23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

11 ŞUBAT 2018, PAZAR SAYFA 7 Hayal hayattır BEHÇET ÇELİK Tam o sırada, avuçlarının içiyle duvara dayandığında aldı sayfiye kokusunu... O andan da geçmek Daha önce yolu pek düşmediği halde buraların bir zamanlar pek rağbet edilen bir sayfiye yeri olduğunu iyi biliyor Adil; kimden duyduğunu ya da nerede okuduğunu hatırlamasa da – bu kıyı şeridi hep öyle değil mi zaten? O yıllardan pek bir iz kalmadığını fark edince şaşırıyor her seferinde, bu yakınlara yerleştiklerinden bu yana, iki ayı geçti, kıyı köşe gezmiş, her bir yanına girip çıkmış değil, ama geçmişin imi timi kalmadığı çok açık, ne bahçesinde devasa çamlarla bir köşk, ne bir plaj eskisi, ne de asfaltlanmış da olsa tepeliklere döne döne ulaşan bir gezinti yolu. Her yanda yepyeni, yüpyüksek binalar, cafcaflı camekânlarla dolu ana cadde, günün hemen her saatinde sıkışan trafik, ışıklı uğultulu çarşılar, apartmanlarda üst üste kondurulmuş devlet daireleri, sahil tarafına inen yaya yollarını kesen viyadükler, tuhaf üst geçitler; hiçbirinin tatille, sayfiyeyle alakası yok. Şehir sınırlarından taşıp eski sayfiyeyi içine katmamış, burası küflenmiş bir meyvenin dibinde olmanın kaderiyle başkalaşmış. Gene de sezdiği bir şey var Adil’in: Buraların sayfiye olduğu zamanların ruhu bir yerlerde kalmış. Bir ayrıntı ya da bir görüntü değil, ama sanki soluyor bazen onu, nadiren. Deniz ya da iyot kokusu değil, başka bir şey, rutubetli, kireçle badanalanmış, rengi dalga dalga atmaya yüz tutmuş bir duvarın tozsu kokusu. Çocukluğundan bir hatıra, yıllar öncesinden, buralardan çok uzakta, yerine bugün irice bir otel yapılmış bakanlık kampında geçirdikleri iki haftadan. Sekiz on yaşlarında olmalı, öğle uykusuna yattığında –annesi zorla yatırdığında, ona kalsa hiç ayrılmazdı kıyıdan– uykuya dalmadan önce elini duvarın pürtüklü dokusunda gezdirmek, avuçlarını duvara bastırarak serinletmek hoşuna giderdi, sonraki yıllarda o tatilden çok şey silindi gitti hafızasından, ama o doku, o koku kaldı. Sitedekiler, Adil’in odasına günaşırı uğrayıp bir şeylerden şikâyet etmeyi pek sevenler, tam işini bitirmiş çıkacakken dış kapıda karşılaştıklarında elleriyle az biraz beklemesini işaret edip arabalarını park ettikten sonra yanına geldiklerinde onu uzun uzadıya lafa tutanlar, evden çıkmaya üşenip telefon açanlar, müsait olmadığını söylediğinde, “Tamam, anlıyorum, ama çok kısa bir şey söyleyeceğim,” deyip dakikalarca söylenen, site yönetimini ve bu yönetime oy verenleri kimi zaman galiz ifadeler kullanmaktan çekinmeyerek eleştirenler, hepsi sağ olsunlar, sıkça hatırlatıyorlar o yaz tatilini. Rutubetten dert yanıyorlar en çok, evlerin çok zor ısındığından, “Bu sene ısı yalıtımı mutlaka gündeme alınmalı,” diyor, “neydi o mantolama mıydı?” diye soruyor, tasarruftan, romatizmadan, çocukların aksırıp tıksırmasından dert yanıyorlar. Bazısı ısrar kıyamet evlerine çağırıyor, duvarlardaki kabartıları görmesini istiyor. Onlara denizin bu kadar dibinde, hem de yağmura, fırtınaya bu kadar açık bir koya kondurulmuş bu yüksek binalardan daire alırken bunları düşünmeleri gerektiğini söyleyemiyor Adil; bu civarda o cânım sayfiye yıllarını hatırlatan yegâne şeyin bu rutubet olduğu da aklına en çok böylesi anlarda geliyor – o yılları bilen, özleyen var mıdır içlerinde, ondan da hiç emin değil, uzak yakın başka semtlerden, ilçelerden gelip taşınmışlar. Ses çıkarmadan başını sallayarak dinliyor hepsini, not alıyor, yanına, odasına gelmişlerse sallama çay ikram ediyor, bitki çayı isteyenlere geçen ay yönetime verdiği ihtiyaç listesine yazmış olduğunu ama üzerinin çizilip iade edildiğini söylemiyor, ayaklarının dibindeki elektrikli ısıtıcıyı bir tık daha açmakla yetiniyor. Odası sığınaktan bozma, kalorifer tesisatı yok, penceresi, perdesi, kapı kilidi, hiçbiri. Zeminin altında rutubetin kokusu da farklı, çamursu, oradayken soluduğu çocukluk hatıraları değil. Küçücük masasını sevmiyor, fazla metal, yok yere daha da üşüyor eli kolu değdiğinde ama koltuğunu sevmeye başladı zamanla. Belli ki elden düşme, bir zamanlar belki de pek şaşaalı bir ofisteymiş, üzerine oturanlar sırtlığın hafiften yaylanıyor olmasından ayrı bir haz duymuş olmalılar, tam karşılarında birileri ayakta onlara bir şey anlatmaya çalışırken sürekli bir ileri bir geri salınıp durmuşlar, konuşmaya başlayacakları sırada dirseklerini masaya –Adil’in masasının en az iki, iki buçuk katı, ma sif, koyu renkli bir masaya– dayayıp durdurmuşlar rumdaki “sayısalcı” arkadaşlarının adlarını sayıp sallanmayı, zaten çok bir şey de dememiş, birkaç döktü, bu kadar açık aslında mesele, başına gelenin cümle sonra yeniden ileri geri sallanmaya başlaya okuduğu okul ya da çalıştığı alanla ilgisi yok; ama rak karşılarındakine dışarı çıkma zamanının geldi babasının da o eski tezini yinelemekten vazgeçme ğini duyurmuşlar. yeceği ortada. Belli ki günlerce düşünüp taşınmış, Adil, odasına gelenleri dinlerken asla sallanmı kafa yormuş oğlunun ne yapsa ya da ne yapmasa yor koltuğunda, ama yalnız kaldığında abartmadan hayatının böyle alt üst olmayacağı üzerine. Yanı usul usul, ileri geri, ileri geri, salıncakta gibi, ayak tı belli aslında, ama bunu bir kez bile anmadı, bu larını yerden kaldırıp masanın altına doğru uzata nu her seferinde takdir ediyor Adil, “Yapmasaydın rak – hoşuna gidiyor. Sırtını yasladığında arkalığın be oğlum,” demedi, başka türlü davranamayacağını en geriye gittiği anla kendisini azıcık öne çekip ma bilecek kadar tanıyor olmalı oğlunu. O zaman daha saya en çok yaklaştığı anın tam ortasında bir denge eskilerde bir hata arıyor belki de, “Bu çocuk böyle anı, bir denge noktası olması gerektiğini düşünüyor biri değildi, neden böyle oldu?” diye soruyor, kim bir süredir. Başlayan bir hareket öyle ansızın kendi bilir, belki kendisinde de bir hata arıyor – “Fazla mı liğinden duramayacağı için ya da koltuğun biçimi, özgür bıraktık biz bu çocuğu zamanında hanım?” ağırlığı, bedeninin duruşu uygun olmadığından o Neyse ki Adil’in yanında girmiyorlar bu bahisle anı asla yakalayamayacağının, hiçbir zaman denge re, bir tek şu sayısalsözel mevzuu – babasının çey de kalamayacağının farkında, ama böyle ileri geri rek asırlık takıntısı. Önceleri sinirleniyordu, sonra salınırken o andan da geçtiğini biliyor –o noktadan ları aldırmaz oldu, hatta onun da işine geliyor bunu da–, önemli olan zaten o anda durup kalmak değil, konuşup tartışmak. Asıl meselede