23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

4 29 OCAK 2012 / SAYI 1349 Alper Kul: Otogardan tiyatro sahnesine ALPER KUL oyuncu, yönetmen ve yazar. Derdi sanatla olduğu kadar kendiyle de; tek kişilik oyun, televizyon programı, sinema filmi, diziler... Sürekli bir eksiği var! O yüzden farklı pek çok işle kendini tamamlıyor. Ruhunu ve bedenini zorluyor, çünkü zor ve sıkışık zamanlarda en iyi işlerin çıktığını düşünüyor. lper Kul zamanla yarışan bir oyuncu. Aynı zamanda yazar ve yönetmen. Pek çok işi bir arada yapmayı seviyor. Çünkü boşlukta kalırsa yorulanlardan. En son ona “5 er Beşer”de alışmışken geçtiğimiz haftalarda “Sümela’nın Şifresi” ile izleyenleri kendisine hayran bıraktı. Zaten Kul’u “Şen Yuva”, “Güneşi Gördüm”, “Kader”, “Hamam” ve “Aşka Sürgün”deki rolleriyle de hatırlamak mümkün. Hangi role soyunuyorsa aslında onu giyiyor Alper Kul. Bir öncekiyle şimdiki ve sonrası arasında yakaladığı fark ve tat da işte bu yüzden. Kul’un yeni projeleri ise yolda. Zaten Broadway geçmişinde sahnelenen en uzun tek kişilik oyun CavemanMağara Adamı Türkiye’de sahneye başarıyla taşımıştı. Elbette kapalı gişe olarak! Bu kez “Babamın Oğlu”yla sahnedeydi. Alper Kul kimdir? Aslında kim değildir demek daha doğru. Çünkü çok daha fazlasını barındırıyorsunuz. Sinema, tiyatro, yazarlık... Nedir hikâyeniz? Oyunculuk özgürlüğü besliyor, çünkü benim canımı kurtardı. Can simidim oldu oyunculuk. O yüzden ona sarıldım, hayata onunla tutundum. O yüzden de ona sadakatim sonsuz. Benim hikâyem de bu. Yazmak, oynamak, yönetmek. Dağılarak toparlananlardan mısınız? Konsantrasyon eksiliğim var, evet çok dağılıyorum. Aynı anda tek bir iş yapamıyorum. Aynı anda çok işle meşgulüm. Böyle kendimi bir araya getiriyorum. Obsesif birine de benziyorsunuz. Var mı öyle takıntılı bir ruh haliniz? A Sürekli huysuzum, sürekli bir eksiğim var ve o yüzden sürekli başka işler, farklı işler yapmanın peşindeyim. Hem yazıyorum, çok yazıyorum... Yazarken kendimle ya da başkalarıyla sohbet ediyorum. Kalemim de karanlık değil. Artık hikâyenin sonunu yazıyorum, sonra başa dönüyorum. Yazmak kendinle savaş, benliğini birkaç parçaya bölmek demek aynı zamanda. Yazmak rahatsız bir iş ama tedavi amaçlı yapıyorsunuz. Evet; ilaç, şifa niyetine. Tiyatro yazmak çok fena bir şey mesela. Kendi dünyanı sahneye taşıyorsun. Düşünsene! Tiyatro yazıyorsun senin hayalini gerçekleştirmek için insanlar oynuyorlar, günlerce çalışıyorlar. Delilik bu. Ben de yıllardır bu işi yaptım. Sanırım sanat deli işi! Sanat sizi dizginlemeye yetiyor mu? Çalışarak, üreterek mutluyum. Derdim sanatla olduğu kadar da kendimle. Tek kişilik oyun, televizyon programı, sinema filmi ve daha neler neler… Kendimi zorluyorum, yorgunluktan düşene, halsizlikten ölene kadar çalışacağım. Zorluyorum hem bedenimi hem ruhumu… Bu çok hoşuma gidiyor, çünkü öğreniyorum. Zaten öğrenmek için de risk almak gerekli. Hep zor anlarda çıkıyor en iyi işler. Ben sınırlardayım diyorum ya mesela, spor yapıyorum onda da kaya tırmanışı hastasıyım var mı böyle hayat? Fotoğraf: MEHMET TURGUT Peki, aşkta nasıl bu adam? Aşkta da konsantre ALİ DENİZ olamıyorum! Şaka bir USLU yana. Durum aşkta böyle değil. Ben tutkulu ve vahşi bir aşk sevmem, tek sakin olmam gereken yer aşk. Orada huzur arıyorum zaten. Obsesyonla yaratıcılığın arasındayım işte. Kendi düzenim var ama kimse çözemez onu. Öğrenme isteğim de sonsuz. Her şeyi bilmek istiyorum, çalış çalış bitmeyecek ömrüm. Farkındayım, bitmeyecek bir eğitimin eşiğinde olduğumun. Tabii bu maymun iştahlılık olarak da algılanmasın. Aslında haddimi biliyorum. Yalnızlıkla aranız nasıl? Evimi severim, sokak süpürgesi değilim. Ama yalnızlık bazen zor geliyor. Mesela evde yalnızken yemek yapmak istemem. İnsan ararım yanıma. O yüzden derim hep, yemek pişen ev, evdir diye. Oyunculuk hikâyeniz de enteresandı... Benim kırılma noktam 20 yaşına kadar yani Savaş Dinçel ile tanışıncaya kadar ve ondan sonrası diye ikiye ayrılır. Daha öncesinde otogarda bilet kesiyordum. Ama çok faydasını gördüm inanın bana. Türkiye’yi tanıdım, dört bir yanından insanıyla tanıştım bu ülkenin. Otogar, konservatuvar gibiydi. Neyse ki Savaş Dinçel girdi hayatıma ve her şey değişti. Sonra Müjdat Gezen Sanat Merkezi’ni bitirdim. Bir dönem ABD’ye gittim, eğitim aldım. Oyunculuk yaptım. Hep öğrendim, biriktirdim. Sonra da bildiğin gibi Şehir Tiyatroları. Şimdi buradayım ama biraz sonra nerede olurum, onu hiç bilmiyorum... Erkek olmanın dayanılmaz ağırlığı... kuyuya düşen erkek, kadın üstünde ört erkek bir araya gelince ne acımasız bir baskı kuruyor, aidiyet, konuşur? “Yok Oğlum Biz kadın cinselliği üzerine safiyet gibi Evdeyiz”, işte bu soruyu zırvalıklar peydah oluyor… İnsanlar yanıtlıyor. Toplumdaki ikiyüzlü “ahlak” öyle körlemesine kabullenmiş ki anlayışını gözler önüne seriyor oyun. bunun sorun olduğunun farkında bile Görkem Şarkan’ın yazdığı, yönettiği değiller. Size normal gelen, görmek ve oynadığı oyunun diğer istemediğiniz durum bu ve sonuçları oyuncularına gelince; Ersin Olgaç, da bunlar demek için yazıyorum. Mustafa Barış Koçkar, Deniz Celiloğlu ESRA Aynı mahallede yaşayan dört ve “Çoğunluk” filminden tanıdığımız AÇIKGÖZ kanka var sahnede, çok Esme Marda… Sözü uzatmadan hayatın içinden, her Görkem Şarkan’a verelim… mahallede yaşayabilecek tipler bunlar. “Yok Oğlum Biz Evdeyiz” erkek dünyası “Karıkız” muhabbeti, “ibne” dövmeye üzerinden homofobiye, “genel erkek algısı”nın methiyeler, araba düşkünlüğü, aşka kadın bedenine yaklaşımına, kadına yönelik haliyle “yenge”ye saygı gösterileri, şiddete bakıyor, baktırıyor. Bir erkek olarak neden “evlenilecek ve eğlenilecek” kadın bu konu üzerine bir oyun yazma ihtiyacı algısı... Bütün bunları esprili bir duydunuz? dille anlatıyorsun ve insan Ataerkillik kadınları, kadınlığı yaraladığı kadar gülerken kendini de bu iktidar erkekleri de yaralıyor. Ataerkil bir toplumda erkek ilişkilerine katkıda bulunurken olmak çok zor. Doğduğun andan itibaren sana yakalıyor. Oyunu yazarken sen seveceğin renklerden tut da, nasıl yürüyeceğine de kendinle hesaplaştın kadar türlü cinsiyet kodları yükleniyor. Bu mı? kodlamalar ataerkil yapının ürettiği çıkmaz sokaklarla, kısır döngülerle dolu. “Ahlak”ın merkezinde de cinsellik var. Kadın cinselliğiyle erkek cinselliği arasında toplumsal yaşamı sakat Soldan sağa: bırakacak, felç edecek farklar koyan, hastalıklı bir Deniz Celiloğlu, cinsellik anlayışı. Bu şartlar altında bir erkek Görkem Şarkan, kadınları kutsal ve diğer kadınlar olarak ikiye Esme Madra, ayrılmış buluyor karşısında. İşte tam bu noktada Mustafa Barış Koçkar erkek insanın devreleri yanıyor. Çünkü kendi ve Ersin kutsal kadınları diğer hem cinsleri için kutsal değil, Olgaç. her şey yapılabilecek kadınlar. Kendi kazdığı D Oyunda olup biten gerçekten yaşanan şeyler, ancak sansüre takıldığı için uluorta yapılamıyor. İşte bu mahrem bölgeyle seyirci karşı karşıya kalınca bana kalırsa oyundaki karakterlerin bu özgürlüklerinden etkileniyor önce. Sonra da bu durumun tehlikesiyle karşılaşıyor. Finalde bu gülüp meşru yaptığı şeyin gerçekliği ve sonuçlarıyla yüzleştiğinde tabii yüzleşirse bir ihtimal kendiyle de yüzleşebilir ya da sadece bu kapıyı aralayabilir. Ben bu ataerkillik konusuyla uzun zamandır yüzleşiyorum. Hâlâ da bitmedi, belki de bitmeyecek. Düşünsel kabiliyetimiz biyolojik evrimimize yetişene kadar bunu çözmek pek mümkün olmayabilir. Toplumdaki “ahlaki ikiyüzlülük” oyunda da anlattığın gibi özellikle “ibne” muhabbeti açıldığında, aktifpasif tartışması üzerinden kendini gösteriyor... Feodal toplumların en büyük hastalığı eşcinselliği erkek eşcinselliğiyle sınırlaması. Kadın eşcinselliği asla aynı önemi taşımaz. Çünkü bakış açısındaki arıza şu; eşcinsellik bir erkeğin bir başka erkekten hoşlanması değil, bir erkeğin kadınsı olmasıdır, çünkü ataerkil bir toplumda kadın aşağıdır, erkek üstün! Türkiye’de her gün en az bir kadın eşi, babası, kardeşi, sevgilisi gibi yakınındaki erkekler tarafından öldürülüyor. Oyunda da bu dört kankadan biri, diğer arkadaşının kız kardeşiyle bir ilişki yaşıyor. Abisi ikisini evde basınca görmezden gelmeyi tercih ediyor. Bu son bu ülkenin “gerçekleri” için biraz hafif. Neden bu sonu seçtin? Oyundaki kişiler evinde ahlaksız addedilen ama onların “Yok Oğlum Biz Evdeyiz”, Serbest Bölge’nin ikinci oyunu. İyi dost olan dört erkek üzerinden toplumsal ahlakın ikiyüzlülüğünü anlatıyor bize, cinselliği, “karıkız” muhabbetini, “ibne”liğe yaklaşımı... İzleyin, oyuna gülerken kendi “ahlak”ınızı da yakalayacaksınız... içinde olduğu ya da olmaya çalıştığı bir dünyaya aitler. Oyun boyunca “racon” kesiyor, “namus”tan, delikanlılıktan, asmaktan kesmekten bahsediyor ama “namusu kirlenince” sıyrılmaya çalışıyor. Gerçek olmayan bir tavırla gerçek olmayan bir imaj üreterek yaşamaya çabalıyor. Bu çok acıklı. Oyun, daha seyirciler içeri girip yerlerine oturmadan başlıyor, sevişme sesleriyle. Sonrasında da insanları uzun denilecek bir süre bu sesle başbaşa bırakıyor. Bittiğinde de “sahnedeki hayat” devam ediyor, bize de tiyatrodan çıkmak kalıyor. Önceki oyununuzda da bunu yapmıştınız. Bu size ne sağlıyor? Daha sahici, birbirimizi daha az kandırdığımız bir anlaşma bu. Biz seyirciye “burada bir şey oluyor, gir bak”, bitince de “bitti, hadi git” diyoruz. Bir anı gözetlemesini, tanıklık etmesini istiyoruz ondan. Suç ortağı olmak gibi bir şey. ADNAN BİNYAZAR C M Y B C MY B Bıçak kemiğe dayandı! rof. Dr. Türkân Merdol, iki hafta önce yayımlanan “Turhan’ın Güçlü Sezgisi” başlıklı yazım üzerine düşünce üretirken, “Bu güzelim Türkiye nereye gidiyor böyle? Çevremizdekiler, sürekli ‘Kimse bir şey yapmıyor’ diyor. Yapabileceğimiz bir şey gerçekten var mı? Öylesine geç kalınmış ki...” diye soruyor. Sormakla yetinmiyor, 19821984 yılları arasında Libya AlFateh Üniversitesi’nde görev yaptığı dönemdeki izlenimlerini aktararak, içinde yaşadığımız karmaşık ortamın kangrene dönmüş sorunlarına aklın ışığını tutuyor: “Konuştuğum tüm Araplar ve Pakistanlılar bana Arap harflerini neden bıraktığımızı, Arap harflerini kullanmadığımız için Kuran’ı anlayamadığımızı, Kuran’ı anlayamadığımız için dinsiz kaldığımızı, dinsiz kaldığımız için de gelişme gösteremediğimizi söyleyip duruyorlardı.” “Onlar bir yana, Arap’la evli bir Rus hanım vardı. Sürekli, ‘Türkçe diye bir dil yoktu, sizler Arapça konuşuyordunuz, Arapçayı bırakıp Türkçe diye uyduruk bir dil yarattınız. Böyle uyduruk bir dille nasıl gelişebilirdiniz?’ diyordu.” “Libya’da tek kanallı bir TV vardı. Durmadan hükümet yanlısı programlar yapıyordu. Halkı ise dünyadan habersizdi. Kaddafi 1969’da devrimini yaptığında çoğunluk teneke evlerde P yaşıyormuş. TV sürekli onların nasıl yıkıldığını ve yerine yapılan apartmanları gösteriyordu. Herkese eğitim, herkese sağlık sloganı ile; gerçekten isteyenin istediği okula gidebildiği, istediği hastane hizmetinden yararlandığı bir sistem geliştirilmişti orada. (...) Buna karşın, her on senede bir suikast girişimi olurmuş. Ben orada iken de oldu, biri de üniversitede, birçok kişi asıldı...” Merdol, bir bilim insanı sorumluluğuyla, topluma yönelik uyarıcı görevini de yerine getiriyor: “Libya’dan Türkiye’ye döndükten sonra da burada ayrı bir savaşım veriyordum. Her yerde, ‘Aman dikkat edelim, gerici akımlar Araplardan çok destek alıyor, İstanbul’a Arapların gelişiyle düzelmiş gibi görünen ekonomik durum sizi aldatmasın...’ diyordum.” Oysa Batılıların Kurtuluş Savaşı öncesi söylediklerine kulak verilseydi bugün ülkemizde cumhuriyet yönetiminin varlığından söz edilebilir miydi? Mondros Mütarekesi ile Sevr Antlaşması’nın maddelerini anımsayalım. Mustafa Kemal yurdu kurtarma savaşımı verirken, İtilaf devletleri, ekonomisi, siyasal iradesi elinden alınarak Anadolu topraklarının ortalarında bir yere sıkıştırılmış ilkel bir eyalet halkı yaratma sevdasındaydı. Türkân Merdol’un görüşleri ışığında düşünürken ülkede son günlerde yaşananlar geliyor gözümün önüne. Sanki dışarıdakilerin Türkiye’yi görmek istediği durum, bizimkilerce bir bir yerine getiriliyor... Yoksa 93 yıl önce yüzünü çağdaşlığa dönmüş bir ülkede, ulusal eğitiminden sorumlu bir bakanın, inandırıcı bir gerekçe göstermeden “seçmeli” aldatmacasıyla Arapça öğretimini dayatması nasıl açıklanabilir? Bir yıl önce, Atatürk’e karşı içini kin bürümüş bir adam çıkıyor, ulusal törenlerimizi “İtalyan faşist geleneğinin ürünü” sayıyor. Bir yıl geçmeden, eğitim bakanı, 19 Mayıs’ta Kurtuluş Savaşımızın dev adımını atan Mustafa Kemal’i anma gününü ulusumuza çok görüyor! Başka biri de, duyurular bile zor anlaşılırken, uçakta Kuran okutmaya kalkıyor... Merdol, geciktikçe nasıl battığımızın sinyallerini veriyor yazısında. Mülkün temeli olan adalet güneşinin ak yüzünü kara bulutlar kapladı. Bıçak kemiğe dayandı. Gün, “geç” kalınanı er kılma, vicdanımızın iç sesini bütün âleme haykırma zamanıdır. “Hava kurşun gibi ağır!” Ne yazık ki, halk yüreğinin kulakları hâlâ sağır! binyazar@gmail.com
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear