Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
R PAZAR 9 22/2/07 15:25 Page 1 PAZAR EKİ 9 CMYK 25 ŞUBAT 2007 / SAYI 1092 9 PAZAR SÖYLEŞİLERİ Nâzım’ın “Zeyl”i Ataol Behramoğlu “Orhun Anıtları” başlıklı geçen haftaki “söyleşi”de Nâzım Hikmet’in “Şeyh Bedreddin Destanı”na “zeyl”inden, yani ek’inden söz etmiş ve bunun ne olduğunu (bilmeyebilecek okur için) biraz açıklamıştım. Şimdi (sanıyorum ki daha öncelerde de değindiğim) bu konuya biraz daha yakından bakmak istiyorum. “Zeyl”inde Nâzım Hikmet, “milli gurur” kavramından söz eder. Okuduğumda altını çizmiş olduğum bazı cümleler şunlardır: “Tarihinde Bedreddin hareketi gibi bir destan söyleyebilmiş her milletin şuurlu proleteri bundan milli bir gurur duyar. Evet, Bedreddin hareketi aynı zamanda benim milli gururumdur. Milli gurur! Sözlerden ürkme! İki kelimenin yan yana gelişi seni korkutmasın.” Ve Lenin’in “Rusların Milli Gururu” başlıklı makalesini örnek olarak verir… “Şeyh Bedreddin Destanı’na Zeyl”in çıkış noktasında Süleymaniye Camisi vardır. Nâzım bu konuda da şöyle yazıyor: “Süleymaniye, benim için, Türk HALK dehasının; şeriat ve softa karanlığından kurtulmuş; hesaba, maddeye, hesapla maddenin ahengine dayanan en muazzam verimlerinden biridir.” “Ulusal” sözcüğünün kimilerinin elinde silaha, kimilerinin dilinde sövgüye dönüştürülmek istendiği bir dönemde Nâzım Hikmet’in “zeyl”ini, defalarca, dikkatle okumak gerekmiyor mu dersiniz? Medyayı bir de tersten okumalı... Gözü dönmüş, aniden, ne olduğunu kendisi de anlamamış! Şiddet ancak böyle anlaşılır kılınıyor. Oysa kaynağında “zihin örüntümüzün” tutsaklığı var. Gelir dağılımındaki eşitsizliğin yol açtığı bir tutsaklık bu. Çözüm, yaralı zihinleri iyileştirmek. İşe eleştirel medya okur yazarlığıyla başlanabilir... Mutlu Binark * anik sürüyor. Acaba gençler nasıl yola getirilecek? Peki, suçlu kim, şiddet sahneleri içeren medya metinleri mi, bilgisayar oyunları mı? Medyanın da hükümetin de gündeminde bu var. Bu tartışmalara makro bir bakış açısıyla baktığımızda, sorunun kaynağında “zihin örüntümüzün” tutsaklığını görebiliriz. İlköğretim okullarında, tribünlerde, evde, aile meclislerinde sözde aniden patlak veren ama belleğe kazınmış ve paranoid kişilik yapılanmasından kaynaklanan ötekine yönelik öfke, aslında zihin örüntümüzdeki yaraları ve bunların derinliğini imliyor. Deliyürek’le başlayan ve Kurtlar Vadisi ile devam eden televizyon dizileri “vatannamussilah” üçlüsünün birlikteliğini sağlayan kahramanlar yaratarak bir tür “yitik” kolektif belleğin üretimine katkıda bulunuyor. Bu dizilerle yaratılan kahramanlar ve onların simgelediği değerler gerçek yaşamdan beslendikleri için izleyicilerin alımlama pratikleri üzerinde uzun vadede etkili oluyor, şiddetin her türlü biçemini doğal kılıyorlar. Kültür endüstrisinin ürettiği bu sözde “ulusalcı” kahramanların varlık nedenleri de sorgulanmalı. Bu kahramanlar dolayımıyla toplumsal ve siyasal endişelerimiz somutlanıyor, fantezilerimiz sanal olarak gerçekleştiriliyor: “Polat Alemdar” karakterinin gençler tarafından rol modeli olarak alınmasından gelinen nokta, Hrant Dink’in katili Ogün Samast’ın yakalandığı gün, onu yakalayan emniyet güçleri mensupları tarafından "ulusal kahraman" olarak konumlandırılıp onunla çekilen “anımsa(t)ma” fotoğrafı. Kurtlar Vadisi Terör... P Barda... Süleymaniye Camisi. Bu fırsatla ve zaten zorunlu olarak “Orhun Anıtları” konusuna bir kez daha döneceğim. “Zorunlu olarak”, çünkü tahminimin çok üstünde ilgi uyandırdı bu yazı. Pek çok elektronik mesajın yanı sıra telefonla da arandım ve ne mutlu ki tepkilerin tümü olumlu ve konuyu daha da aydınlatıcı. Örneğin Dr. Halit Togay, anıtların “tıpkıdikim”lerinin Keçiören Açıkhava Müzesi’nde, İstanbul Ataköy Atrium’un önünde, Selçuk Üniversitesi kampusunda ve daha başka yerlerde de bulunduğunu yazıyor ki, çok sevindim. “Tıpkıdikim” sözcüğünü Sayın Togay gibi ben de pek sevdim ve kendisine yazdığım gibi, bütün bunlar anıtların asıllarının gözbebeğimiz gibi korunması gereğini ortadan kaldırmıyor. Sevgili Prof. Dr. Doğan Aksan, okunuşun “Orhun” olması gerektiğini bildirerek konuyla ilgili “En Eski Türkçe’nin İzlerinde” başlıklı kitabından söz ediyor. Multilingual Yayınları’nca 2003’te basılmış bu kitabı henüz edinip okumamış olmayı büyük eksiklik sayıyorum… Arkadaşım Habip Çalışkan, benzer bir “tıpkıdikim” çalışmasının, kendisinin ve Karamanoğlu Mehmet Bey’in köyü olan Ermenek“Balkusan”da, Mehmet Bey Külliyesi çevresinde de yapılmakta olduğunu yazıyor. Habip Çalışkan mesajına, “Karamanoğlu Mehmet Bey ve Türkçe’nin Anadolu’da Yerleşmesi” başlıklı incelemesini de eklemiş. (Bu değerli incelemeden ayrıca söz etmek gerekir.) Bu arada, Emel Uygur arkadaşımın telefonla arayıp kutlamasından mutlu olduğumu da ayrıca belirtmek isterim. Nâzım’ın “zeyl”indeki “milli gurur” parantezinin en başına, ilk sırasına “Orhun Anıtları”nı koymamız gerektiğinden kuşku duymuyorum. Yine Nâzım’ın sözleriyle, bu iki sözcüğün yan yana gelmesinden korkmayalım. Geçen haftaki yazıda, betimsel “Orhun Anıtları” çiziminin üzerine okla delinmiş bir kalp, bir çiçek, başkaca çocuksu simgeler kondurmuş olan sevgili çizerimiz Ateş’i ayrıca kutluyorum. Yurt sevgisi, “ulusal gurur”, kendi değerlerine sahip çıkarken, mizah duygusu, çocuksuluk yitirilmediği ölçüde haklılık ve evrensellik kazanır… ataolb@cumhuriyet.com.tr Bir not: Geçen haftaki yazıda, satırlar karışmış ve sayın Prof. Celal Şengör’ü sevgili oğlu Asım Şengör’le değil de, değerli babası ile Karakurum’a göndermişiz. Şengörler’den ve okurlardan özür diliyorum. A. B. yarayı “kanartmayı” amaçlıyor. Paranoid kişilik ötekine karşı gayri insani her türlü davranışı sergileyebiliyor, çünkü ötekinin varolmasından dolayı korku ve kaygı besliyor. Bu nedenle, ötekiyle kurduğu iletişimin içeriği insani olmaktan uzak, ötekinin varlığına karşı sorumlu ahlak ilkesinden yoksun. Frankfurt Okulu düşünürleri, gündelik yaşam etkinlikleri ile toplumsal kurumlar arasındaki ilişkiyi kavrayabilmek için diyalektik bir çerçeve geliştirdiler ve bu nedenle, medyadan eğitim kurumlarına değin bireyin üretim ve tüketim alanlarını siyasal müdahale alanı olarak tanımladılar. Adorno, eğitimcilerin öğrencilerine her türlü baskıcı ideolojilerin gereksinimleri ile toplumsal söylemlerine karşı çıkmayı öğretmeleri gerektiğini vurguladı. Bu bağlamda özgürlük, eleştirel düşünmek ve cesaretle eylemek anlamına geliyor. Adorno’ya göre, eleştirel düşünme bu şekilde yaşama geçirilmezse, eleştirel tartışma ve diyaloglar zamanla sloganlara, toplumsal adalet arayışı da iktidarın yeniden kurulmasına dönüşüyor. Giroux da medyanın ideolojik etkisinin, eril değerlerin ve davranış biçimlerinin, gündelik yaşamda tezahür eden her türlü şiddetin çeşitli ritüellerinin, ötekilerle özdeşleşememe durumunun ancak eleştirel pedagoji ve uygulamaları aracılığıyla kavranabileceğini ve aşılabileceğini belirtiyor. Dolayısıyla, bireyi akıl ve ruh tutsaklığından özgürleştirecek olan eğitim alanı… ELEŞTİREL MEDYA OKURYAZARLIĞI Tramvay... tehdit oluşturan her anlamda yoksul ve yoksun olan alt sınıfların yasa ve düzen adına denetim altına alınmasıyla mahallerinin kentsel dönüşüm adı altında boşaltılması, kentin çeperine yerleştirilme vb. işliyor. Giroux, neoliberal değerlere dayanan günümüzün halk eğitiminin, ötekine karşı duyulan korku ve ötekinin kendisine yönelik potansiyel tehdit olması kaygılarıyla yoğrulan bir dünya tasarımı ile mikro evrende bireysel çıkarların gerçekleştirilmesi, tecimselleşmiş insan ilişkilerinin ötekilerin acılarına giderek kayıtsız kalması gibi değerlerle şekillendiğini saptıyor. Türkiye’de de orta sınıf, ötekinin varlığını giderek kendine asli tehdit olarak algılıyor. Sınıflar arasındaki bu uçurum, orta sınıfların belli bir yaşam tarzına, alt sınıfların da “olmama” halinden kaynaklanan ikame stratejilerine akıl ve ruh tutsaklığıyla sonuçlanıyor. Yakın zamanlarda üretilen Olgun Arun’un Tramvay ve Serdar Akar’ın Barda filmlerinde, alt sınıfın orta sınıfla tek bir mekânda yolunun rastlantısal bir şekilde kesişmesi ve sonunda ortaya çıkan fiziki şiddet konu ediliyor. Her iki yapıt farklı üsluplarla ulusal ve fallus merkezli konumlandırılan kimlik tasarımızdaki Bu noktada yaralı zihinlerimizin medya metinleri tüketimiyle bir kere daha gerçekleşen ve içselleşen akıl ve ruh tutsaklığından kurtulabilmesi için önerim, eleştirel medya okuryazarlığı uygulamalarının eğitim sürecinin her evresinde yaşama geçirilmesi. Ne televizyon dizilerinin yasaklanması ne de internetin filtrelenmesi zihin örüntümüzdeki akıl ve ruh tutsaklığını çözmeyecek. Oysa, eleştirel medya okuryazarlığı, medya metinlerinin izleyiciler tarafından alımlanma pratiklerine müdahil oluyor, hem de izleyicilerin egemen durum tanımlarına karşı alternatif ve başka üretimler yapmalarına olanak tanıyor. Eleştirel pedagojinin temel öğeleri olan, özdüşünümsellik, diyalog ve bağlam vurguları Türkiye’de henüz tartışılmaya başlanan medya okuryazarlığı sürecine dahil edilmeli. Çünkü bu ögeler, eleştirel medya okuryazarlığını ötekinin varlığına karşı sorumluluk etiğine, iktidar sorununa ve siyasal olana bağlıyor. Giroux’un önerdiği eleştirel okuryazarlık, kolaycı, bildik varsayımlara, basmakalıp yargılara ve hazır imgelere karşı hem estetik pratiğin hem de siyasiahlaki pratiklerden beslenen bir bakış açısı/yaşam içinde duruş. Eleştirel pedagojinin en önemli düşünürlerinden Freire’nin “yeni bir kendilik bilinci” dediği şey tam da bu. *Başkent Üniversitesi İletişim Fakültesi AĞIR AĞABEYLERİN STRATEJİSİ... 1980 sonrası uygulanan neoliberal ekonomik politikalar sonucunda Türkiye’de orta sınıf yaşam tarzının aşkınlaştırılması ve ona özgü tüketim pratiklerinin doğallaştırılması da zihin örüntümüzdeki yaranın bir diğer nedeni. 2000’lerin Türkiye’sinde sınıflar arasında var olan gelir dağılımı eşitsizliği ile bundan beslenen kültürelsosyal sermaye yoksunluğu dipsiz bir uçurum haline geldi. Sahip olanlar gündelik yaşamlarında çoktan küresel tüketim kültürüne dahil olmuşken, sahip olmayanlar sahip ol(a)mamayı ikame edecek birtakım ayakta kalma stratejileri, miş gibi yapma yolları geliştiriyorlar: Mahallenin ağır ağabeyi olmak, hesapbilirliğe kendilerinin ezilmişliğinden beslenen akıl dışı tepkiler göstermek vb. Alt sınıfların, orta ve yeni orta sınıfların ulusaşırı ve küresel yaşam tarzına ayak diremesi ise, önce orta sınıfın kendini güvenli mekânlarda koruma altına alması, ardından laneti, son olarak da disipline edici teknikleriyle karşılaşıyor. Disiplin teknikleri tüketim kültürü temelli yaşam tarzına Cevabı ararken... Aylin Kotil Y aşam içindeyken hep düz gitmiyor nedense. İnişlerle çıkışlarla dolu oluyor. Mutluluk ve hüzün dönem dönem yaşandığı gibi, bazen ikisi bir arada da yaşanabiliyor. Bazen de sorularla karşılaşıyoruz yaşamda. Bu sefer de aceleci yanımız ortaya çıkıyor, çünkü hayatımızın orta yerine düşen soruya bir cevap arama telaşı sarıyor benliğimizi bu dönem. Soruların da yaşanması gerektiğini atlayabiliyoruz. Onun da bir süreç olduğunu… Aceleci yanımız işte tam burada devreye giriyor. Soruyu yaşamadan cevabı bulmanın telaşı kaplıyor her yanımızı. Oysa daha soru kısmındayız işin. Ve her soru mutlaka uzun ya da kısa bir süreçten geçip bizi içine almıştır. En az o süreç kadar, belki de daha fazla soru kısmını yaşamamız gerekiyor. En azından doğru cevaba ulaşabilmek için. Çünkü soruyu yaşarken bir de bakmışız ki cevabı yaşamaya başlamışız. Bu yüzden acele verilen kararlar tehlikelidir. Soruya gelene kadar geçen süre, acele verilen kararlarda yaşanmadığından hata payı çok yüksektir. Bir şeyleri zorlamanın, sonuca gidilmesi için arkadan ittirmelerin gereksiz yanlışlığı içersinde aslında ittirdiğimizin doğru olup olmadığını bile anlayamadan aceleyle doğru sandığımız cevaba koşarız. Buna sebep de belirsizliğin yaratmış olduğu can sıkıcı durumdur. Belirsizlik öyle yıpratıcı gelir ki o an, yanlış da olsa karar vermek rahatlatır insanı bir süreliğine. Ancak nereye kadar? Doğru sandığımız cevap ise bazen bekleme ve beklemeyi yaşama süresinden çok daha sıkıcı ve can acıtıcı bir durumla bizi karşı karşıya bırakabilir. Soruları yaşamak, yaşarken sabır gösterebilmek bizi en doğru cevaba zaten kendiliğinden götürecektir. Kaçırdığımızı sandığımız tren aslında her durakta bizi almak için durup doğru cevabı bulmamızı bekleyecektir. İyi pazarlar... aylin@kotilsarigul.com