisyen ve yaşadıkları yanlış olaylar, yaptıkları yolsuzluklar nedeniyle adları gazetelerde yazılmış, televizyonlarda dillendirilmiş. İşte bu kişilere karşı anlayışlı değil Ateş. Bir sanatçı duyarlılığı ile olayları yansız olarak vermesine karşın, edebiyatçının yanlışa yanlış diyebilecek yürek ve yetkinlikte olması gerektiğini de kanıtlıyor öykülerinde. Diğer öykü kahramanları ise Ankara’nın gecekondularında yaşayan, yani elle tutulan gözle görülen insanlar. İşte bu insanlara karşı sevecen yüreğini açıkça ortaya koyuyor yazar. Sıcak,sevecenve sorgulayanbiranlatım... GELELİM sonuncuya: O da bir Ankaralı, “Göründüğü Gibi Değil” demiş, Esra Odman ikinci öykü kitabı için (İlya İzmir Yayınevi, 2009). İlk kitabındaki çizgisini bozmamış. Görsellik önde, sözcükler özenli. Yapay, renksiz ve kokusuz değil yine. Tam tersine daha sıcak, sevecen ve sorgulayan bir anlatım. İnsan sıcaklığına, kadın erkek ilişkilerine, aslında ilişkisizliğine, iletişimsizliğe, toplumsal ve tarihi olaylara yer veren öyküler bunlar. Kahramanları elle tutulan, gözle görülen insanlar ama çok öne çıkmış değiller. Ortamı, durumu, hali vermeyi yeğlemiş sanki yazar. Bunlardan biri, İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi zulmünden kaçan Yahudileri taşıyan Romen gemisi Struma’nın, Karadeniz kıyılarımızda bir Sovyet denizaltısı tarafından batırılışını anlatan epik öykü ki mutlaka okunmalı. Güneydoğu’daki savaşın acı yüzünü sergileyen “Mayın Tarlası” ise tıpkı Struma gibi, yine bizi insan, toplum ve dahası devlet olarak sorumluluğumuzla yüzleştiren, “Cesaretin var mı okumaya?” diyen soran öyküler. Özcesi, Türk edebiyatının donanımlı ve özgüvenli bir öykücüsüne daha kucak açtığının tescilidir bu kitap. Öte yandan hiç mi kusur bulmuyorum bu yapıtlarda? Bulmasına buluyorum ama bu bir sevgi yazısı. Aslında, her üç kitaba da haksızlık ettiğinin, hiçbirine hak ettiği değer ve ilgiyi veremediğinin farkındayım bu yazıda ama bu da öyle bir yazı, Ankara gibi işte: İddialı, her şeye kadir, ciddi görünümlü ve her şeye yetişmeye çalışan, aslında günübirlik, derinlikli hiç değil ve özünde böyle bir iddiası yok. Yine de okuyucunun önüne çıkabildikleri için şanslılar diyebiliriz bu kitaplara. Öyle sanıyor ve diliyorum, okuyanı da haklarında yazanı da çok olacaktır her şeye karşın. Yeter ki zaman ve emek verilsin. Öyleyse son sözüm öykü ve şiiri dışlayan yayınevlerine: İlk elde haklılar; okunmayacak, satılmayacak kitaplar niçin basılsın? Kriz var, şu var, bu var. Üstelik yukarıda andıklarım gibi organik ürünler için emek gerek, tarlaya tohumu atıp toprağı bellemek, güneşi, yağmuru beklemek ve zaman gerek. Nasıl olsa hazırda seralarda yetişen inorganik ürünler çok. Kim bekler tohumun çatlamasını, güneşin ısıtmasını, yağmurun bereketini! Ancak aslına ne kadar benzeseler de sahicilerin yerini tutmuyor onlar. Organik ürünler için uzmanlar sağlıklı, tadanlar ise çok lezzetli diyor. Tıpkı Cicoz, Küskün Fotoğraflar ve Göründüğü Gibi Değil için söylenebileceği üzere. Konuyla ilgili olmasa da somut bir iletisi olsun diye şairini anımsayamadığım bir dörtlükten dönüştürdüğüm dizelerle bitireceğim yazımı: “Yazarda yok sabra mecal/ Sizde vefadan zerre/ İki yoktan ne çıkar/ Basın şu öykü ve şiir kitaplarını bir kere.” 2
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear