Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
2 2 TEMMUZ 2006 / SAYI 1058 Aşk ve sömürü. Sabri Evyapan’ın yolunu bu ikisi çizmiş. 23'ünde, valizini toplayıp, cebindeki 15 günlük tahtakurulu otel parasıyla Yunanistan’a gitmiş. Sonra da âşık olduğu kadının peşinden Fransa’ya. Terk edilmiş, evlenmiş, çocukları olmuş, geri dönmüş... Gemilerde çalışmış, inşaat işçiliği, tuvalet bekçiliği, taksi şoförlüğü yapmış. Şimdi, yola çıktığı yerde, Çayırbaşı'nda olta satıyor. Yolunuz o yana düşerse, “Başkan Sabri”yi Fotoğraf: VEDAT ARIK sormanız yeterli. BEN, SABRİ EVYAPAN... Esra Açıkgöz S abri Evyapan, Çayırbaşılı bir Çingene. Onunla 14 Mayıs tarihli “Hem üniversiteli hem Roman’ım” başlıklı haberimize yazdığı bir eleştiri email ile tanıştık. “Çingeneleri konu etmeniz güzel, teşekkür ediyorum” diyordu Evyapan mesajında, “Ama başlığınızı eleştirmek, daha da ötesi kınamak zorundayım. Ne demek o, ‘Hem de üniversiteli’ Çingene olmak! Yani çingenenin üniversiteli olması çok mu şaşırtıcı, olağanüstü bir durum. Ve bir de, içime sindiremediğim bir küçük görme, ‘Hem Roman’! Yani hem Çingene! Bu sözler sizin değil ama, başlık sizin! Çingeneler bir yaşam sürecinden geçiyor. Kavgalarını ve sevgilerini, dünyaya özgür insanlar olarak bakmayı bugün de sürdürüyorlar. İnsanca yaşanır bir dünya istiyorlar. Yoksulluklarının, itilmişliklerinin, hor görülmüşlüklerinin nedenlerini artık sorguluyor ve biliyorlar”. Haklıydı, farkında olmadan ayrımcılık yapmıştık. Bir davetle bitiyordu metin, “Yolunuz Çayırbaşı’na düşerse, ben sahildeyim. Lakabım ‘Başkan Sabri’, beni kolayca bulabilirsiniz”. Biz de hem Evyapan’la tanışmak, hem de özür dilemek için davetine uyduk, Sarıyer’in yolunu tuttuk. Dediği gibi kolayca bulamasak da, bulduktan sonrası bizim için yeni bir dünyaydı. Olta sattığı el arabasından çıkarıp ikram ettiği kâğıthelvalarla başladık yolculuğa; TİP delegeliği, Yunanistan, Fransa yolculukları, şizofren ilk karısı, şiirleri ve aşkları... Konuşmanın ortasında işitme cihazı bozulunca, bıraktık kendimizi onun anlatısına... Başlamadan şunu bilmeniz de yarar var, Evyapan’la karşılaşırsanız sakın ha, “Roman” demeyin, çünkü onun dünyasında böyle bir kelime yok. “Ben Çingeneyim” diyor, “Çingenelikten utanmıyorum ki, kendime başka bir isim bulayım. Diğeri cahillik, asimilasyonun vermiş olduğu aşağılık duygusuyla bulunmuş bir kaçış”. Evyapan üç kuşaktır Çayırbaşılı. “Ninem 85 yaşında öldü, Çayırbaşılıydı. Babam 75 yaşında öldü, Çayırbaşılıydı. Ben 65 yaşındayım, buralarda doğdum, büyüdüm, bir süreliğine uzaklara gittim, sonra yine buraya döndüm. Çayırbaşılıyım” diyor. Doğum yılı 1940 Evyapan’ın. Üçü kız dokuz çocuktan biri. Babası balıkçı reisi, tıpkı hiç tanımadığı Çanakkale Savaşı’nda ölen dedesi gibi. Çocukluğunun Sarıyer koyunda manyatlarla 35 çeşit balık