Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
SAYFA 4 ÇOCUK sesİ Bekİr Onur Hİlal Bebek 14 OCAK 2018, PAZAR Şeker gibi yazılar Kim korkar matematikten? Ben korkarım. Yaşamım boyunca matematikten korktum. Oysa önce yeğenlerimi; sonra oğlumu matematik çalıştırırken çok zevk aldım. Öyleyse neydi bu korku? Baştan alayım (bu başa dönme yöntemini Zeynep Oral’dan ödünç alıyorum!). Ortaokul ikinci sınıfta matematik dersinde öğretmen beni tahtadaki matematik problemini çözmeye kaldırıyor. Uğraşıyorum ama yapamıyorum, başımı umutsuzca iki yana sallıyorum. Öğretmen, “Başını sallayacağına tahtaya vur tahtaya” diye kükrüyor. Üzerinden 60 yıldan fazla geçmiş, hâlâ kabus gibi hatırlıyorum. Dahası, üniversitede felsefe okumaya gelip karşıma psikoloji ve bilim tarihi derslerinde de matematik çıkınca iyice yılıyorum (sınıf arkadaşlarım Prof. Ahmet Arslan ve Füsun Akatlı ne yaşadılar bilmiyorum). Geçenlerde Zeynep Oral, Münir Özkul’un şöyle dediğini nakletti: “Bırakmıyor adamın peşini çocukluk korkuları... O nedenle, çocukları çok sevmeli, onlara çok anlayış göstermeli. Belki benim bu mesleği seçmem çocukluğumdan, çocukluktaki korkulardan intikam alma isteği...” (Cumhuriyet, 7 Ocak 2018). Yoksa ben de eğitim mesleğini bunun için mi seçtim? Öyleyse konuya matematik eğitiminin psikolojik boyutu açısından bakalım. İnanç, değer, tutum, duygu Özellikle ortaokul yıllarında matematiğe ilişkin olumsuz duyguların ve kanıların matematik öğrenmeyi etkilediği bilinir (Fransızlar “Orta 2 bunalımı”ndan söz eder). Duygusal alan birbiriyle bağlantılı dört boyut içerir: 1. İnançlar, genellikle doğruya ilişkin öznel varsayımlarla ve bunların eyleme hazırlamasıyla ilgilidir. Öğrencilerin matematik hakkındaki inançlarını (“matematik zordur” gibi) bilmek önemlidir çünkü bunlar sınıfta matematik öğrenmenin doğasını etkiler. 2. İnançlar gibi değerler de kümeler halinde örgütlenir, eylemler birçok değerden etkilenir. Matematiksel eğitim değerleri içinde açıklık, tutarlılık, süreklilik, yaratıcılık sayılabilir. 3. Tutumlar bir duruma ya da konuya öğrenilmiş –olumlu, olumsuz tepkilerdir. Matematik karşısındaki tutumları ele alan araştırmalar pek çok insanın matematiğe olumsuz tutumları olduğunu, bunları da genellikle derslerde edindiğini göstermiştir. Öğretmenlerin kişilik özellikleri, öğretim yaklaşımları, değerlendirme teknikleri özellikle etkilidir (öğretmenin öğrenciyi azarlaması, aşağılaması, dövmesi gibi). 4. Duygular özel bir duruma gösterilen geçici ve değişken tepkilerdir (tutumlar daha sürekli ve tutarlıdır). Matematik karşısındaki duygular zevk alma ve coşku duyma olabileceği gibi, daha çok panik, can sıkıntısı, hatta nefret olabilir. Matematik kaygısı adı verilen duygu aslında evrenseldir, popüler medyada sık görülür, ergen sohbetlerinde yaygındır. Bu duygu yerleştiğinde tutum gibi işlev görür. Matematik kaygısı matematik dersinde başarısız olmaya, sonunda matematikten korkmaya ve kaçmaya yol açar (yukarıda görüldüğü gibi). Raffaello, Atina Okulu, fresk, 15091511, Vatikan. Tablonun solunda müzik ve aritmetik (Pisagor), sağında geometri ve astronomi (Öklit) çalışanlar yer alır. ‘Öğretmene öğretme’ günü Bütün bu öğeler genellikle matematik dersinde öğrenilir ve yaşanılır. Öğretmene düşen görev hem kendisinin hem öğrencinin matematiğe ilişkin tutumlarının farkında olmaktır. Eğitim yetkililerine düşen görev de bunları araştırıp ortaya koymaktır; belki böylece PISA’daki matematik başarısızlığımızın arka planındaki nedenlerini öğrenebiliriz. Olumlu duyguları desteklemeye, olumsuzları safdışı etmeye çalışmak önce okulun ve öğretmenin görevidir. Elbette kendileri bu olumsuzlukları yaratmasalar daha iyi olur. Bu vesileyle, öğrencilerin –yaşları ne olursa olsun öğretmenler hakkında birçok şeyin farkında olduklarını belirtmek isterim. İşte güzel bir örnek: Bütün öğretmenler eğlenceli, mizah duygusu sahibi, kibar, sabırlı, adil olmalı (Kimberley, 11 yaş). Ve çarpıcı bir diğer örnek: Bizim bir “öğretmene öğretme” günümüzün olması gerektiğini düşünüyorum. Öğretmene bir çocuk olmanın ne olduğunu öğretebiliriz (Jonathan, 10 yaş) * Öğretmenlerin de öğrenmesi gerektiği bundan daha güzel anlatılır mı! * G. Burke ve I. Grosvenor, “The school I’d like” Londra, 2003 Tüm sermayemiz, bir ötekini takip ve bir ötekine gösteriş Sanal kimlikler, gerçek kimsesizlikler Yıllar geçiyor, seçenekler çoğalıyor, imkânlar artıyor fakat insan daha mutlu değil... Artan refah düzeyi ve imkânlar, “popüler”leşen insan, önüne geçilen yaşlılık, “güzelleşen(?!)” kadınlık ve teknolojik tüm ilerlemeler bir yana... İnsan daha mutlu değil. “Mutluluk memnuniyettir”den “mutluluk, sahip olmaktır”a evriliyor tanımlarımız. “Mutluluk, şükretmektir”den “Şükretmek, mutluysan mümkündür”e dönüşüyor yaşam felsefemiz... İnsan, daha çok sahip ve daha memnuniyetsiz; daha çok talip ve daha eksik bir canlı olmaya doğru gidiyor. Tüketim kültürü, acıkmadan yemeye, çiğnemeden yutmaya, emek vermeden sahip olmaya ve en kısa sürede arzularımızı tatmin etmeye yönelik vaazına devam ediyor: Sahip ol, mutlu ol, hızlı ol... Peki, ol diyen var mı; “Ol”?! Kalabalıkta yalnızlık Bileziklerini satarak, her gün şekerleme yiyen çocuklar gibiyiz. Bir “bolluk”, bir “zenginlik”, bir “doluluk” içindeyiz... Kısa süreli hazlar denizinde gerçekliğe teğet geçiyoruz. Emek vermeden yakınlaşmak, bedel ödemeden sahip olmak, vermeden almak, sınanmadan dost, çalışmadan âlim, öğrenmeden bilgin olmak, hepsi mümkün... Kolay satın alınabilir imajlarla değerli ve hızlı erişilebilir takipçilerle kalabalık olmak, yokluklarımıza su serpiyor!.. Oysa emeksiz erişilen, ilmek ilmek dokunmayan her yapı çürük olmaya mahkum. Kısa süreli mutluluklar ve hızlı hazlar, uzun vadede kalıcı bir doyuma neden olmuyor. Mutluluğun tarifini yanlış yaptık da şifa niyetine zehir mi içiyoruz acaba?.. Artan imkânlar ve ondan hep bir fazlası artan arzularınla hep bir şey eksik mi? Çoğalan kalabalıkta midene ufaktan bir yalnızlık mı oturuyor? Mutluluğun formülü, sahip oldukların, bölü, beklentilerin mi? Ve oran, aslında hep aynı mı kalıyor?.. Değerli hissetme derdi Her an erişebildiğin kişiler, çabuk yakalayabildiğin hazlar, gösterebildiğin mutlulukların var: Kalabalıksın, sosyalsin. Güzel mekânlarda, güzel kişilerle, güzel yemekler yemektesin... İmajın toz bulutu gibi yükseltmekte ve bolca beğenilmektesin. “Takip edilmekte”sin!.. Kimliğimizi kısa yollardan ve kestirme tünellerden hızlıca parlatma şansımız var. Değerli hissetmek değil mi hepimizin derdi? Beğenilen, sevilen ve kendini sevebilen biri olmak? Sosyal medya, bizi tam da bu arzulara ulaştırıyor. En azından ulaşmışız illüzyonu yaratıyor. Sanal kimliklerle... Gerçek ilişkilere, vefaya, sorumluluğa, ihtiyaç sahibine yetişmeye, kötü gün dostu olmaya harcanan emek ise maalesef giderek azalıyor. Sosyal medya, zehirli balını zerk ediyor içimize ağzımıza “beğeni” çalarak. Tüm sermayemiz, bir ötekini takip ve bir ötekine gösterişe harcanıyor. ‘An’, kayıp gitmekte Bir gönderiyi beğenince iletişim kurmuş, bir resme yorum yapınca vefalı olmuş, bir zulme sövünce sorumluluğumuzu yerine getirmiş oluyoruz. Dünyayı sosyal medyadan kurtarıyor, mağdura sosyal medyada sahip çıkıyor, özgüvenimizi sosyal medyada biriktirdiğimiz beğeniler üze rinden devşiriyoruz. Mekânlara giriyor, Şenol Bezci mekânlardan çıkıyoruz. “An”, kayıp gitmekte elimizden. Sosyal med ya mecralarına anı hibe ediyoruz. Sanal dünyada büyüyen egolar, gerçek dün yada çürüyen “ben”lere denk geliyor. Karşısında kinin gözüne bakmayan, muhabbeti azaltmış, teması en aza indirgemiş, “gösteri dünyasının yıldızları” olarak gerçek hayatta yıldızımızın ışığını kaybediyoruz. Fenomenler, oyun dünyasının şampiyonları, Instagram’ın prensesleri, gece 12’de bal kabağına dönüşebiliyor. Annesinin gözünün içine bakmamış, dostunun derdini fark etmemiş, bir çocuğun başını geçerken okşamamış, engin bir doğanın içindeki elektronik küçük kutulara sıkışmış yaşamaktayız. Anı kaybeden, kendini de, geleceğini de kaybediyor. Deneyimler, ağzımızdan girip dibi delik torbamızdan dışarı akıyor. Otomatik pilottaki hayatlarımız, geçtiğimiz yoldaki kediyi görmemize mani oluyor... Ve iz bırakmıyoruz. Bir ‘kayıp çocuk’ Sahte gebelik gibi, adeta hiç doğmayacak bir çocuğun peşinde sahte kendiliklerimiz doğsun diye beslenmeye devam ediyoruz.. Başkalarının gözünü boyamaktan geçen bir değerlilik duygusuna yapılan yatırım, zamanımızı, emeğimizi, sermayemizi sarmış durumda. Yansımalardan bir güneş yaratmaya çalı şıyoruz! Halbuki ancak ve ancak ilişkilerimiz, de ğerlerimiz, eylemlerimiz, hayata temas edişimiz, üretkenliğimiz ve duyarlılığımız ışığında büyüyebilir gerçek kendiliğimiz... İçimizde, anlam arayan, değer üretmek isteyen ve büyümeye sevdalı gerçek çocuk kayıp, uzakta ya da aç bırakılmış du rumda... Odaklandığımız sanal dünya, sahip ol ma, tüketme, imaj yaratma, beğeni alma, vs. bunların hepsi, şişirdiği egolarımızın kuyusunu kazıyor. “Olmak” unutulmuş... “Sahip olma” şehveti, bütün enerjimizi gasp ediyor. Anı yaşamak, göstermeden “olmak”, teşhir etmeden yaratmak, satın almadan vermek, dertlere temas etmek, değerlerimizle irtibata geç mek... Kederinde anlam, sevincinde özgürlük, yalnızlığında kalabalık, arkadaşlığında yakınlık bulmak... Üretmek, yaratmak, düşünmek, sancı çekmek, gelişmek... Zor durumdaki psikolojimizi koruyacak ve onaracak anahtar kelimeler bunlar gibi gözüküyor... Bunlar olmaksızın gece yatağa yattığımızda sesi kısılmış fakat henüz ölmemiş “gerçek” tarafımızsa, sürgü ne gitmiş bir gurbetçi gibi fısıldıyor: “Hep bir şey eksik sanki, hep bir şeyler anlamsız!..” Bir Resim Bin Kelime Murat Bergi 14 Ocak 2018 SAYI: 2 İmtiyaz Sahibi: CUMHURİYET VAKFI adına Orhan Erİnç İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay Genel Yayın Yönetmeni MURAT SABUNCU Yazıişleri Müdürü BÜLENT ÖZDOĞAN Yazıişleri Müdürü (Sorumlu) Faruk Eren Yayın Yönetmeni TAYFUN ATAY Görsel Yönetmen Ulaş ERYAVUz Yayın Koordinatörü Gürer mut Sayfa Uygulama İLKNUR FİLİZ Yazar İlüstrasyonları CAN GÜVEn Reklam Direktörü Deniz Tufan Rezervasyon ve Planlama Koordinatörü Bülent Gürel Yayımlayan ve Yönetim Yeri: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ. Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No: 2 34381 Şişli/İstanbul Tel: (0212) 343 72 74 (20 hat) Faks: (0212) 343 72 64 eposta: posta@cumhuriyet.com.tr Reklam Yönetimi: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ. Prof.Nurettin Mazhar Öktel Sk. No: 2 34381 Şişli/İstanbul Tel: (0212) 343 72 74 (20 hat) Faks: (0212) 251 98 68 eposta: reklam@cumhuriyet.com.tr Yaygın süreli yayın. Cumhuriyet Gazetesinin ücretsiz ekidir. Baskı: DPC Doğan Medya Tesisleri Hoşdere Yolu 34850 Esenyurt/İstanbul Dağıtım: Doğan Dağıtım Satış Pazarlama Matbaacılık Ödeme Aracılık ve Tahsilat Sistemleri AŞ Esenyurt/İstanbul C MY B