Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
SAYFA 2 14 OCAK 2018, PAZAR Her şey Mİrgün Cabas Çalışan gazeteciler, çalışmayanların Çalışan Gazeteciler Günü’nü kutladılar Teslim olmuş gözükmeden teslim olma sanatı Geçen haftanın bir günü, Çalışan Gazeteciler Günü’ydü. Cumhuriyet’te çalışan gazeteciler, çalışmayanları konuşturarak bu günü “kutladılar”. İşsiz bırakılan, hapisten çıktıktan sonra cüzamlı muamelesi gören, başka işlerde tutunmaya çalışan gazetecilerin sosyal, vicdani, hukuki, maddi sıkıntılarını yansıttılar. Eh bu zamanda çalışan gazetecilerin diğerlerine bakıp, “halimize şükürler olsun, o zaman dans!” demeyeceği belliydi. Ki zaten gazeteciliğin doğası da bu... Söz konusu edilen her şeyi, kendisinden çok, gölgesinin düştüğü yere bakarak değerlendirmek. Çalışan gazeteciler gününde çalışmayanları konuşturmak, demokrasi nutuklarında despotluğun izlerini aramak, vaatleri dinlerken yalanları görmek, “şerefsizler”e en çok yüklenende onursuzluğun, cesaretiyle böbürlenende korkaklığın izlerini görmek... İşkillenmek bizim işimiz Gazetecilik beğenmemek, başka türlü olabilir miydi diye sormak, huylanmak, bit yeniği aramak, tutarlılığı sorgulamak işidir. Gazeteciliği yapmak, bir düşünme biçimidir. Önünüze gelen bir açıklamayı, bir veriyi, bir davranışı, neresinden tutacağınızı bilme işidir. Bunu yaparken de kimi mutlu kimi mutsuz edeceğinizi düşünmezsiniz. İç güdüsel bir şeydir bu. Bir şeyi okursunuz, zihninizde bir ışık yanar, o ışık okuduğunuz şeyle bağlantılı başka bir şeyi aydınlatır. Bu bazen önceki bir demeçtir, bazen unutulmuş bir suç, bazen yarım kalmış bir girişim... Güncel olanla diğeri yan yana gelince, bingo! Haber olur. Benim ve kuşağımın meslekteki ilk yılları, işimizi dolu dizgin yaparak geçti. Daha doğrusu, geçmiş... O zaman da çok şikâyetçiydik, o zaman da elimizi kolumuzu tutmaya çalışanlar yok değildi ama meğer şanslı zamanlarımızmış. Muhataplarımıza “niye öyle dedin, neden öyle yaptın” diye sorarak, çelişkilerin peşinden koşarak çalıştık. Yapa yapa öğrendiğimiz şeyi, yapa yapa öğrettik de. Sonra gel zaman git zaman, işimiz yapılamaz hale geldi. O zaman sorunumuz, elimizin kolumuzun tutulmasıydı. Şimdiki sorunumuz daha büyük. Herkesin birbirinin kafasına aynı anda silah dayadığı western filmlerindeki gibi, medyada her kes birbirinin kolunu tutar hale geldi. Meslekte tek bir kuşak sırayla şöyle dönemlerden geçti: İktidarı sorgulayabiliriz, İktidarı bazı alanlarda sorgulayabiliriz, İktidarın açıklarını görmezden gelmeliyiz... Şimdi iş yeni bir aşamaya geldi: İktidarı kendine rağmen savunma, onun kendi ayağına sıktığı kurşunları, canını acıtmadan çıkarma aşaması. Bunu söylerken de yandaşlardan bahsettiğim zannedilmesin. Çünkü bugün iyi gazetecilik, teslim olmuş gibi gözükmeden teslim olma sanatını uygulamak demek ve en iyi gazeteciler yandaş gazetelerde çalışmıyor. Hiçbir zaman da çalışmayacaklar. Yufka açıyor ama içinde un yok Mesele sadece bugün gazete ve televizyonları açtığınızda dünyada ve Türkiye’de aslında ne olup bittiğini öğrenememekten ibaret değil. Mesele, işini yapılması gerektiği gibi yaptığı için çalıştırılmayan gazeteciyle birlikte, gazeteciliği gazetecilik yapan refleksin de söndürülmüş olması. Mesela, bütün baklava ustalarının bir gecede yerlerini, çok iyi unsuz ve şerbetsiz baklava yapan, çok becerikli ustalara bırakması gibi bir şey. Sorun, bu mamulün size baklava diye dayatılması, sizin de bunu bir süre sonra sineye çekip baklava kabul etmeniz. Gazeteciliğin sonunu ne getirecek? Gazetecilik görerek öğrenilen bir meslek. Her iş gibi biraz yetenekle ilgili ama daha çok tecrübeyle gelişir. İşi yaparken öğrenirsiniz. Bir ustanız olsun ya da olmasın, bu işi iyi yapanların nasıl yaptıklarına bakarak ilerlersiniz. Omuz omuza