Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
10 PAZAR SÖYLEŞİLERİ 2 TEMMUZ 2006 / SAYI 1058 Tarihe, kadınerkek ilişkilerine başka türlü bakmamıza yol açacak bir kazı alanı Çatalhöyük. Neolitik dönemi, yani homo sapiens’in ilk hallerinden birini anlatıyor, yaşama biçimlerini, kültürlerini, ritüellerini... Onlarca ülkeden arkeolog, antropolog, aynı tarihin izini sürüyor... İstanbul’da açılan “Topraktan Sonsuzluğa Çatalhöyük” sergisi ise hem çalışmaları, hem de hiyerarşisiz, kadınerkek eşitliğinin yaşandığı dokuz bin yıllık dönemi anlatıyor... Küba yalnız değil... Ataol Behramoğlu K üba devrimi benim kuşağımın gençlik düşlerinin göğündeki en parlak yıldızdır. Ölümsüz Guevara’nın alnında parlayan yıldız gibi... Aradan geçen yıllar bu düşleri eskitemedi, yıldızı solduramadı... Sovyet sisteminin uğradığı (daha doğrusu uğratıldığı) yıkım bile Küba’yı yeniden (emperyalizmin düşlediği) sefahat ve fuhuş “cennet”ine döndüremedi... Birkaç yıl öncesine kadar Küba, sadece Latin Amerika kıtasında değil, dünyada yalnız kalmış gibiydi... Fakat tarihin tekerlekleri, bir süre molozlara takıldıktan,çamura, balçığa bulanıp tökezledikten sonra, şimdi yeniden ileriye doğru deviniyor... Karamsarlar, kötümserler, “kendi yüreklerinin kabuğunda yaşayanlar” ne düşünürlerse düşünsünler, Venezuella, Kolombiya örneklerini; Şili’de,Brezilya’da Nikaragua’da yükselen emperyalizm karşıtlığını, hiç kuşkusuz yeni devrimci örnekler izleyecektir. Emperyalizm eninde sonunda, hem de kendi ininde yenilgiye uğratılacaktır. Çünkü her şey teknolojik üstünlük demek değil. Çünkü, belki gösterişsiz, ama insanca olan şeyleri, onuru, sevgiyi, özveriyi, cesareti, acıma ve dayanışma duygularını hesaba katmayan hiçbir teknik başarı, üstünlüğünü sonsuza kadar sürdüremez. Küba devrimi bir avuç devrimciyle gerçekleştirilmişti. Halkına kazandırdıkları rakamlarla ortada. Küba, Güney Amerika’ya, Afrika’ya doktor ihraç ediyor. Küba’da okuma yazma bilmeyenlerin oranı yüzde sıfır. Küba’da açlık, işsizlik yok. Küba’da insanlar gelirlerinin yarıdan fazlasını konut kirası olarak ödemiyor. Ama hepsinden, bütün bunlardan belki daha önemlisi, Küba devrimi insanca sıcaklığıyla, gönül zenginliğiyle, açık yürekliliğiyle, devrimin, devrimcinin nasıl olacağını, hangi niteliklere sahip olması gerektiğini dünyaya kanıtlıyor... Çatalhöyük: Eşitliğe dair büyük umut... Berat Günçıkan Ç Jose Marti heykeli. Küba devrimi 20. yüzyıl devrim hareketlerine iki ölümsüz lider armağan etti: Fidel Castro ve Che Guevara. Onların Küba’daki atası ise, bütün Güney Amerika’da devrim ateşinin ilk ateşleyicilerinden Jose Marti’dir. Küba’da bir Castro anıtı bulunmadığını biliyoruz. Bu onun eşsiz özverisinin, alçakgönüllülüğünün simgesidir. Fakat Havana Devrim Meydanı’nda, o sırada 42 yaşında olduğu 1895 yılında, tıpkı Guevara gibi sömürgecilerin askerlerince öldürülen Marti’nin anıtı yükseliyor. Yıllar önce, şiirlerini keşfedip de “Militan” dergisinde adına (Türkçede onu ve şiirlerini ilk kez tanıtan) bir sayı hazırladığımızda, derginin kapağına Marti’yi tanıtan yazımın başlığını çıkarmıştım: Savaşçı ve Şair. Bugün olsa bir sözcük daha ekler, şöyle derdim: Savaşçı, İnsan ve Şair. Marti, emperyalizme karşı savaş alanında can vermiş devrimci bir yurtsever, Latin Amerika’da “organik” diyebileceğim yaşam dolu devrimci bir şiiri başlatmış büyük bir şair, sürgünde çocuğunun özlemiyle yanıp tutuşmuş bir baba, gönül kırıklıkları yaşamış bir sevda adamıdır. Bütün bunların toplamı onu sözcüğün tam anlamıyla insan kılıyor. Dilimize ilk çevirmeni olmakla onur duyduğum, zaten hep aklımda ve gönlümde taşıdığım Jose Marti üstüne bu yazıyı, Orhan Tüleylioğlu kardeşimin “Savaşçı ve Şair” başlığıyla yayımladığı (Edebiyatçılar Derneği yayını) güzel Marti derlemesi nedeniyle yazıyorum. Küba yalnız değil. Marti’nin ülkesi her zaman yeni devrim ateşleri tutuşturmaya gebedir. Çünkü o, önderi olduğu Küba ulusal kurtuluş savaşı ateşinin tam ortasında, şu dizeleri söyleyebilmiş bir şairdir: Aynı yalınlıkla ölmek isterim Kırda bir çiçek gibi sakin, gösterişsiz Mum yerine yıldızlar parlasın üstümde Yeryüzü uzansın altımda sessiz Ben özgürlük ve aydınlık delisiyim Varsın hainler gizlensin soğuk bir taş altında Dürüstçe yaşadım ben, karşılığında Yüzüm doğan güneşe dönük öleceğim... ataolb@cumhuriyet.com.tr atalhöyük’teyiz. Dokuz bin yıllık tarihin karşısındaki hiçleşmeyi, ne uçak yolculuğu, ne 25 katlı otel, ne Mevlana türbesinde dua ederken cep telefonuyla fotoğraf çektiren kalabalık engelleyebiliyor. Belki de hiçleşme tam da teknolojinin bu, “var da ne oluyor” safhasında başlıyor... Çatalhöyük kazılarında bulunup da sergilenen takıların bugünün tasarımcılarına örnek oluşturması ya da seramik kapların, figürinlerin dokuz bin yıllık mesafeyi umursamayan estetiği de cabası... Ya Kibele? Hâlâ ana tanrıça, ama birkaç yıldan beri biliyoruz ki, ne hiyerarşi var Çatalhöyük’te, ne kadın ve erkek birbirinden sert rollerle ayrılıyor. Çatalhöyük’ün yüksekliği 21 metre. Araştırmalar gösteriyor ki, İÖ 7400 ile 6000 yılları arasında, yani 1400 yıl boyunca üç binle sekiz bin nüfusu ağırlamış. İlk yerleşimle son yerleşim arasındaki fark ise 18 kat. Evler eskidikçe içleri doldurulup bir üst kata çıkılmış... Bir evin ömrü ise taş çatlasın 80 yıl... Çatalhöyük her adımda bir soru sorduruyor insana, su nereden gelmiş, çöp nerelere atılmış, insanlar nerelerde toplanmış, evler niye birbirine bitişik, niye hiç sokak yok, ne yiyip içmişler? İyi de mezarlık nerede? 1950’lerin sonunda James Mellaart’la başlayıp bugün Ian Hodder’la süren kazılar gösteriyor ki, Çatalhöyük, ilk tarım toplumlarının yaşadığı merkezlerden biri. Bataklıkla çevrili, su da bu bataklıktan sağlanıyor, ölüler evlerin tabanlarına gömülüyor, arpa, bakla, mercimek, bezelye ekiliyor, meyve niyetine kuş kirazı, erik ve badem yeniyor, her türlü delici kesici işlerde obsidyenden yapılmış aletler kullanılıyor... Elbette hastalanıyorlar da, kemik hastalıkları, anemi, diş çürükleri başlarının belası. Leopar da yakınlarına kadar geliyor, yaban domuzu da, evcilleştirdikleri hay vanlardan biri ise sığır... Kil toplarla ısınıyor, su ısıtıyorlar... Her kazı biraz da binlerce yıl öncesini ortaya çıkarıyor... Kazı ekibi kalabalık mı kalabalık... Amerikalı, İngiliz, Bulgar, İtalyan, Rus, Polonyalı, İranlı, Sırp, Kanadalı, Pakistanlı arkeologlar, antropologlar birlikte çalışıyorlar. Sonya Atalay Amerikalı. Anishinaabe yerlilerinden. Bugün geleneklerinin çoğunu kaybetseler de atalarının da tıpkı Çatalhöyüklüler gibi kil toplarıyla suyu ısıttıklarını söylüyor. Geleneği sürdürmeye çalışanlar da var elbette, bir de tanrıları, Gitche Manitou. “Kültürel olarak yok edilmeye çalışılmış, bu kadar eski bir geleneğe sahip olmaktan gurur duyuyorum” diyor. Nurcan Yalman, arkeolojiye başlarken bugün yaşanan haksızlıkların, mutsuzlukların nedenini bulabileceğini de düşünmüş, nerelerde yanlış yapıldığını, hangi hatalı yollara girildiğini de... Kendi türünü yok etmeye çalışan tek canlının insan olması da tetiklemiş bu düşüncesini. Çatalhöyük’te evlerin bitişik olmasının, hiç sokak ve meydan yapılmamasının hiyerarşinin olmadığı bir sosyal yapıya bağlanması sorularının yanıtlarından birini vermiş. “Bize göre” diyor, “burası anaerkil değil, mutlaka bir organizasyon var, anarşist bir yapı da değil, belki yaşlılar deneyimlerini aktarıyor, iş ve görevi paylaşıyorlardı.” Çatalhöyük’te yaşayanların düş ve sanat gücüne de hayran Yalman. “Görüyoruz ki, bu topluluklarda kadınerkek eşitliği de var” diye ekliyor. Sonya Atalay da onu destekliyor. Anishinaabe'lerle Çatalhöyük arasında bir de bağ kuruyor, “Bizim klanımızda da kadın ve erkek eşitti. Klanlar arasındaki fark ise bazılarının bilgi ve deneyimlerinin onları güçlü kıldığı kadardı. Temel olan saygıydı, daha güçlü olanların saygı toplamak için ezmesi gerekmiyordu” diyor. Nurcan Yalman ve Sonya Atalay... yeni buluntuların eklendiği 1960'lardan bugüne uzanan zengin bir Çatalhöyük sergisiyle hayal gücünüzü zorlayabilirsiniz. Yapı Kredi Kültür Merkezi Vedat Nedim Tör Müzesi’nde, 20 Ağustos’a kadar açık tutulacak “Topraktan Sonsuzluğa Çatalhöyük” sergisi bu zengin kültüre ve tarihine doğru bir yolculuğa çağırıyor sizi. Sergi alanında yeniden canlandırılan evler, damga ve mühürleri, sanatsal ve gündelik yaşam objeleri, atölye çalışmaları ve bugünkü kazı alanından görüntülerle oluşturulmuş geniş bir tarihi koleksiyon sunuluyor. Ian Hodder sergi için “Bu, bir neslin yaklaşık 25 yıl olduğunu kabul edersek, 376 nesil boyunca geçmişe doğru bir yolculuk” diyor. Sergi 197 sayfalık kitapta, aralarında insan iskeleti, damga mühür, obsidyen alet, sepet, boncuk gibi kil, taş ya da kemik buluntuların resimlerinin yanı sıra höyüğü