Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
6 13 MAYIS 2012 / SAYI 1364 AYŞE YILDIRIM BİR sergi Tarihin iliğinden geçen düğmeler İ Herkes güzellik hastalığına yakalandı Özdemir Kurtoğlu “Çevrem sürekli benim bu biriktirme huyumla, düğme koleksiyonumla dalga geçiyordu. Onun için kesin beni işletiyorlar diye düşündüm.” Kurtoğlu, işin ciddiyetini ancak bir süre sonra; önce Göknur Hanım, sonra da kültür komitesinin kendisini Yalova’da ziyaret etmesiyle anlıyor. Arkası çorap söküğü gibi geliyor. İki milyon düğme oturulup ciddi ciddi tasnif ediliyor. Fransa’dan, Kanada’dan, Amerika’dan düğmelerle ilgili kitaplar getiriliyor ve sergi için 50 binden fazla düğme seçiliyor. Sergi 13 Mayıs’ta SaintMichel’deki Jeanne d’Arc sergi salonunda açılacak ve 17 Haziran’a kadar gezilebilecek. Koleksiyonda 18 ve 19. yüzyıllara ait Osmanlı kolluk kuvvetleri düğmelerinden, Fransız aristokrat bir ailenin düğmelerine, harem giysisi düğmesinden soylu bir ailenin kakmalı düğmesine dek pek çok ahşap, sedef, gümüş, cam, fildişi, mercan, plastik, emaye, demir, mine, çelik gibi malzemelerle yapılmış düğmeler bulunuyor. Kurtoğlu ise en çok Çekoslovakya’dan gelen çok nadir ve güzel parçalar olan cam düğmelerini seviyor. “Hem renkleri, hem modelleri hem de işçilik açısından çok ince çalışmalar. Minicik bir cama böyle şekil verilebilmesi müthiş bir şey. Bu sanırım bir dönem bir gelenekmiş onlarda. Bir tane de arkası vidalı ilginç bir düğmem var. Üzerine büyük bir yelkenli resmedilmiş. Bu düğme gerçekten çok etkilemişti beni.” Farklı düğmelerin farklı değerleri var tabii. Ama SaintMichel Lisesi’ndeki sergi için Fransız düğmeleri üzerine biraz daha detaylı araştırma yapmışlar. Buldukları enteresan düğmeleri anlatıyor Kurtoğlu: “Fransız Devrimi öncesi ve sonrasında düğmelerin üzerinde resmi ideolojiyi gösteren sloganların değişimini görmek ilginç veya yine o dönem Avrupa aristokrasisine ait ailelerin kendi işçilerine özel düğme ürettirip esnafın çalışanları, hizmetlileri çarşıda, pazarda bu düğmelerinden tanıyıp para almadan veresiye çalışmaları... İnci kakmalı veya altın kaplama bir düğmenin maddi değeri yüksek olabilir ama hikâyeleri olan düğmelerin değeri bambaşka.” Dünyaca ünlü modacı Givenchy’nin “Düğme sadece gerekli değildir, aynı zamanda bir kıyafeti güzelleştirebilir, kişilik katabilir, tasarıma son noktayı koyabilir” sözüne gönderme yapıyor Kurtoğlu ve “İnsanı kıyafeti, kıyafeti ise düğme gösterir” diyor. Ona göre kötü bir düğme kumaşın tüm güzelliğini öldürür. Tabii kendisinin de kıyafette ilk baktığı şey düğme. “Kalitesini okurum düğmenin” diyecek kadar iddialı. Günümüz düğmeleri hakkında ise konuşmaya değer pek bir şey olmadığını söylüyor. Ne de olsa “kullanat” dönemindeyiz. ayse@cumhuriyet.com.tr vrim Alasya, “Muhteşem Yüzyıl”da Nebahat Çehre’nin canlandırdığı Valide Sultan’ın gençliğini oynadı ve epey konuşuldu. Çünkü ona çok benziyordu, beden dili de aynıydı. Diziyi daha önce hiç izlemediğini söyleyen Alasya için bu role gelen büyük geri dönüşler tuhaf. Yıllardır tiyatro yapıp “görünmeyen” Alasya, oyunculuk adına aldığı eleştirilere memnun olsa da “televizyonun yalnızca para kazanmak” olduğunu söylüyor. “Tiyatro ise oyuncuyla yapılır” diyor “Muhteşem Yüzyıl”da Valide Sultan’ın gençliğini oynadınız ve bir anda gündeme geldiniz. Hakkınızı yememek gerek, benzerlikten ziyade beden dilinizle de role Tiyatro oyuncusu çok hazırdınız. Nedir asıl hikâyeniz? Evrim Alasya, l”da Seyirci böyle bir şey “Muhteşem Yüzyı beklemiyordu ve o in Nebahat Çehre'n