asla anlaşamaya o anı hissedebilmek. Şu saniyede, yok, büyük ihti caklarından çok emin. malle şu salisede oradaydım, tam Koltuğunda ileri geri sallanırken dengede, geldi ve geçti, gelecek ve geçecek, ama her seferinde orada olacağım, orada da olacağım. Rutubetten dert yanıyorlar en çok, bütün bu olup bitenler kâh içinden çıkılmaz bir kâbus kâh eğlenceli bir fars gibi görünüyor Adil’e. Bir Bu imkânsız denge anını yakalama oyununda büyülü bir yan var; o anda ne arkasına yaslanmış ola evlerin çok zor ısındığından... yıl önce yurtdışında bir yerlere gitme, kabul alma imkânları kovalarken kendisini bir gece yarısı işsiz, cak ne de kaykılmış, insanın bu Onlara, denizin bu sekizdokuz ay sonra da Alaca Hill lunduğu yerde olmamayı başarmasına benziyor, gizemli, doğaüstü bir mucize – yakalarsa mucize kadar dibinde, hem de yağmura, fırtınaya Sitesinin anlı şanlı müdürü olarak buluverdi – bunu da bulamayanlar var, Hatice evde börek çö ye tanıklık edenlerden olacak Adil. Bunlardan kimseye bahsedemeyeceğini düşünmek canını sıkmı bu kadar açık bir koya kondurulmuş rek, köfte sarma yapıp mahalledeki markete satıyormuş, Hasan Ali geceleri taksiye çıkmaya başlamış, yor, onca derdin arasında çare gi bu yüksek binalardan maaşı aldığında ikisini de aramalı. bi bir şey olup oyalıyor hatta. Gene de Arif’in mesela yanında olmasını isterdi, ikinci bir makam koltuğu daire alırken bunları düşünmeleri Adil’in ise emrinde iki bahçıvan, blok başına bir kapıcı; gün içerisinde en çok aradığı insanlar ma bulup buluşturup birlikte ağır usul gerektiğini hallenin tesisatçılarıyla elektrik us sallanarak denge noktasının mümkün olup olmadığından konuşurlar söyleyemiyor taları. Daha ne ister insan? Sercan, ona bu işi ayarlayan arkadaşı –bu dı, ne cevherler yumurtlar, ne so radaki ismi “J Blok çatı katı”–, işe rular sorar, ne tezler geliştirirlerdi, kim bilir. Mem alsalar bile sigorta yapmayacaklarını söylediğinde lekete dönmemiş olsa arada buraya çağırırdı Arif’i, sevinmişti, kayıt kuyut işleri dert açabilirdi başına. geldiğinde makamını ona verir, peşinden yirmi yıl Hem minnet duyuyor Sercan’a –salınırken– hem dır hep yaptıkları gibi vururlardı lafın gözüne; şim de her aklına geldiğinde içinde bir yerlere tuhaf bir di yokluğunda Arif’in yerine de sallanıyor, yeni mihnet çamurlu bir çökelti gibi sıvanıyor. Gelmedi şeyler üşüşüyor kafasına –salınmak en azından bu ği, uğramadığı, halini hatırını sormadığı için bozu na imkân sağlıyor, bedeni, zihni sallayıp durmak– luyor, ama gelip de bu işle ilgili konuştukları günkü bu denge noktasının koltukta oturanın ağırlığı gibi lakırdılarla kafasını ütülemesinden ürkmüyor na göre değişip değişmediğini merak ediyor mese da değil. Uğrasa bile pek konuşmaz gerçi, yakın ah la, ta lise yıllarından kalma yarım yamalak bilgiler bap olduklarının bilinmesini istemez, yönetim ku le yanıt arıyor. Giden ve gelen, yaslanan ve kaykı rulundakilere Adil’i, “Bizim bir müşterinin yakını,” lan ağırlık değişmediğine göre neden mesafe değiş diye tanıtmış, “Arkadaşımın arkadaşı” bile diyeme sin ki diye düşünüyor, ama bu arada bir dolu şeyi miş, anlıyor onu, kızmıyor, omuz silkiyor en çok. atladığının pekâlâ farkında, o zamanlar öğrettikleri