gösteren ve anlatan fotoğraflar, illüstrasyonlar, çizimlerle de belgeleniyor. Ayrıca 19611965 yılları arasında Çatalhöyük’teki ilk kazıları yapan James Mellaart’ın duvar resimlerinin birebir çizimleri de ilk defa bu kitapta yayımlanıyor. VE SERGİ... Eğer Çatalhöyük’e gidemiyorsanız, gidemeyecekseniz ve İstanbul'da yaşıyorsanız, kazıların başladığı ve her yıl Yüz yüze... Aylin Kotil G eçip gidilesi bir durum değildir yüz yüze gelmek. Yüz yüze bakabilmeyi becermek, dahası yüz yüze konuşmak... Atıp tuttuğun gibi olmuyor yüz yüze gelince, sevmem sandığının hiç de öyle sevilmeyecek biri olmadığını fark ediyorsun. Aslında yüz yüze gelince çözülemeyecek hiçbir sorun olmadığını da anlıyorsun. Ama yüz yüze gelmek çok kolay olmuyor. Belki atıp tutmanın utancının saracağını bildiğinden, belki de uzak durmaya daha yakın olduğundan. Ya da aslında gerçekte çözmek istemediğinden, istemez insan bazen yüz yüze gelmeyi. Yoluna koyma ihtimali yapılan haksızlığı askıda bırakacağından, boşa çekilmiş kürekler kaç kilometre olmuştur diye hesaplanacağından istemeyiz yüz yüze gelmeyi. Hele de işyerinde, yüz yüze halletmek istenir bazı sorunlar, ama arkadan konuşmalar daha çok kabul görür. Hatta yüz yüze söylenenler onur kırıcı bulunur. Sırtınız dönükken sizin kırılıp kırılmadığınız o kadar önemli değildir. Çünkü kaçak güreşmek artık daha sevilen bir durumdur. Sorunları yüz yüze konuşup biriktirmemek, konuşulan yerde bırakmak, sadece çözüm aramak pek kıymetli değildir. Gerilerde yapılanlar daha çok izleyici toplar. Hatta daha heyecan vericidir. Gizli olan her şeyin daha çok heyecan verdiği gibi. Yüz yüze görüştüğünde, karşındakinin arkandan konuşma ihtimalini de sıfırlarsın. Budur biraz da kaçınılan zaten. O kadar tatlıdır ki arkadan konuşmak, o kadar alışılmıştır ki bu duruma, açıklık normal de olsa onur kırıcı gelir karşı tarafa. Çünkü kavramlar yer değiştirmiştir. En zoru da aşklarda yüz yüze gelebilmektir. Başlayan bir aşksa, sorun yoktur. Tarifsiz bir duygudur sevdiğinin yüzüne bakmak. Ancak bitirişin habercisi olan yüzleşmek her baba yiğidin yapacağı iş değildir. Çoğu da biterken bir araya gelmeyi tercih etmez. Başlarken duyduğu heyecanların hatırını bir yana iter, unutur sırf kendi içi de acıyacak diye, bencilliği ağır basar ve çok görür gün paylaştığına yüzünü. Sevdiğinle sadece birlikte yaşarken paylaşılırmış gibi. Biterken ya da bittikten sonra eski günlerin anısı da gömülür toprağa. Oysa seçtiğin insan kadar bitirme şeklin de seni sen yapar. Deniz Gezmiş kendi kuşağı için endişelenirken “Bu çocuklar doğru dürüst âşık bile olmadılar” demiş. Şimdikiler buna yüzleşmemeyi de ekledi. Belki de bu yüzden sanal tanışmaları bu kadar sevdiler. İlk bakışmaların keyfine varamadıklarından, bakarken kalp çarpıntısını tadamadıklarından, yüz yüze gelmenin yemek gibi içmek gibi bir ihtiyaç olduğunu anlayamadılar. aylin@kotilsarigul.com CUMHURİYET 10 CMYK