yarıştığınız rakibinizden, futbolcu gibi, sahada nerede durmanız gerektiğini öğrenirsiniz; basın toplantısında soru soran bir yabancı gazetecinin üslubu kafanızda yer eder; bir köşe yazarı sizin izlediğiniz bir olayı sizden daha iyi anlatmıştır, ders çıkarırsınız... Yapa yapa, göre göre öğrenirsiniz. Öğrendikten sonra haberini edit ettiğiniz bir stajyerin haberinden bir paragrafı silersiniz, canlı yayında soğukkanlılıkla bir yayıncılık krizinden çıkarsınız, sahada işlenmiş hatayı editör masasında toplarsınız ve birileri de bu işi sizden öğrenir. Yapmak istediğiniz haberin karşısına engeller çıkarırlar, engellerin etrafından nasıl dolaşacağınızı bulursunuz. Duvarlardaki çatlakları büyüterek oradan geçmeyi, ne zaman diklenip ne zaman saf numarası yapacağınızı, yapa yapa öğrenirsiniz. Sizden de birileri öğrenir. İşte bu yüzden, yaşadığımız sorun gazeteciliğin yalnızca bugünüyle ilgili bir sorun değil. Daha çok yarınıyla ilgili. Bugün siyasi kulis haberinin ne olduğunu ve nasıl yapılacağını bilen ama yapamayan, basın toplantılarında soru sorulduğunu bilen ama azarlanmamak için sormamayı tercih eden, basın bültenlerindeki istatistik yalanlarını gören ama sineye çekenler, gazetecilikle son bağımız. Yarın onların yerini kulis haberinin ne olduğunu bilmeyen, basın toplantılarını teyp gibi dinleyen başka bir kuşak alacak. Yeteri kadar nitelikli ve arzulu taze kanın taşınmadığı, gençlerin ekranda Birandları, Kırcaları, Dündarları değil, küfürbaz homongolosları idol bellediği bir medya düzeni gelecek, işte biz o gün tükeneceğiz... Ahmet Tulgar Zapturapt altına alınmak istediği despotizm kalelerinden firar girişimi Teşhis Bir simülasyon olarak Yıldız Tilbe İmkânsız ama Yıldız Tilbe’yi Baudrillard ve Deleuze&Guattari’nin beklediği bir odaya davet etmek (ya da kapatmak) ve bu kıymetli filozofların kendisine biraz nasihat etmesini sağlamak isterdim. Kendi iyiliği için... Filozoflar herhalde onu bundan böyle siyasi bir laf etmeme konusunda ikna ederlerdi. Çünkü sevimsiz oluyor öyle yapınca. Oysa onu çok sevmiştik, değil mi? Bu arada “Neden Baudrillard ve Deleuze&Guattari” diye soracak olursanız, “çünkü hiç zorlanmadan ve konuyu zorlamadan bu filozofların kavramlarıyla kolayca anlayabiliyorum ben Yıldız Tilbe’yi” diye cevap verirdim. Onun özgünlüğünün esbabı mucibesini yani... Bir kere baştan söyleyeyim, çok iyi, çok yetenekli bir müzisyen olmasına rağmen Yıldız Tilbe bununla yetinmemiş, yetinememiş, kendisinden bir şarkıcı ve besteci simülasyonu üretmiştir. Yıldız Tilbe bir şarkıcı simülasyonu olarak bir kez daha Yıldız Tilbe olmuştur zaman içinde. Bizim televizyonda epeydir izlediğimiz işte bu ikinci Yıldız Tilbe olmalı. Birincisiyle ilgilenmiyoruz artık, o yok. Yolu Sezen açtı Televizyon demişken Yıldız Tilbe’nin ‘Delikanlım’ı 1990’ların ortasında, özel televizyonların ergenlik döneminde, popçu furyasının ilk aşamasında haykırmaya başladığını unutmayalım. Özel televizyonların toplumsal hayatın her alanında bir hipergerçeklik şişirmeye başladığını el yordamıyla ve sezgileriyle kavrayan bu müzikal meteor, üreteceği simülasyonun kendisinden çok daha kalıcı olacağını yine sezgileriyle keşfetmiş olmalı. Bu simülasyon aynı zamanda çok daha özgür davranabilecekti. Bunu da seziyordu herhalde. Birinci Yıldız Tilbe’ye açtığı alanda bu simülasyon, konservatuvarlı züppe meslektaşlarının, kentli orta sınıfın Batı eğitimli hevesli çocuklarının ya da sahnenin yükünü tutmuş, tuzu kuru kıdemlilerinin burun kıvırmalarını emerken, kendisine de yoksul sınıf öfkesini püskürtme imkânı sağlayacaktı. Yıldız Tilbe, Yıldız Tilbe’ymiş gibi yaparak Yıldız Tilbe oldu, Yıldız Tilbe’liğin tadını çıkarmaya başladı. Bizim şimdi Yıldız Tilbe olarak izlediğimiz bu “Yıldız Tilbe simülasyonu” nasıl oluştu peki? Bir simülakr (simulakrum)* olarak Yıldız Tilbe, Yıldız Tilbe tarafından nasıl üretildi? Yeni geldiği ve acemisi olduğu ortama bir tepki, içinde zapturapt altına alınmak istediği despotizm kalelerinden firar girişimi, inadına dolu dizgin işleyen bir zevk makinesinin zembereklerini kapıp koyvermesiyle olmuş olmalı. Yıldız Tilbe’ye İstanbul’un ve pop müzik endüstrisinin yolunu Sezen Aksu açmıştı. İlk parlama döneminde ona hamilik ve “mesenlik”** yaptı Aksu. Ancak Sezen Aksu malikanelerinin merkezi disipliner yapısı ona göre değildi. Terk etti ya da kovuldu. İkinci parlama döneminde girdiği despotizm kalesi ise 90’larda Hilmi Topaloğlu aile reisliğinde oluşmuş Mahsun Kırmızıgül’lü, Özcan Deniz’li, Seda Sayan’lı meşhur Prestij Müzik modelini takip eden Tatlıses Müzik oldu. Bu ikinci yerleşiklik denemesinin öncesinde yeni tarzı henüz kabul görmediği için günlük ekmeğini küçük lokal ve barlarda sahne alarak kazanır olmuştu Yıldız Tilbe. Ancak Tatlıses Müzik’i de çok sürmeden gürültülü biçimde terk etti. Artık özgürce akmaya başlayabilir, bentlerini zor layabilirdi. Türkçepopun dekoderi Yıldız Tilbe, şarkı söylemeye ya da beste yapmaya başladığında popüler ya da geleneksel müzikali tenin kodlarını dağıtıp yeniden toplamaya başlar, hançeresinden dilin gramerini bozan dekode edilmiş bir akış olarak yeni bir sentaks saçılır, jest ve mimikleri çehresini ve bedenini terk edecek kadar durumdan bağımsızlaşır, koreografi geometriyi zorlar, duygusal mantık şarkının sözlerinde absürde indirgenir, kıyafetleriyle modanın dayatılmış, keyfî estetik ideolojisini lime lime eder, şuh kadınla dalgasını geçer, makyajı silinmemiş, tam tersine aşırıya kaçılmıştır, ruj kasten dudakların sınır çizgilerinin dışına taşar. Kendisini aşkın, arzunun ve duygunun karşısında çaresiz olarak lanse eden Yıldız Tilbe aslında kendi kendisinin çaresi olmuştur. Türkçe Pop’un dekoderi olarak. Her bestesi hem besteyi işaret eder, hem beste yapma uğraşı karşısındaki çaresizliği... Her şarkı sözü hem aşırıya kaçmış bir durumu işaret eder, hem bu durum karşısındaki çaresizliği... Şarkı söylerken hem çok iyi söyler hem de şar kı söyleme uğraşının (belki de hayat uğraşının) yorgunluğunu ve bu uğraştan bıkkınlığı gösterir. Sosyal medya kullanımını da çığırından çıkarmayı başaran Yıldız Tilbe, son birkaç yıl içinde art arda siyasi gaflar yaptı. Ve onda adını koyamadıkları bir özgürlük arayışı duyumsayıp ona fazladan sempati duymuş çok sayıda entelektüel (okumuş) hayranını ya da sempatizanını hayal kırıklığına uğrattı. ‘O Ses Türkiye’ jüriliği Oysa burada onun derdi anlamlaydı. Bırakınız siyaseten doğruculuğu umursamamayı, uluslararası hukukta insanlık suçu olarak kodlanmış kimi söylemleri bir anlam arayışında olduğu için değil, sadece zevk için ortaya bırakmış ki bu yine de ırkçı ya da nefret suçu içeren ifadelerini affettirmiyor, anlam ve etkisini, gelebilecek tepkileri dikkate almamıştır. Sadece aşırıya kaçmak istemiştir. Bundan artık zevk aldığı için. Yine de Yıldız Tilbe şöhretinin zirvesinde keyif çatıyor işte. Türkiye 90’lardan bu yana iyice karmaşıklaşan hipergerçekliğine yerleşti yerleşeli, bir simülasyon olarak Yıldız Tilbe popüler kültürde kolay sarsılmayacak bir yer edindi. Bugünlerde ise Yıldız Tilbe bir başkaldırı ve özgürleşme simülarkı olarak bir talim, terbiye ve disiplin simülasyonu, bir hipergerçeklik performansı olan “O Ses Türkiye”de tam da simule ettiğinin tersi bir işlevle jüri koltuğunda oturuyor. Bu iki simülasyonun karşılaşma ve çelişkisinden ise bolca reyting sağlayan bir gerilim ve çatışma doğuyor. Tam da zamanın ruhuna uygun bir şey. * Simülakr: Bir gerçeklik olarak algılanmak isteyen görünüm. ** Mesen: Sanatçıları koruyan, her yönden onlara destek olan para yardımında bulunan varlıklı kimse. C MY B