yüzden şaşırdı. Beni bu ide role tavsiye eden Selen canlandırdığı Val ini Öztürk, Gülfem Hatun’u Sultan'ın gençliğ oynuyor dizide. Aynı du! oynadı ve olan ol tiyatrodayız onunla. dar Nebahat Hanımla Kendisi de bu ka nı benzerliğimiz gürültü kopacağı konuşulurdu, dizide tarihi beklemediğini geri dönüşler yapılması fikri ortaya çıkınca da beni söylüyor. kdir buldular. Beğenilmesi ve ta Değişik bir tecrübe k edilmesine lafı yo olsa gerek, filmde yaşayan bir karakterin gençliğini ama yıllardır emek yansıtmak. Daha mı kolay, r verdiği tiyatro bi daha mı zor? yana, böyle saman Tuhaf bir şey, daha zor. n de Yeni bir karakter yaratsanız alevi bir şöhrette ona katacaklarınız olur. Ama ğil. pek memnun de şimdi kuralları belli, beden Dizideki dili ezberlenmiş bir ra kahraman var. akıbeti mi? Rüzgâ Diziyi izliyor muydunuz? rkaç bakılırsa en az bi Hiç izlemedim. Çünkü bölüm daha benim çarşamba akşamları . tiyatro oyunum var. Teklif ekranlarda olacak gelince araştırdım, Valide Sultan’a öykündüm ve çıktım işimi yaptım. Bu kadar olay olacağını düşünmemiştim. Uzun yıllardır ciddi emek veriyorsunuz tiyatroya, böyle görünür olmak hoş olmasa gerek? Evet, şimdi bunu yaşamak çok da anlamlı gelmiyor. Televizyon böyle işte! Elbette eleştirilerde ve yorumlarda benzerliğimden çok oyunculuğumun konuşuluyor olması beni mutlu ediyor. “Ne kadar benziyor, nereden bulmuşlar bu kızı?” demelerinin bir anlamı yok. Zaten güzel görünmekten önce iyi oynamak, oynayabilmek önemli. Güzellik hastalığı, enteresan bir biçimde yayılmış durumda. Herkes güzel olmak uğruna aynılaşıyor. Renkli ama içi boş bir dünya var televizyonda. Sanırım bu dünyanın da genel derdi. Daha önceki televizyon tecrübeleriniz nelerdi? Sinemada “Muro” filminde oynadım. Televizyonda “Gönülçelen”de Röportaj: ALİ DENİZ USLU Fotoğraf: UĞUR DEMİR E stanbul’da coğrafya öğretmenidir Özdemir Kurtoğlu. Hayat tesadüfleri sever derler ya; onun hikâyesi de tamamen bir tesadüfe dayanıyor. 1990’lı yılların başında Tarlabaşı’nda oturan bir öğrencisinin babası eskicidir. Bir gün Özdemir Kurtoğlu’nu evlerine davet ederler. Onun bazı eski eşyalara ilgi duyduğunu biliyorlardır. Kocaman bir bavul gösterirler. Toz içinde ağır mı ağır bir bavuldur bu. “Al bunu senin, dediler. Önce tuhafıma gitti, ne yapacağım bunu derken, içinde yüzlerce düğme olduğunu öğrendim. Hepsi İngilizlere ait bir manastırdan geldi, orada kalan rahibelerin elbiselerinden ayıklamışlar, dediler.” Oysa o güne dek düğmelere karşı özel bir ilgi duymamıştı Kurtoğlu. “Beni o gün bavulu almam için bir şekilde kandırdılar” diyor. Eve döndüğünde toz içindeki bavulu açar Kurtoğlu ve düğmeleri tek tek yere yayıp incelemeye başlar. O kadar ilginç düğmeler vardır ki, yakından bakmaya başlayınca bambaşka bir dünyanın kapıları açılır Kurtoğlu için. Hastalık bulaşmıştır bir kere ve devamı gelir. Kurtoğlu’nun düğme merakı alır başını gider. Her baktığında yeni bir detay görüyordur artık, sahaflara, eskicilere, bitpazarlarına baktıkça yeni düğmelerle karşılaşıyordu. Artık arkadaşları da bu ilgisinden haberdardır. Kimi zaman birinin evi tavsiye ediliyor, kimi zaman falanca sahaftaki porselen düğmeler haber veriliyor ve bir gün bakıyor ki neredeyse düğmelerin içinde kaybolacak; 2 milyona yakın düğmesi vardır artık. Pek tasnif falan da yapmıyor, daha çok torbalarda saklıyor düğmelerini. Zaten göz önüne çıkarmayı da çok istemiyor. “Nazar değecekmiş gibi bir his vardı içimde” diyor. Ta ki bir yıl önce bir telefon alana kadar. Artık emekli olmuştur Kurtoğlu ve Yalova’da