Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
8 27 EKİM 2019 James Joyce’un Dublin’inde iki gün ‘Ben Ulysses’i yazdım, siz ne yaptınız?’ “Dublin’i tek kelimeyle anlat” denilse “karakterli şehir” derdim. İki nedenle. Birincisi tahmin edileceği üzere binaların, şehrin ortasından geçen nehrin, yeşilliğin, ülkenin köklü üniversitesi Trinity College’ın güzelliği, etkileyiciliği. İkincisi ve aslında daha önemlisi insanların neşesi, nezaketi, canlılığı. Herkes sürekli siyah bira ve viski içiyor gibi görünse de hiç sarhoş insan görmedim. Dublin’i gezerken pub’larda, cafe’lerde bira ve viski eşliğinde neşeyle sohbet edenleri, muhtemelen sabahtan akşama kadar içtikten sonra nihayet çakırkeyifliğe ulaşmış beylerin, yoldan geçen kadınlara gülümseyerek “hello girls” diyerek selam yollamasını izlerken, Edward Norton’un başrolde oynadığı, çok sevdiğim “25. Saat” filmindeki bir replik hiç aklımdan çıkmadı: “Ben İrlandalıyım, sarhoş olmam”. viski müzesi var Dublin’de gezecek, görecek çok yer var. İrlanda’nın özgürlüğü uğruna hayatını kaybedenler anısına yapılmış “Anma Bahçesi”, Trinitiy College ve bu okulun içindeki kütüphanede yer alan 9. yüzyıldan kalma bir elyazması olan “Kells Kitabı Sergisi”, Dublin’in dağları, yakın köyler, tabii ki pub’lar ve bir sürü müze. Bu müzelerden en çok ilgi çekenler biri tahmin edileceği üzere “İrlanda Viski Müzesi”. Müzede, viskinizi yudumlayarak, İrlanda viskilerinin hikâyesini öğrenmek mümkün! “İrlanda Göçmen Müzesi” de, evini terk etmek zorunda kalmış 10 milyon İrlandalının, dünyayı nasıl etkilediğine dair fikir veriyor ziyaretçilere. Joyce’un izinde James Joyce’un “Ulysses”ini okumadım ama Dublin grubumuzdaki pek çok kişi gibi benim de şehirde en çok görmek istediğim yer James Joyce’un evi. Ev uzak, zaman az olunca James Joyce Merkezi ile yetiniyoruz. Merkezde, Joyce’un hayatı ve eserlerinden Nehrin üstünde hepsi farklı yapıda köprüler var. Bunlardan 1816’da kurulmuş olan “Ha’penny Köprüsü”, nehir üstündeki en eski yaya geçişiymiş. ilham alınan kalıcı ve geçici sergiler, üç belgesel film, heykeltıraş Paul Speck tarafından yapılmış Joyce’un ölüm maskesinin bir kopyası ve Joyce’un arkadaşı ve danışmanı Paul Léon’un dairesinden mobilyalar var. Léon’un dairesinde Joyce, birçok arkadaşıyla buluşmuş ve “Finnegans Wake” kitabı üzerinde çalışmış. James Joyce, Joyce’un hayatı ve çalışmalarına dayanarak şehir yürüyüş turları da düzenleniyor. İlkbahar ve yaz aylarında haftada üç, sonbahar ve kış aylarında ise haftada bir yapılan 1.5 saatlik bu turları merak edenlere bilgilendirici bir kısa not: James Joyce hayatının büyük kısmını İrlanda’nın dışında geçirmiş olsa da, Dublin hemen hemen her eserinin temelini oluşturuyor. Bu yürüyüş turunda rehber, ‘İrlanda Metropolü’nün sokak manzaralarının yazarın hayatı ve sanatı üzerine ne kadar önemli bir etkisi olduğunu gösteriyor ve yazarın gerçek hayattan ilham aldığı noktaları anlatıyor. Uğranan noktalar dan bazıları: Joyce’un mezun olduğu Belvedere Üniversitesi, kısa hikâyesi ‘Yatılı Ev’ in geçtiği Kuzey Hardwicke Sokağı, ‘Ölüler’ hikâyesinin son ve en önemli sahnesinin arka planındaki Gresham Oteli ve North Earl Sokağı’ndaki çok sevilen ve sıkça buluşma noktası olarak kullanılan James Joyce heykeli. Bu turda, İrlanda edebiyatının en önemli eserlerinden olan Ulysses’in baş karakteri Leopold Bloom’un evinin bulunduğu 7 No’lu Eccles Sokağı da ziyaret ediliyor ve tur, Dublin’in en geniş caddesi O’Connell Bulvarı’nda sona eriyor. Ulysses’in soy ağacı Joyce’un en ünlü eseri olan Ulysses , romanın kahramanı Leopold Bloom’un Dublin’deki tek bir gününü anlatır. Joyce, kitabın ilk hazırlıklarına, 1902 yılında 20 yaşındayken başlamış. Bütün “epiphany”lerini topladıktan sonra bunları düzenlemeye ve notlara dökmeye başlayan Joyce, 1914 başlarında kitabı yazmaya oturmuş ve 1922’de bitirmiş. Merkezdeki “Ulysses Soy Ağacı”nda, kitabın Shakespeare & Company tarafından 2 Şubat 1922’de basılmış ilk baskısından, günümüze kadarki çeşitli baskılarıyla ilgili bilgiler veriliyor. Yazıyı, merkezin duvarlarından birinde gördüğüm Joyce’un fotoğrafının üstünde karşıma çıkan soruyla bitireyim: “Ben Ulysses’i yazdım, siz ne yaptınız?” FİGEN ATALAY Uçak inerken önümüzde yemyeşil bir şehir uzanıyor. İndikten sonra bu renge bir de mavilik ekleniyor: Liffey Nehri. Sokak kızı İrma’nın öyküsü K endisiyle sokakta, apartman kapısının önündeki ağaçta “miv miv miv” diye bağırırken tanıştık ilk olarak. Hava yeni kararmıştı. Evden merdiven indirip ağaçtan aldım, yere bıraktım. Gece geç saatlerde yine “miv miv miv” diye bağırıp durdu. Epey geç bir saatte dayanamayıp aşağı indim ve eve aldım. Yiyebileceği bir şeylerle karnını doyurdum minik kızın. Ertesi gün yine sokağa bıraktım. Çünkü kedi almak ya da bir kedinin insanı olmak gibi bir niyetim hiç yoktu. O gün, yani bu arkadaşı dışarı bıraktığım gün izinliydim. Hâlâ “miv miv miv” bağrıyordu sokakta. Sonra bir arabanın alt kısmında bir yerlere girdi. Aşağı inip çıkarmaya çalışırken karşı apartmanda yaşayan komşu kadın bu miniği iki sokak aşağıda bulduğunu, annesinin olmadığını anlattı. Bizim oraya da yeni doğum yapmış bir anneye getirmiş, belki süt annesi olur diye. Fakat anne kabul etmemiş. O an bu minik kızın çaresizliği kafama dank etti. Fakat ne kadar uğraştıysam da arabanın altından çıkaramadım. HAYAT BOYU SÜRECEK ÜZÜNTÜ Evde ara sıra camdan durumu kontrol ederken bir de baktım ki bunun altına girdiği araba gitmiş ve minik kız da ortada yok. Yıkıldım. Ertesi gün işe gitmek için sabah çıktım, etrafa bakındım ama yine minik kızdan iz yoktu. Akşam döndüm, yine bir umut bakındım oraya buraya. Yok yok yok. Etrafa çaktırmıyordum ama anladığım kadarıyla ya şadığım üzüntü hayat boyu benimle kalacak kadar büyük bir üzüntüydü. Apartman kapısından girdim. Kapı kapanıyordu ki İrma arkamdan “miv” diye bir ses duydum. Fırladım sokağa. Bir kez daha “miv” sesi için iyice dikkat kesildim ki hemen karşımdaki arabanın altından yine geldi ses. Yaklaşıp eğildim, bu zarafet timsali orada duruyor. Elimi uzattım, “gel kızım” dedim ama biraz nazlandı. Yine de sonunda geldi ve bunu yakaladığım gibi eve koştum. O kadar mutlu olmuştum ki anlatamam. Üzerimden çok büyük bir yük kalkmıştı. Bir gün önce onu sokağa bırakarak yaptığım sorumsuz davranışa rağmen her şey harika sonuçlanmıştı. Bir daha ayrılmamak üzere birlikte eve çıktık. Kısacası yaklaşık 15 gündür 2.5 aylık bir ev arkadaşım var. Sokaktan geldiği ve zarif tavırları nedeniyle Sokak Kızı İrma’dan esinlenerek adını İrma koydum. Hayatıma büyük bir anlam ve keyif getirdi. Beni bazı açılardan törpüleyeceğine de eminim. Özellikle farkında bile olmadığım bir gereksiz “titizliğin” sonu şimdiden geldi diyebilirim. Ah akıp gidiyor hayat... 1 İ stanbul güzleri ayrı güzeldir. Gece, geç saat yayından çıktıktan sonra yüzüme vuran rüzgârı seviyorum. Araca doğru yürürken sessiz Taksim Meydanı’na bakıyorum. Defalarca yazdım, AKM’nin yıkılmasına gönlüm katlanamıyor. Her gün görmek zorundayım, yayın yaptığımız bina hemen yanında, sevgilinin gömütüyle her gün yeniden karşılaşmak gibi. Gençliğimin geçtiği meydan şimdi başkalarının elinde, işgal altında gibi. Sanki anılarımızı eziyorlar. Ne tiyatroya telaşla koşan aileler var etrafta, ne AKM’den taşan müziğin yaşam sevinci veren sesi. Sarhoşlar bile değişmiş, el ayak çekilmiş, şimdilerde sadece serseri bir kalabalık. İstanbul sevgim azalmıyor da, kederim artıyor... Bazen yazdıklarımızı yineler dururuz, yara aynıdır, hesap görülmemiştir. 2 Yirmi yıldan fazladır görmediğin bir dost, yersiz ve zamansız, belki de olması gerektiği gibi, çıkınca karşına şaşarsın. Saçlar beyaz, kilolanmış, yüzünde gülümseme, hem yakınsın hem uzak. Hem tanıdıksın, hem yabancı. İkinci kadehten sonra anılar canlanır. Herkes kendi imgelerini bulur, çıkarır zihin çekmecesinden. Bazen anımsadıklarımızı uyduruyor muyuz, diye endişe ederiz. Kurmacadır bir yanıyla geçmiş. Konu döndü dolaştı Taksim’e geldi. Ataköy’den neşeyle binilen sabah otobüsleri, AKM önünde ilk aşk heyecanıyla beklediğimiz sevgililer. İçimizdeki çocuk canlandı birden. Birlikte gözyaşı dökmek güzeldir. 3 Deli dolu çocuktu o. Marmara Oteli terasına gider, martini içerdik. Neye öykünürmüşüz. Oysa hakikatimiz Küçükparmakkapı mey haneleriydi. Şimdi yeller eser yerlerinde. Anıları görmek için geçtiğin İstiklal, tek bir tanıdık yüz sunmaz, dahası sana diyeceği bir cümlesi yoktur. Oysa kitaplarla mutlu olan, şiirlerle aşkı büyüten çocuklardık biz. Çalmışlar. Şimdi baba olduk. Kızlarımızdan konuştuk. Onların İstanbul’una bakmaya çalıştım. Kabuk tutan yara kendiliğinden kanadı. Söz döndü dolaştı, kitap fuarına geldi. Sınırlı paramız vardı. Nereden bilelim, çok genciz, on beş var yokuz! Yaşlı yazara doğru ilerledik. Heykel gibi duruyordu. İmza istedik kitabımıza. Tek kitaba iki kişilik imza koyduydu yazar. Nedense kitap o dostta kaldı. Sordum: “Duruyor mu Kurutulmuş Felsefe Bahçesi” diye. “Elbette duruyor, vermem sana, dilersen gösteririm kütüphanemde” dedi. Salâh Birsel’e kavuşmak ne güzel. 4 T iyatro sevdalısıydım. En yakınlarımı da düşürdüm peşime. Baro Han’da Genco Erkal’ın salonunu kiraladıydık. Afişleri asardık. Sanırdık ki memleketin en önemli sanat olayını biz gerçekleştiriyoruz. Öyleydi de aslında. Dünya merkezinde olmaktır gençlik. Kirayı çıkarmak için geceleri barda çalışıyorduk. Birimiz gitar çalardı, güzel yüzlü bir kız şarkıcımızdı, basçımız vardı, ben de tumba çalıyordum. Kavga çıkardı. Sevgililer de dövüşürdü bazen. Beyoğlu’nun arka sokaklarında biterdi gece. Tuhaftır, pavyonda çalışanlarla yan yan çorba içerdik, çekinmezdik. Oysa yaş on sekiz bile değil. Emekçiler birbirini tanırdı. Sonra romanlarda yazdım o silik yüzleri. Haftaya fuar var, bu kez ben imza masasında oturuyorum. Yaşlı, genç insanlar geliyor. Benim sözlerim giriyor yaşamlarına. Kadehi bir de ustalara kaldırdık. Yarın Ahmet Kaya’nın doğum günü. Kapı aralandı, dev cüsseli adam girdi içeri. Işıklar mı yanıltıyor diye baktım, oydu işte: Ahmet Kaya. Uzaktan selam verdi, yerleşti kuytu bir masaya. Eliyle selam verdi. Yüzler döndü hemen ona doğru... 5 Bar sahnesinde yorgun son şarkıya geldiğimizde, kapı aralandı, dev cüsseli adam girdi içeri. Işıklar mı yanıltıyor diye baktım, oydu işte: Ahmet Kaya. Uzaktan selam verdi, yerleşti kuytu bir masaya. Eliyle selam verdi. Yüzler döndü hemen ona doğru. O zamanlar, ilk gençlik, devrimcilik için yeni düşmüşüz yola. Ahmet Kaya şarkılarında öfkeleniyoruz. Yüksek perdeden söylüyoruz her birini. Hemen birini çalmaya başladık. Hoşlanır sanırsın, yanlıştır, oysa belli ki gizlenmek, kafa dinlemek için gelmiştir. Neyse, ahali alkış tuttu, bir de şarkı istediler. Lafını esirgemedi Ahmet Kaya: “Konsomatris miyim ben?” dedi. Kızgındı. Yine de kalktı geldi sahneye, biz çekildik, aldı gitarı yerine, o karanlık geceye, sarhoşluktan esrimiş insanlara, sanırım biraz da öfkeyle söyledi: “Sensiz geçmiyor bu günler, biliyor musun...” diye... Bazı anlar dipdiri canlanır ya sıkıca sarıldım kadehe... 6 Dostumun yüzüne baktım uzunca, o hararetle anlatmaya koyulmuştu, sözcükler uçuşuyor, bazen yakalayamıyordum. Çizgilerinde çocuklu ğum, gençliğim, isyanım, acılarım, yalnızlığım, öfkem büyüdü. Birlikte büyüdük. Sanki konuşmayı beraber öğrenmiş gibiydik. Bir yanımız dilsizse, öte yanımız iki kişilikti işte. Yaşadığına tanıktır dost. Peki, artık bıraktığımız yerde miyiz, buradan devam edebilecek miyiz? Merhaba derken ve ayrılırken gövdelerimizle, yürekten sarıldık. Bu kez anason vardı soluğumuzda, sarhoş değildik elbet, sadece yaşlanmıştık. 7 U zandım yatağa. Geçmişin hayaletleri mi canlanıyordu, bilemediğim bir anlamımı vardı acaba yaşananların? Pencereyi açtım, İstanbul esiyordu, yardım etsin istedim. Yüzüme dokundu, sevgiyle yaladı geçti sanki... Çocukluk, gençlik, derken şimdi elli yaş günleri hep bir arada aynı masadaydık. “Hey Sen” diye seslendi her biri diğerine, gülümsemeye başladım. Tatlı bir uykuydu bu. Ne rüyaydı, ne hakikat, hepsi bir arada. Sonra... Sonra, işte harekât, ölümler, açlık, yoksulluk, kavga haberleri... İlk fırsatta yeniden Ahmet Kaya için içeceğim: “Bir sen kaldın geriye, yorgun demokrat.” AKM, 2018’de beş ayda yıkıldı.