Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
29 OCAK 2012 / SAYI 1349 3 Nefretsiz bir dünya mümkün Hrant Dink’in katledilmesine medya da ortak oldu. Irkçılık, milliyetçilik ve şovenizm hızla yükseliyor. Nefret söylemi ve nefret suçları da artık daha görünür. Bunlara maruz kalan, mağdur olanlar çok. Bu “ötekinin ölümü” anlamına da geliyor. Medya içinse nefret iyi bir pazar. Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu’nun editörlüğünü yaptığı “Nefret Söylemi ve/veya Nefret Suçları” kitabı da işte bu pazarın deşifresini yapıyor. ALİ DENİZ USLU alatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu’nun editörlüğünü yaptığı “Nefret Söylemi ve/veya Nefret Suçları’’ başlıklı çalışma Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlandı. Kitap, nefret söylemi ve nefret suçuna maruz kalan tüm grupların temsil edilmesi kaygısıyla oluşturulmuş. Kitapta yer alan tüm yazarlar, bu konuda çalışan, bunu kendine dert edinen, kafa yoran ve ter döken akademisyenler, aktivistler; bazıları nefret söylemi ve nefret suçlarından bizzat nasibini alanlar. Türkiye coğrafyası her anlamda eşsiz. Suçu ve suçluyu yaratan bir yer. Farklılıklar, nefret eyleminin öznesi olmak için yeterli. Bunun sonunda da şiddet ve ölüm var. Yıllardır bunun mücadelesini veriyorsunuz. Köprüden önce son çıkışı geçtik mi? Nefret her zaman vardı ama şu anda özellikle de son on yılda dünyada artan bir nefret evrimi söz konusu. Irkçılık, milliyetçilik, şovenizm ivme kazandı. Bu da nefreti körüklüyor. Tabii nefret dediğiniz şey aslında yalnız bir duygu da değil, bir tutum, bir davranış ve tavır. İçerisinde ciddi anlamda önyargı yatıyor. Psikanalitik yaklaşımda bu bir “anormalite” durumu olarak adlandırılıyor. Bundan siyasetçiler, iktidarlar özellikle de medya ciddi anlamda nemalanıyor. Nefret iyi de bir pazar! Nefret piramidi denen bir oluşum var. Bunun en altında yatan nefret söylemi ve önyargılı tutumlar. Yani siz belli bir kesimi şeytanileştirebilirsiniz, insanlıktan uzak bir biçime sokabilir, simgeleştirebilirsiniz. Elbette aynı şekilde onu kutsallaştırıp, kahraman yapmanız da mümkün. Ama ülkedeki durum “ötekinin” yaşam hakkının ortadan kaldırılması. “Senin burada bizimle yaşama hakkın yok, seninle bir arada G Açılımlar başarısızlıkla sonuçlandı AKP hükümeti bu konuda “sahici” işler yapabildi mi? AKP hükümeti Kürtlere, Alevilere ve Romanlara dönük açılımları başlattı. Gelinen şu noktada bu açılımların her birinin başarısızlıkla sonuçlandığını görüyoruz. Çözüm için neler gerek? Avrupa ülkelerinde ve ABD’de bu konuda yapıldığı gibi, Türkiye’de de verilerin toplanmasına ve en önemlisi bu verilerin kamuoyuyla paylaşılmasına, yargı ve medya çalışanlarının eğitimine, nefret mağdurlarına rehabilitasyon desteği sağlayacak düzenlemelere acil ihtiyaç var. Ama medya maşalığı ve nefret pazarını bir yana bırakıp bu işe destek vermeden bu olmaz sanırım. Medya “biz” ve “onlar” kutuplaşmasını güçlendirmekten ziyade karşılıklı anlayış, saygı, kimlikler/kültürler arası diyaloğu sağlıklı sürdürebilmek adına kelimelerin ve imgelerin gücünü doğru kullanmalı. Ben bu konuda umutsuz değilim, daha az nefret suçu mağduruyla, nefretsiz bir dünyada yaşamamız mümkün! Nefret söylemi dediğimizde futbol medyasının bu anlamda bir maden olduğunu biliyoruz. İşin tuhaf tarafı futbol medyası, cinsel yoksunlukların çirkin jargonu üzerinden bir dil yaratmış durumda. Unutulmaz başlıklar var malum; “Haşırt Diye!”, “Suyu Isıt Komşu Kızı”, “Sus ve Diz Çök”, “Futbol Erkek Oyunu, Buyrun Er Meydanına”, “Sıka Sıka Yeneceğiz”, “Yendik mi Lan”. Futbol, özellikle faşist bir bakış açısıyla nefret söylemini körüklüyor. Futbol maçları savaş ilanı gibi. Bu başlıklar tatminsizlikler, yoksunluklar ya da bilinçaltının dışavurumunu ortaya çıkarıyor. Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu Fotoğraf: UĞUR DEMİR olmak istemiyoruz” mesajını verirseniz, onu pasifize edersiniz ve yalnızlaştırırsınız. İşte bütün bunlar esasında o nefret piramidinin en altında bulunan, önyargı ve nefret söylemleri içerisinde yer alıyor. Ondan sonra yavaş yavaş ayrımcılığa gidiyor iş ve sonunda da nefret suçu doğuyor. Nefret söylemi çığı başlatan ıslık ki biz bunu çok acı tecrübelerle yaşadık. Hrant Dink’in katledilişi ve sonrasındaki hukuki felaket ortada. Evet, Hrant Dink cinayeti acı bir tecrübe. Özellikle medyanın işbirliği içerisinde, bir linç kampanyası başlatıldı. Nefret çoğaldı büyüdü. Peki, bu toplu histeri hali nasıl oluyor da hemen eyleme dönüşüyor? Biliyoruz ki insani durumlarda bu toplum taş kesiliyor genelde ve sessiz kalıyor... Toplum provake edilmeye zaten dünden razı. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” diyoruz ilk başta. Zaten her kulvarda “göster şu Avrupalı’ya, diğer dünya ülkelerine Türkiye’nin kim olduğunu göster!” demiyor muyuz? Sürekli bir kendini kanıtlamak derdi var. Ben ruhbilimci değilim ama burada ciddi anlamda bir aşağılık kompleksi var. Bu yoksunluk ve yoksulluğun nedenleri araştırılmalı. Niye biz sürekli, kendimizi ispat etme derdine düşelim, bu patolojik bir durum. İşin üzücü tarafı; böyle bir diplomasi ve politika olamaz. Halk böyle olsa da yöneticilerin, iktidarın, kanaat önderlerinin ve medyanın sağduyulu ve vicdanlı hareket etmesi gerekir. Asıl tehlike bu. Ötekinin ölümü de burada mı başlıyor? Kürtler, Ermeniler, Aleviler, Romanlar, eşcinseller, travestiler, göçmenler, kadınlar. Liste uzayıp gidiyor. Kimi öteki yapıyorsanız o kara listeye giriyor ve nefrete maruz kalıyor. İşin içinde de büyük sıkıntı var. Nasıl mı? Şöyle: “Öteki” olarak tanımlananların arasında da düşmanlık büyütüyor. Mesela başörtülülerin, eşcinsellere nefreti büyük. Ama eşçinseller hepsine aynı sağduyu ile yaklaşıyor. Medyanın ortak hedefi ise çoğu zaman Kürtler ve Ermeniler oluyor. Yani ötekiler arasında da uçurum büyük! Din ve milliyetçilik, nefretin doğuşunda önemli belirleyiciler diyebilir miyiz? Egemen ideoloijnin bize dayattığı bu öğretiler bizi yönlendiriyor. İlkokuldan itibaren, “Türk doğmak”, “Asker doğmak” var. Eğitim de medya gibi devletin aygıtı. Yaratılan, özenli inşa edilen bir “bizlik” tanımımız var. Bu dediğin gibi “ötekinin ölümü” anlamına geliyor. Yok sayıyoruz, varsa da onun gerçekliğini kabul etmiyoruz. “Sen, şu koşullarda varsın, yani adapte olursan yaşarsın” mesajını her seferinde veriyoruz. Nefret suçları mesaj suçlarıdır, sürekli bir uyarı verirsiniz. “Akıllı ol, kendine dikkat et, ya sev ya terk et”. Sessizleştirme politikası bu yüzden büyük bir suç. Çok mu vahim durum? Vahim ama göreceli olarak da iyi. Zira bir on yıl öncesi konuşamadığımız konuları konuşabiliyoruz. Demokrasi adına olumlu bir şeyler söylemek için erken ama deneyen ve denemekte inatçı olanlar var. Her umut bir karanlıkla söndürülüyor bir yandan. Hrant Dink kararı bizi yıktı. Bir ülkede insanlar her şeye bu kadar mı razı olur? Bu ilkel ülkelerin özelliğidir. Hayatı siyah, beyaz gören, baskıyı kabullenen, sindirilmiş bireyler yarattık. Bu yüzden de en kısa zamanda bir nefret suçu yasası hazırlanmalı. Nefret suçları ceza yasalarında ne kadar var? 216. madde “Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik edenleri” veya bu ölçütler sebebiyle aşağılayanları cezalandırıyor. Bu madde nefret suçunun önlenmesi için bir adım olarak gözükse bile, yargı genelde azınlıklardan ziyade devleti ve çoğunluğu korumak amaçlı kararlar alıyor. Hatta bu maddenin azınlık hakları için mücadele edenlere bumerang etkisi yaptığını da gördük. Baskın Oranİbrahim Kaboğlu örneği hâlâ akıllarda. alidenizuslu@gmail.com AYŞE YILDIRIM Acılar bir daha yaşanmasın diye... olduğunu yazıyor, onlara ulaşabilir miyiz?” Vakıf devreye girdi ve Girit’te Cafer’in torunlarına ulaştı. İki aile neredeyse 90 yıl sonra yeniden bir araya geldi. Ne kadar çoktur böyle hikâyeler. Tam 2 milyon insanın etkilendiği düşünülürse mübadeleden bu hikâyelerin fazla olması da kaçınılmaz değil mi zaten. İlk kuşak için büyük acılar, travmalar ve özlem demekti mübadele, sonraki kuşaklar içinse ailenin geçmişine yolculuk. Bağlar, kültürler, diller, kimlikler kaybolmasın diye... İşte bu yolculuklardan birini de 2001 yılında kurulan Lozan Mübadilleri Vakfı yürütüyor. Yarın mübadele sözleşmesinin imzalanmasının 89. yıldönümü. Aslında göçün başlamasına neden olan ve 1912 yılına kadar giden Balkan Savaşı’nın da 100. yıldönümü bu yıl. Bu vesileyle Lozan Mübadilleri Vakfı Genel Sekreteri Sefer Güvenç’le (solda) buluştuk. Evet, Türkiye’ye gelen mübadiller örgütlenmekte geç kalmışlardı. Oysa Yunanistan’a giden Rum Ortodokslar daha ilk yıllarda kültürlerini korumak için adım atmışlardı. “Türkiye’de bizi tetikleyen şey 1999 depremi oldu” diyor Sefer Güvenç. Yaşanan bu felaket iki halkı bir araya getirmişti. Türkiye’den giden Rum Ortodoksların kurduğu dernekler yardım için başı çekenlerin arasındaydı. Gazeteler karşılıklı Türkçe ve Yunanca başlıklar atarak kardeşlik ve barış havası estirmeye başlamıştı. Türkiye’deki mübadil aileleri de bu havaya nasıl katkıda bulunabiliriz diye harekete geçti ve bir çağrı kaleme aldı. Girişim olarak başlayan hareket 2001 yılında vakıf tüzel kişiliğini kazandı. Vakfın siyasi bir amacı yok, kültür ağırlıklı çalışıyor. Ama ilk defa Türk ve Yunan akademisyen ve bilim adamlarının bir araya getirerek kamuoyu önünde mübadeleyi tartıştıran da onlar oldu. Mübadelenin 80. yıldönümünde düzenlenen bu etkinlik “Yeniden Kurulan Yaşamlar” adıyla kitaplaştırıldı. Türkiye ve Yunanistan’da mübadeleden kalan kültür mirasının korunması için karşılıklı sempozyumlar düzenlendi. Hatta mübadeleden muaf tutulan Batı Trakya’daki Müslüman azınlık ile İstanbul’daki Rum Ortodoks azınlığın sorunları karşılıklı masaya yatırıldı. Sözlü kültürler kayıt dı Cafer’di. Mübadele sırasında ailesi Türkiye’ye göçmüştü ama o Girit’te kaldı. Bir daha ailesinden haber alamadı. Evlendi, çocukları oldu. Ailesinin hikâyesini çocuklarına anlattı, onlar da kendi çocuklarına. İşte o çocuklardan biri yani Cafer’in torunu yıllar sonra Almanya’ya işçi olarak gitti. Çalıştığı fabrikada Türkler de vardı. Onlara “Benim de akrabalarım var Adana’da” dedi. Oturup Yunanca bir mektup yazdı belki akrabalarına iletilir diye. Arkadaşları mektubu Türkçeye çevirdi ve Türkiye’ye gönderdi. Yıl 1964’tü. Ses seda çıkmadı tam 40 yıl boyunca. Yıl 2010 olduğunda yeniden ortaya çıktı mektup. Adana’daki mübadil ailenin torunlarından biri bulmuştu mektubu, Lozan Mübadilleri Vakfı’nı aradı. “Elimde bir mektup var, bizim Girit’te yaşayan akrabalarımız A altına alındı ki bunlardan birisi de “Belleklerdeki Güzellik Mübadele Türküleri” adıyla yayımlandı. Lozan Mübadilleri Vakfı Korosu ise iki ülkede iki dilde türküleri söylemeye devam ediyor. Yunanistan’da yaşayan Türkiye Cumhuriyeti pasaportu taşıyan 50 bin civarındaki Rum Ortodoks da unutulmadı. Onların hikâyeleri, özlemleri de “Hasretim İstanbul” belgeselinde yansıtıldı. Vakıf, göç ülkesi olmasına karşın bir göç müzesi bile bulunmayan Türkiye’ye bir müze armağan etti. 2010’da Çatalca’da Türkiye’de ilk defa göç temalı müze açıldı. Ama belki de vakfın en önemli yolculuğu ailelerin vasiyetini yerine getiren “mübadil buluşmaları”. “Ben ikinci kuşak mübadilim. Selanik’ten Tekirdağ’a iskân edilmiş ailem” diyor Güvenç. “Bu insanlar doğdukları toprakları bir daha göremediler. Zaten sözleşmede terk ettiği andan itibaren bir daha dönüp yerleşemeyeceklerdir diye bir hüküm var. Ama turist olarak dahi göremediler. Dolayısıyla bu bize vasiyet gibi geliyor. Biz de merak ediyoruz anne babalarımızın doğduğu toprakları. Zaten bizim terk ettiğimiz yerlere buradan giden Rum Ortodokslar yerleşti. Dolayısıyla aynı acıyı çekmiş insanlarla buluşuyoruz.” Yılda iki defa yapılıyor bu buluşmalar. İlkbahar ve sonbahar da yani mayıs ve ekim aylarında. Evet yarın mübadelenin yıldönümü... Acılar tazelenecek, ölenler anılacak. Geçmiş unutulmayacak ama geleceğe umutla bakılmaya devam edilecek. Lozan Mübadilleri Vakfı da 29 Ocak’ta yani bugün saat 12.00’de Tuzla’daki tahaffuzhanenin (karantina) önünde olacak. Savaşlarda ve göç yollarında ölenleri eğer izin verilirse tahaffuzhanenin içinden verilmezse de dışarıdan denize çiçek bırakarak anacak. BİR anma C M Y B C MY B