Hatta bazı günler onun, “Sen burada bu işi yapacak fiziğin de çok şeyi atladığını bilmiyor değil; bunları adam mıydın?” diyen bakışlarını bile özlüyor san düşündükçe sözelci olduğuna sevinecek neredeyse. ki. İyi niyetin, yardımseverliğin derinlerdeki hın Bunu en azından babasına anlatabilse daha bir cı bastıramadığının ifadesi olduğunu düşündüğü bir sevinecek. Adil kırkını çoktan geçti, babası geçen kısışı var gözlerini; “Sen bizim gururumuzdun oğ sene yetmiş oldu, neredeyse yirmi beş yıldır, “Sen,” lum, senden çok umutluyduk,” diye başladığı tira deyiverir bazen, “sayısalcı olacaktın oğlum, mü dını, “Böyle zamanlarda göze görünmemek en iyi hendislik okuyacaktın, ya da temel bilimlerden bi si, bunu nasıl akıl edemedin, anlamıyorum,” diye rini.” Matematik öğretmeni olmanın verdiği çok tamamlarken ne sesi ne bakışı gıdım değişiyor. Ya özel bir güven var babasında, onca yılın, onca yıl arada kaçırsın istiyor Adil gözlerini ya da kaşlarını da oğlunun adının önüne eklenen unvanların değiş çatsın, oysa sürekli bir donukluk, bir çift mat bilye. tiremediği bir şey – hemen her cümlesi kallavi bir Gene de bazen o adam olmadığını birilerinin bildi denklemin açılımı gibi çıkar ağzından. Epeydir bı ğini görmeye ihtiyaç duyuyor Adil. rakmıştı aslında bu sayısalcısözelci muhabbeti İlk günlerin kaygısı, telaşı, utancı geçtikten sonra ni, ama şimdilerde pek sık söyler oldu, Selda’yla fırsat bulup odasında yalnız kaldığında sırtını yasla birlikte yanlarına her gittiklerinde neredeyse. Çok yıp hafifçe yaylanırken bir ömrün böyle geçebilece üzüldüklerinin, yaşlandıkça tedirginliklerinin he ği hissine kapıldığı da oldu, bütün bu işleri yaparak, men her konuda iyiden iyiye arttığının farkında, buradakilerin şikâyetlerini dinleyip arızaları, sorun belli ki aralarında konuşurken Adil’i suçluyor, ah ları gidererek, buraya gide gele binalarla, duvar iç lanıp vahlanıyorlar, ama yüzüne karşı kabahati yıl lerindeki tesisat ve yerlerdeki döşemelerle birlik lar önceki bir tercihe atmakla yetiniyor babası. Baş te yaşlanıp açıktaki demir parmaklıklarla paslana larda biriki kez meselenin bu olmadığını anlatma rak, bugüne dek kaygılandıklarını hiç dert etmeden ya çalıştı, babasının anlamadığını sanmıyor, bir çır kafayı rakamlarla, faturalar, ödeme çizelgeleri ve o pıda kendisiyle ay bunu dedi, şu başka şey söyledi’lerle nı du meşgul ederek. Bilhassa akşamüstleri, pekâlâ böyle de yaşanır, diyesi. Hoyrat olan da akşamüstleri değilmiş, kuşluk vaktiyle baş etmek daha zormuş, hele karanlık kış günlerinde – tespit yapmadan duramıyor, “mesleki bozulma” diye geçiriyor içinden. Akşamüstü dediğin geçer, öyle ya da böyle, çabucak gelir akşam, gece desen uyku, televizyon, bilgisayar; mesele sabah kalkıp kahvaltı yaptıktan sonrası. Ev içlerinin tatsız loşluğu. Hele bazı günler tam bu saatlerde başkalarının evlerine girip çıkması gerektiğinde, hiç değilse kapı ağızlarında gözü kısa bir an içeri takıldığında. Nasıl baş ettiklerini bilemiyor insanların günün bu saatiyle, bu evlerde, azıcık ışığı soğuran şaşaalı eşya, bunca sıkıntılı yüz, tatsız bakış arasında. Sonra birden tam da bu saatlerde çağrılmasının, kavgaların, atışmaların en derinlerinde yatanın aynı dert