yaşamaktadır.. Telefonu çalar. Karşısındaki kadın “Siz, düğme koleksiyonu yapan ve Yalova’da oturan Özdemir Bey misiniz?” der. “Evet” der Kurtoğlu. Kadın kendisini tanıtır. “SaintMichel ve SaintJoseph Fransız liselerinin Kurumsal İletişim Koordinatörü Göknur Gündoğan.” Göknur Hanım, kültür komitesi öğrencileriyle düğme teması üzerine çalıştığını ve bir sergi yapmak istediğini söyler. Türkiye’nin ilk büyük düğme sergisi… Kurtoğlu, şaşkındır. Bir yandan arkadaşlarının kendisini işlettiğini düşünür. çingene Balçiçek’tim. Bir de “Ihlamurlar Altında” vardı. Tiyatroda “Atinalı Timon”, “7 Shakespeare Müzikali”, “Don Juan’ın Gecesi” ve son olarak da “Antonius ile Kleopatra”yı oynadım, oynuyorum. Başından beri hep tiyatro vardı. Zaten İzmir, 9 Eylül mezunuyum. Televizyon ve tiyatro oyunculuğunu ne belirliyor? “Televizyon para kazanmak demek” bunu tartışmaya gerek yok. Elbette oyunculuk, oyunculuktur ama televizyonun şöyle bir farkı var; hatalarınızı kamufle eder, eksiklerini kapatır. Sesiniz olmaz, başkası ses verir, ağlayamazsınız, kameralar durur, gözyaşı gelir gözlerinize damlatılır. Ama tiyatroda fark edilirsiniz, çıplaklıktır tiyatro. Tiyatro oyuncu ile yapılır. İki ayrı şeyler, farkı zihniyetlerle değerlendirmek gerekli. Televizyonda herkes oynayabilir. Sinema... Sinema ondan daha üstün, oyunculuk yönü daha ağır. Ama sinema üstüne ahkâm kesecek ne bilgim ne de tecrübem var. Televizyon oyunculuğu “photoshop” demek. Ben tiyatroda olmak istiyorum, olduğum için de şanslıyım. Televizyon törpülüyor, tek kasınız çalışıyor. Tek kolunuz çalışsa vücudunuz ölmez mi? Ne yazık ki tiyatro yapmak için dizide oynamak zorunda kalıyoruz! Tiyatronun durumu nasıl görünüyor pencerenizden? Bir tarafta durmak adına söylemiyorum da, nitelikli işler izlemek gerekli. Avrupa’dan gelenleri izlerken hayıflanmaktan çok sıkıldım. Kemikleşmiş ve aşılamayan şeyler tiyatronun kendi içinde. Üsluplar kötü, egolar adına yapılan tartışmalar var. Amaçtan sapıyoruz, ödeşme ve hesaplaşma çıkıyor ortaya. İktidar da tiyatro ile hesabını zaten kesti... İktidarlar her şeyi kontrol etmek isterler, zaten kendinizle barışık değilseniz ve kendinizi geliştirmemişseniz eleştiri size küfür gibi gelir, katlanamazsınız. Bu yüzden de sanata tahammül edemezsiniz. Ferhan Şensoy harika bir yazı yazmıştı, “Muhalefetin önde gideniydi Aristofanes. Ülkede kötü giden şeyleri eleştiren oyunlar yazar, çıkar oynardı binlerce kişilik anfi tiyatrolarda. Ön sırada ülkeyi yönetenler oturur, halkla birlikte dikkatle izlerler, bundan ve halkın tepkisinden kendilerine ders çıkarırlar, alkışlarlardı Aristofanes’i. Aristofanes’i özelleştirmek Antik Yunan’da hiç kimsenin aklına gelmemişti!” Benim anladığım sanat özgür yapılır, ona dokunursanız zedelersiniz, özgürlük o dokunuşun yarasından akar gider. Zaten dogmatik öğretilerle sakatlanıyoruz. Üstümüzde baskı ve denetimle yaşıyoruz. Hayatın neresinde duruyorsunuz? Ezberimi bozan insanlardan, olaylardan hoşlanıyorum. Denetim mekanizmasının dışında durmaya çalışıyorum, artık körleştik, Televizyon yönetiyor, elimize tutuşturdukları telefonla dünya yanımızda diye bize yutturup her şeyimizi kontrol altına aldılar. Oyalıyorlar ve uyuşturuyorlar bu şekilde. Ben de fazla direnemiyorum ama teslim de olmadım. Aşkı hayatınızın neresine koyuyorsunuz? Sert ve şiddetli yaşıyorum. Hırpalıyorum kendimi de karşı tarafı da. Sakin yaşanmamalı zaten aşk çok da huzurlu bir şey değil. İzmir'in ağırkanlılığı yok bende, orada yapamadım o yüzden. Bizim aile de çok tez canlıdır, toplandığımız zaman büyük gürültü çıkarırız ve hiç oturmayız. Aşkım da böyle bağıra çağıra oluyor sanırım. Aşkı kilitlenerek yaşıyorum, sevdiğimi de kilitliyorum. İstanbul’un hızına yetişebildiniz mi? Kimse yetişemiyor! Bedavadan gidiyor günler. Dur, sakinleş yok. Hep bir yere yetişirken geçiyor zamanımız. Hedefleri bile küçük; ev, araba alalım, çocuk yapalım. Ne zaman yaşayacağız belli değil, cesaret işi İstanbul’da yaşamak. Aşk işin içine girdiğinde kaosu kısa bir sürü aralıyor. Ama Van Gogh’un sözü yolu gösteriyor bana; “sıkıntıdan öleceğime tutkudan ölmeyi tercih ederim”. alidenizuslu@gmail.com Bilinçaltından sergiye: Şuuraltı operasyonları olajlar, détournement’lar, resimler; gündüz düşlerinden kâbuslara, dış uzayından iç uzayına, robotik sanrılarından simya surelerine, gerçeküstünden sandığımız gerçeğe, mutantlar çağına ve sanatına... Güncel sanatın önemli isimlerinden Rafet Arslan bu sefer şuuraltı ve alışkanlıkları zorlayan işleriyle çıkıyor karşımıza. İzleyiciyi görsel ve tinsel bir yolculuğa çıkarıyor. 2 Haziran’a kadar Sanatorium’da gezilebilecek olan “Şuuraltı Operasyonları” Arslan’ın ilk kişisel sergisi. On yıldır sanat çalışmaları yapsa, alternatif sanat oluşumlarının kuruluşlarında yer alsa da şimdiye K kadar kişisel bir sergi açmamış Arslan, çünkü o “yüzeye çıkmaktan çok” yıllardır yan yana biriktirilen emeklerin, yaratıların, imgelerin kabullenilmesine odaklanmış. Peki bu serginin çıkış hikâyesi mi? Yanıtı Arslan’dan: “Şuuraltı Operasyonları, izleyiciyi benim iç uzayıma, bilinçaltı kanallarıma; yani en öznel dünyama davet ettiğim bir içsel sergidir. Bu sergi de yaklaşık üç yıldır sürdürdüğüm; psikanaliz, radikal politika, mutasyon, gerçekliğin kaybı ve ilerlemeci tarih / zaman algısının kırılmasına yönelik disiplinleri yok sayan disiplinsiz ve metinler arası yeni ve şahsi bir avangard imge yaratma çabamın sonucudur. Bu anlamda izleyiciyi en samimi olduğum alana, bir bakıma atölyeme davet etmiş gibi kendimi düşünüyorum. Ama bu operasyon/deneyim dökümlerinin samimiyeti, sıcaklığı kadar tekinsizliğinden de bahsedebilirim. Çünkü bilinçaltı, kişisel olduğu kadar toplumsal izlerin şifrelerini, travmalarını, sarsıntılarını içlerinde taşır. Zamanın ve rasyonel aklın kısa devre yaptığı bu uzaylar, düş gücünün olanca yırtıcılığı, yıkıcılığı, baştan çıkarıcılığı ve entropiyle barışıklığıyla imgelere yansır.” Yeni ve şık malzemeler yerine, “çöp” denilebilecek materyallerle karşılıyor bizi “atölyesi”nde Arslan. Tabii ki hepsi dönüştürülmüş, yeni anlamlar kazanmış. “Kâğıt, karton, ahşap, cam ya da nesne” diye başlıyor anlatmaya, “rastlantıyı ve an’dan sızan elektriği deneyim ve duyusal birikimle harmanlamak burada önemlidir. Bu formsal anlamın ötesinde duyusal anlamda yeni bir plastik yaratmaktır. Nesneyi tekilleştirmek, nesne ile kurulan ilişkiyi kişiselleştirip; estetik bir formun ışıltısını yaratmak. Benim nesnelerle ilişkim bu.” Sistemin sunduğu gerçekliğin dışına çıkarıyor bu nesneleri, alışılagelmiş kodların ötesine. Çünkü ona göre, hayattaki “sahte” gerçekleri sorgulamak için en uygun araç, sanat. Ancak burada sanatçıya düşen önemli bir görevi unutmamak gerekiyor, “üretimin nesneleşmemesi, ‘trend’ kalıplar içerisinde kalmaması ve dekoratifleşmemesi için eleştirel olmak kadar özeleştirel bakışa sahip olmak, kendini sürekli kendi gerçekliğiyle sınamak.” İşte Sanatorium’daki “Şuuraltı Operasyonları” sergisi de bütün bunlar düşünülerek oluşturulmuş. İzleyin ve siz de kendi bilinçaltınızı gün yüzüne çıkarın... C M Y B C MY B