tutuluyor, uskumru, çiçina, fener balığı, trokanya, tekir balığı... Evin kadınları, labada, radika toplayıp, Karaköy’deki Rumlara, Ermenilere satıyor, karşılığında çürük portakal, kırıntı pastırma, börek, kaşar alıyor. Evyapan’ın aile ekonomisine katkısı erken başlıyor; ilkokuldayken babasının yanında balıkçılık, okul bitince de işçilik yapıyor. Yoksulluklarına rağmen babası bütün çocuklarının hiç olmazsa ilkokulu bitirmelerini sağlıyor. Evyapan, o günün can yakıcı anılarını bugün gülümseyerek anımsıyor: “Bir kız arkadaşla kıra gittik. O zamanlar ayakkabı filan yok, tek mal varlığım bir pantolondu. O gün onu da kaybettim. Bir hareket ettim, cart diye bir ses... Rezil oldum...” 15 yaşında, ilkokul arkadaşı milli boksör Yeter Sevimli’nin davetiyle Fenerbahçe Kulübü’nde boksa başlıyor. Bundan sonraki üç yılı ringlerde geçiyor, hatta İstanbul Boks Şampiyonluğu’nu kazanıyor. Sonra? “Baktım korkunç bir sömürü var, anında bıraktım” diye yanıtlıyor “Bir sabun fabrikasında işe başladım. 1960’ta askere gittim, kulaklarımdan dolayı, arızalısağlam olarak 12 ay askerlik yaptım. Dönüşte birkaç yıl balıkçılıkla geçindim, ama baktım bir istikbali yok, cüzdan çıkarıp gemilerde çalışmaya başladım. Hayri Baran, Cerrahoğlu gibi armatörlerle çalıştım. Onlar da gemicilerin hakkını doğru düzgün vermiyordu, ‘Yiyorsunuz, içiyorsunuz, bir de maaş istiyorsunuz’ diyorlardı”. Sömürüden kurtulamayacağını anlayınca, Yunanistan’a gidiyor, cebinde 100 lira, yani tahtakurulu bir otelde 15 gün kalabileceği kadar bir parayla. Pire Limanı’nda, Türkçe bilen birini sorunca, İzmir’den gelen Rumların yanına götürüyorlar, onlar da yedirip içiriyor, bir gemide iş, bir de otel buluyorlar. Beş ayda derdini anlatacak kadar Yunanca öğreniyor, sonra bir İngiliz gemisiyle Afrika, Amerika, Avrupa seferleri yapıyor... AŞKIN PEŞİNDE FRANSA’YA YOLCULUK Evyapan, İvonne’la bu seferlerden birinde, gemi arıza yapınca karşılaşıyor: “Manş Denizi’nden çıkıyoruz, Fransa’nın Brest burnunda makine yatak yaptı, bozuldu. Bizi çektikleri limanda gördüğüm İvonne’a âşık oldum. 15 gün sonra makinenin tamirini bitirdiler, ayrılırken ikimiz de hıçkıra hıçkıra ağladık. Yunanistan’a vardığımız gün, kızdan ‘Hemen atla gel’ diye bir telgraf geldi. Orada hayat çizgim değişti. Bir yandan arkadaşlar, bir yandan komünist olduğu için beni seven kaptan ‘gitme’ diye rica ediyorlar, ama nafile, genciz, kuş gibi kalbimiz var... Her şeyimi bırakıp, elimde sadece bir valizle atladım uçağa; önce Paris’e, oradan da trenle Brest’e. İvonne beni istasyonda bekliyordu...” Yıl 72. Fransa’nın Türkiye’den işçi aldığı yıllar. Evyapan Türk işçilerin ve İvonne’un yardımıyla karada bir iş buluyor, inşaat işçiliği. İki yıl sonra hayat çizgisi yine değişiyor: “Fransızlar genelde maymun iştahlı oluyor, İvonne da benden bıktı, oraya buraya gitmeye başladı. Yaşım da artık 35. ‘Mahalleme dönüp, evleneyim, bir esmer vatandaşın hayatını kurtarayım’ dedim. Komşumuzun kızıyla, Gülizar’la 15 gün içinde evlendim. Bir ay sonra Gülizar’ı akıl hastanesine yatırdım, şizofrenmiş. O zamanlar şizofren, paranoya diye bir şey bilmiyorum tabii, bilsem çocuk yapmazdım. İki kızımız oldu; biri adını hayattan aldı Devrim, diğeri Deniz Gezmiş’ten.” Gülizar çocuklara bakamayınca, Türkiye’ye dönüyorlar, Evyapan yeniden evleniyor, çocukların sorumluluğunu Fatma alıyor. Evi Gülizar’a bırakıyor, bahçenin önüne Fatma ve kendisi için yeni bir ev inşa ediyor. “Bıraksam” diyor “Gülizar sokakta kalacaktı, ben devrimciyim, bu bana yakışmazdı”. Gülizar’dan olan iki kızından biri 27 yaşında işsiz, diğeri 30’unda, konfeksiyonda çalışıyor. Fatma’dan doğma kızı Demet ise 19’unda, nişanlı. Gülizar da hâlâ onun ve Fatma’nın korumasında... İstanbul’da iş bulamayınca, bir kez daha Fransa’yı deniyor, ama ancak dört ay dayanabiliyor. Denenmedik iş bırakmıyor İstanbul’da, tuvalet bekçiliği yaptığı bir dönemde şiir yazmaya başlıyor. Tuvaleti resimlerle, şiirlerle süslüyor: “İsa’nın gözlerindeki ışık/Asker miğferindeki gamalı haçı çiziyor/Kurşunlar vızıldıyor bombalar patlıyor/Çığlık çığlık güneşe akıyor/Akıyor akıyor/Sistemini kuruyor/Çingene kırmızı gülünü tüm insanlığa sunuyor/İşte çingene zamanı...” Artık hayattan bir beklentisi yok Evyapan’ın, Nâzım gibi dibine gömüleceği bir ağaç dışında... “Dikine koysunlar ki, ağaca çabuk intibak edeyim, faydam olsun” diyor. Yolunuz Sarıyer sahiline düşerse, sahilde kırmızı bantlı arabası, kasketi ya da panama şapkasıyla bekleyen Sabri Evyapan’ı görebilirsiniz... Bazı şeyler unutulmuyor 1213 yaşlarında Cahit diye bir arkadaşım vardı. Tam bir Kazanova, uzun boylu, yakışıklı bir çocuktu. İkiüç kız arkadaşı vardı. Birini bırakır, diğerine giderdi. Ben, içime kapalı, çekingen bir çocuktum, kızlar yanıma gelince, kaçardım. Bu, herhalde dokuz çocuklu bir ailede fazla sevgi görmemekten kaynaklı, bilemiyorum. Çocukken hiç kız arkadaşım olmadı. Gerçi bunda, din baskısının, dogmanın, erkek egemen anlayışın getirdiği “Her yer erkeklerin” mantığının da etkisi vardır. Şimdi bunlar azaldı. Bakıyorum sahile sevgilisini alıp geliyor, gayet serbest hareket ediyorlar, muhabbet kuşları gibi konuşuyor, koklaşıyorlar. Ne kadar güzel? TİP’teyken aynı zamanda gemilerde çalışıyordum. Seferden geldiğimde ilk uğradığım yer parti olurdu. Bir defasında, Marsilya seferi sonrası, Maden Fakültesi’nde foruma katıldım. Fakülteden çıktık, Amerikan emperyalizmini protesto etmek için Atatürk’ün Şişli’deki evine yürüyeceğiz. Hilton Oteli’nin önünden geçerken bazı arkadaşlar, Hilton’a molotof kokteyli attı, toplum polisi bindirdi. İnsanlar kaçışmaya başladı. Benim de sefer sırasında ayağıma sıcak su döküldüğü için topallıyordum. Ne şanssa beni almadılar, yanımdan geçtiler. 30 yaşlarında, ecnebi gemilerinde çalışıyordum. Sürekli kitap okuyordum. Mesela, Hasan İzzettin Dinamo’nun “Kutsal İsyan” kitabını okudum. Milli Kurtuluş Harbi’ni sosyalist bir bakış açısıyla anlatıyordu, çok güzeldi, ancak sekiz ciltti. Onları bir gemiden diğerine taşıyordum. Fransa’dan döndükten sonra, korsan taksicilik yaptım. Şişli’den bir müşteri aldım, adam öne oturdu hemen, “Hemşerim nerelisin” diye sordu. Ben de bu muhabbeti pek sevmem, “İstanbulluyum” dedim. Bir daha sordu, “Çayırbaşılıyım” dedim. Yok tatmin olmuyor, ısrarla soruyor, en sonunda kızgınca “Çayırbaşılıyım, Çingeneyim” dedim. Adam, “Estağfurullah” deyince hemen kenara çektim, taksiden indirdim. Fotoğraf: UĞUR DEMİR Önce felsefe sonra siyaset... Başlarda söylemese de konuşma ilerledikçe ortaya çıkıyor ki Evyapan'ı Yunanistan yolculuğuna çıkaran tek neden sömürü değil. Bu gidişte, 23 yaşında mahalleden âşık olduğu bir kızın da payı var. “Korkunç bir sevgiydi, kara sevda mı nedir?” diyor “Dudağının güzelliği, burnunun biçimi, kaşlarının güzelliği, saçının rengi şurama oturdu, çarpıldım. Kız ise beni sevmedi, beni her görüşünde kaçtı”. Felsefeyle ilgisi de bu aşkın nedenini araştırırken başlıyor. “Felsefenin Başlangıç İlkeleri”ni ve özellikle Orhan Hançerlioğlu’nun kitaplarını okuyor. Bu bilgilere Çingene olduğu için “dışlanmanın” sıkıntısı da eklenince sola meylediyor. Çünkü ona göre “Marksizm Çingeneliğin modern” hali, başka bir deyişle “Çingene ilkel komünist”. Hür Sosyalist Partisi’nin kurucusu Cahit Topgülle’den aldığı ilk sosyalist bilgilerini, 1963’te, TİP’in Çayırbaşı örgütüne taşıyor. Mitinglerde güvenliğini üstlendiği kortejde Mehmet Ali Aybar da yer alıyor, Behice Boran, Sadun Eren, Çetin Altan da... Aybar döneminde delege de seçiliyor. Belediyede, gemilerde işçi örgütlüyor. “Karşıdevrimciler bize çok işkence yapıyordu, kaba kuvvet kullanmadığımız halde bize sopalarla vuruyorlardı, kafamıza taş atıyorlardı” diyor. Üniversitelerde “nöbet” tuttuğu bir sırada Deniz Gezmiş’le de tanışıyor, “Yeni yeni silah kullanmalar da başlamıştı. Merkez kampusta faşistler bir arkadaşımızı vurdu. Sabaha kadar nöbet tuttuk, sonra arkadaşımızın cenazesini alıp Sirkeci’den memleketine yollamıştık. Ertesi günler yine Cerrahpaşa’da sabahlara kadar, ‘ha şimdi basacaklar’ diye düşüne düşüne bekledik. O zaman gençtik tabii, enerji vardı. Ölüm umurumuzda değildi” diyor. Kanlı Pazar’dan o gün gemide olduğu için kurtuluyor, 12 Mart darbesinin haberini ise Yunanistan’da alıyor. Sonraları politikayı CHP’de ve ÖDP’de sürdürüyor. 1999’da ÖDP’den de ayrılıp Çayırbaşı muhtarlığına aday oluyor, kazanamıyor ama unvanı kalıyor. Mahallede herkes onu “Sabri Başkan” diye tanıyor. CUMHURİYET 02 CMYK