olabileceği geliyor aklına. Hem akşamüstlerindeki loşluk koşar adım koyulaşır, bir bakmışsın ortalık büsbütün kararıvermiş – işsiz geçirdiği ayların gözlemi bu, burada günün karardığını çoğu gün göremiyor, penceresiz odasında asansörün daha sık çalışmasından anlıyor, odasına giren çıkanın azalmasından. Sabah loşluğunu izleyense acımasız, insanın içini açmak yerine daha da bunaltan bir parlaklık. Lüzumsuz, yersiz bir ışık fazlalığı, bitmek, gitmek, solmak bilmeyen; hiçbir şeyle dolmayan, hep bir şeyler talep ederek insanın üzerine abanan koca bir gün. Günün kararmasını beklemek de parayla, oyalanmak ateş pahası. Selda daha dirayetli çıktı, kitaplara gömülüyor, bir şeyler çiziktiriyor, birileriyle telefonda uzun uzun konuşuyor, “Evet, evet, ikimizi de,” derken sesi dikleniyor sanki, kısaltmalarla konuşmuyor, her şeyi adlı adınca anarak güç topluyor, ışık, karanlık, loşluk değmiyor demek gözlerine, Adil’se kısa kesmek istiyor her şeyi, sesi Selda’nınki gibi çıkmayacaksa, kıpkısa; hele ki gün bu kadar parlak, her şey açık seçik, en görülmeyecek halleriyle gözler önündeyse. Akşamüstlerini atlatmak daha kolay, yummak gibi gözlerini, başını çevirmek gibi olan bitene. Yapmasını umduğu, buydu J Blok çatı katı’nın, handiyse buyurduğu. Sayfiye kokusu ertesi sabah erken saatlerde bir kez daha geldi Adil’in burnuna. İsin sisin, dumanın pusun arasında, ani frenlerde öne itilip hareket ettiğinde arkaya çekildiği, düşmemeye, ayakta durmaya, daha şimdiden güne başlama yorgunu öbür yolculara çarpmamaya çabaladığı minibüsten inip toprağa birer kama gibi saplanmış siteleri birbirinden ve caddeden ayıran yüksek duvarların önündeki daracık kaldırımda, daha sönmemiş sokak lambalarının altında yürüdüğü sırada, yağan pis yağmura, yüzünü kesen poyraza rağmen –belki de onlardı getiren–, gece boyu bölük pörçük uykularında ve uyanıklığında kendisini burada, bu sığınaktan bozma, kapısında “İdare” yazan odada, sürekli şikâyet şekva içinde konuştukça konuşan, dönüp dolaşıp aynı cümleleri yeniden ısrarla peş peşe yineleyen, sanki bütün dünya onlara bir şeyler –para, mülk, unvan, itibar– borçluymuşçasına mağdur ve bundan her daim haklılık, aksilik ve şirretlik almaşığı bir ömür devşiren adamlarla kadınların evreninde sıkışıp kalmış hissetmekten bıkkın, her yanını balçık bataklık kaplamışçasına hareket edememiş olmaktan yorgun, gecenin korkusundan, kaygısından henüz sıyrılamamış halde ağır aksak yürürken tökezleyiverdi, düşer gibiyken doğruldu. Karşı kaldırımdan bir kadın telaşla caddeyi geçip yanına geldi, “İyi misiniz?” diye sordu, “Bir şeyiniz yok, değil mi?” “İyiyim, iyiyim,” dedi Adil, “Sağ olun. Ayağım boşluğa geldi sadece.” Burkuldu sandığı ayak bileğini sağa sola birkaç kez kımıldattı, acımadığını fark edip gülümsedi. Kadının kaygılı bakışları da yumuşadı, gülümseyerek karşılık verdi. “Dikkat edin ha.” dedi, “Yerler çok kaygandır, cam gibidir.” Kadının beklenmedik ilgisiyle duygulandı Adil, boynunu kat edip çenesine doğru bir ürperti geçti sırtından, teşekkür ederken sesi titredi. İşte, tam o sırada, kadına yol vermek için yana çekilip avuçlarının içiyle duvara dayandığında aldı sayfiye kokusunu. C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear