23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

10 PAZAR SÖYLEŞİLERİ 30 NİSAN 2006 / SAYI 1049 Nasıl millet olunur? Ataol Behramoğlu Aleni Mahrem Dudaklar Özlem Altunok ramis Kalay, 25 yıldır fotoğrafçılıkla uğraşan, konser, sahne, mimari fotoğrafları çeken, pek çok sergi düzenlemiş bir fotoğrafçı. Ortalıklarda görünmeyi pek sevmiyor, ama yine de ölümsüzleşmeyi istiyor. Fransız Kültür Merkezi’nde 3 Mayıs’ta açılacak “Aleni Mahrem Dudaklar”, 12. kişisel sergisi. Bu sergi için de öncekiler gibi uzun süre hazırlanmış. 1998’de vapurda gördüğü telaşlı bir kadın, onu bir çeşit parmak izi olan dudakların peşine düşürdüğünden beri, insanların önce dudaklarına bakar olmuş. Aramis Kalay’ın bu “dudak portreleri”nden geriye bir de ukte kalmış. “Ah, o bankadaki kadın, ne kadar da ince, küçük dudakları vardı” diyor. Fettan, masum, güleç, ağlamaklı, seksi, çağıran, reddeden dudakların sahipleri ise 19 amatör model. İşte Aramis Kalay’ın dudakların peşindeki hikâyesi... “Yüzlerin izdüşümü onlar” diyor fotoğraf sanatçısı Aramis Kalay dudaklar için.. “gizemli, fettan, masum, davetkâr, yorgun, güleç”... Sekiz yıl boyunca peşine düşüp görüntülediği “dudak portreleri”ni şimdi bir sergiye dönüştürense BeşiktaşKaraköy vapurunda rastladığı telaşlı kadının dudakları... Dolayısıyla seksi, gizemli ve dikkat çekici... Biçimi, mimiği, ifadesi, takındıkları edayla bir insanı anlatıyorlar. Mutlaka bir seksapel var, ama tek başına bunu yükleyip haksızlık yapmak istemem portrelere. Yine de çok özel oldukları kesin. O yüzden “Dudaktan kalbe giden yol” deriz, “Seni aradım kadehlerdeki dudak izlerinde” deriz. Bu yüzden dudak izini mektuba ekleriz. Bu yüzden kimi zaman dudağımız uçuklar, bükülür, ısırılır... Kimlere ait sergideki bu kadın dudakları? Hepsi de ilk kez bir sergiye konu olan, farklı mesleklerden kadınlar. İçlerinde gazeteci, avukat, sinemacı, öğretmen, arkeolog kadınlar var. Dudaklar parmak izi gibi olduğu için önce uzun bir süre izledim. İşe önce çevremdeki tanıdığım kadınlardan başladım ve teklif götürdüm. Sonra sıra tanımadığım insanlara geldi... B ir toprak parçası üzerinde bir arada yaşamak, aynı dili konuşmak, bir bayrağa ve ulusal marşa sahip olmak, az ya da çok üretmek ve (bizde olduğu gibi) ürettiğinden daha fazla tüketmeyi istemek, yüz bilmem kaç katlı gökdelenler yapmak, Birleşmiş Milletler’de temsil edilmek vb... Bunlar ve bu gibi başkaca ortak özellikler ve etkinlikler, millet olmaya yeterli midir?.. Bu soruyu kendime her yurtdışı yolculuğumda sorarım. Özellikle de bu ülkelerdeki müzeleri gezdiğimde... Son olarak, nisan ayı içinde, Kiev’deki “Rus Sanatı Kiev Müzesi”ni gezdim... Doğrusu, bugün artık Rusya’nın yabancı bir ülke konumunda olduğu Ukrayna’nın başkentinde, Rus resim sanatından bu kadar çok sayıda değerli yapıtı bir arada bulmayı beklemiyordum... 19. ve 20. yüzyılların ve daha önceki zamanların en büyük ustalarından salonlar dolusu başyapıt... Bu yolculuğun izlenimlerini ayrıca yazacağım için resimler konusunda ayrıntıya girmiyorum. Burada söz etmek istediğim şey ise, müzedeki yapıtlar değil, müzenin kendisi... Kentin ortasında, kentin yüreği gibi, sımsıcak, tertemiz, ışıl ışıl bir mekân. Her yaştan, aydınlık yüzlü, tertemiz giyimli izleyiciler, pırıl pırıl okullular... Her salonda, bilinçli, kibar bir gözetimci... Ukrayna zengin bir ülke değil. Bir yandan da siyasal çalkantılar içinde. Ama müzesi, kentin ortasında, (Nâzım’ın bir şiirinden, onun başka bir nedenle söylediği sözcükleri ödünç alarak söylersem) “sıcak bir fırancala” gibi duruyor... Durmuyor hayır, dolup taşıyor... Hangi uygar ülkeye giderseniz gidin, o ülkenin en küçük kentinde bile, sizi bir sanat müzesi karşılayacaktır... A GENÇYAŞLI, KADINERKEK DUDAĞI... Vapurdaki kadın gibi mi? Kesin, tuhaf tepkiler almışsınızdır... Olmaz olur mu! Mesela bir mekânda bir kadının dudağını çok beğeniyorum. Teklif edeceğim, ama nasıl edeceğim diye kara kara düşünüyorum. Gidip masumane çalışmamı anlatıyorum, “Sizi de model olarak kullanmak istiyorum” diyorum. Konuyu öğrendiklerinde ise iyi günler beyefendi deyip giden çok oldu. Sanki onların mahremiyet alanına giriyormuşum gibi hissettiler. Sonuçta 19 kişi bir araya geldi, ama katılmayanlar içimde ukte tabii. Mesela gözümün önünden bankada çalışan bir kadın gitmiyor. O kadar uğraştım, ama bir türlü kabul ettiremedim. Küçük, incecik, enteresan dudakları vardı... Peki, çekim sürecinde neler yaptınız, nasıl yönlendirdiniz modelleri? Evi stüdyo haline çevirdim. Önce eşimle beraber kahvaltı hazırlayıp uzun uzun sohbet ettik. Ben o sırada sürekli mimiklere, dudakların hangi sözcükte nasıl şekil aldığına dikkat ettim ve sürekli notlar aldım. Çekim aşamasındaki zorluksa çok yakın çalışmaktan kaynaklandu, çünkü bu durum, uzun süre hareketsiz kalmalarını gerektiriyordu. Bir de büyük boyutlu çalışmanın zorluğu vardı. Çekimler bittikten sonra modellerle beraber bir de resim yaptık. Bu, hepsinin dudak izlerinin bulunduğu büyük bir tuval, bir çeşit imza gibi. Bir yandan da izle gerçeğin farkını göstermek gibi. Sergideki kadın dudakları kaç yaş grubuna ait. Hepsi de genç gibi görünüyor... Yaşları 2035 arasında değişiyor. Yaşlı kadınları çekmeyi düşünmedim, ama enteresan bir yaşlı kadın dudağı kaldı aklımda. Sanki kadının bütün yaşanmışlığı, ömrü dudaklarında toplanmıştı çizgi çizgi. Bundan sonra erkek dudakları serisi gelebilir mi? Elbette bir serginin konusu olabilir, ama benim ilgi alanım değil. Güzel erkek dudakları da var, ama bunu belki bir kadın fotoğrafçının yapması daha hoş ve anlamlı olabilir. Benim aklımdan geçense ünlü kadın dudaklarını çekmek. Mesela Monica Belluci ile kimdi o... Angelina Jolie mi? Evet, nereden bildiniz? Aramis Kalay “Aleni Mahrem Dudaklar” sergisini ünlü kadın dudaklarıyla sürdürmeyi düşünüyor... Erkek dudaklarını ise kadın bir fotoğrafçıya havale ediyor. İstanbul Resim ve Heykel Müzesi... Bu yıl İzmir’de kutladığımız Dünya Şiir Günü’nde, İzmir’de bir sanat müzesi gezmek istediğini söyleyen (aynı zamanda resim eleştirmeni) Belçikalı şaire, İzmir gibi bir kentimizde bir sanat müzesinin adresini veremeyişin ezikliğini duyduk... Ona İstanbul’daki ResimHeykel Müzemizin üzüntü verici sorunlarından söz ettim... Bildiğini söyledi... Bu yazıyı yazmamın asıl nedeni de, İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’dir... Bu sütunda yayımlanan “Picasso ve Bizimkiler” başlıklı yazımda, Osmanlı ve Türk resim sanatının 1850’lerden günümüze paha biçilmez değerde ürünlerine sahip, bu anlamda da çağdaş kimliğimizin eşsiz ve kendi alanında biricik aynası olan İstanbul ResimHeykel Müzesi’nin sorunlarına değinmiştim... 1937’de Atatürk’ün direktifiyle kurulan müzedeki 9000’e yakın sanat ürünü arasında, Halife Abdülmecid Efendi ve Osman Hamdi’den, günümüzün 1960 doğumlu sanatçılarına kadar kendi ressamlarımızın yapıtlarının yanı sıra, Bonard, Utrillo, Ayvazovski gibi yabancı ustaların ürünleri de bulunuyor. Müdür yardımcısı ressam Mehmet Çetiner, kendisiyle görüşmemizde, yakın zamanlara kadar günde 1520 kişi olan ziyaretçi sayısının son zamanlarda 200250’ye ulaştığını ve yine son zamanlardaki bazı yayınların da etkisiyle “devlet”in İstanbul ResimHeykel Müzesi’nin (onarım vb.) sorunlarının çözümü için kolları sıvadığını söylüyor ki, bu iyi bir şey... Ama yeterli değil! Yazımın başlığını oluşturan “Nasıl Millet Olunur” sorusunu azıcık değiştirip “Nasıl Millet Oluruz?”a dönüştürerek, şöyle yanıtlayacağım: Devletçe ve olanak sahibi herkesçe, başta İstanbul ResimHeykel Müzesi olmak üzere, (ulusal ve evrensel kimliğin temelleri demek olan) bu türden sanat kuruluşlarımıza sahip çıkarak, onları canlandırarak ve sayılarını çoğaltarak... Büyüklü küçüklü bütün kentlerimize sanat müzeleri kazandırarak... Ve en erken çocukluk dönemlerinden, okulöncesi çağlarından başlayarak, tüm insanlarımıza, onlarda sanat sevgisi uyandırmaya ve geliştirmeye yönelik bir eğitimöğretim sistemine sahip olarak... ataolb@cumhuriyet.com.tr Fotoğraf: VEDAT ARIK Pek çok çalışmanız var, ödüller, sergiler, Ara Güler’den sonra Fransa Ulusal Kitaplığı’na kabul edilen ikinci fotoğrafçısınız, ama isminizi pek de duymuş değiliz. Neden? Biraz karakter meselesi galiba, biraz da benim değil, işlerin kendilerini anlatması derdinden. Ortalıkta görünmediğim için olsa gerek, Fransa’da yaşadığımı sananlar bile varmış, geçen gün bir arkadaşım söyledi. E, buradayım işte. Önemli olan da ölümsüzleşebilmek zaten. Birileri karıştırırken, araştırırken onlara esin kaynağı olabilmek. Bir de ben seyrek sergi açıyorum. Sergilerimin hazırlık aşaması çok uzun sürüyor... Nasıl geçiyor hazırlık aşaması, neler yapıyorsunuz? Mesela bu sergi... Fikir 98’de aklıma düştü, 99’da fotoğraflar hazırdı, ama fikrin olgunlaşması, oturması, fotoğrafların elenmesi için zaman geçmesi gerekiyor. Konu, teknik, karanlık oda, baskı, fotoğrafların elenmesi hepsi uzun bir zamana yayılması gereken bir hazırlık süreci benim için. Aslına bakarsanız bir taraftan da o süre içinde aklım çıkacak gibi oluyor, ya biri benden önce buna benzer bir iş yaparsa diye... DUDAKLARI YÜZDEN KOPARMAK... 98’de aklıma düştü dediniz bu serginin fikri. Nasıl? Bir gün Kadıköy Beşiktaş vapurunda gördüğüm bir kadın düşürdü aklıma. Ben vapura binince genelde üst katta oturur, insanları izlerim. O gün vapura son anda yetişen kadının, bütün telaşı, paniği yüzüne, özellikle de dudaklarına yansımıştı. Vapur yolculuğu boyunca, “Bir dudak bu kadar mı insanın kimliğini belirler” diye düşünerek gözlerimi ondan alamadım. Ondan sonra takıntı şeklinde, insanlara bu gözle, yani dudakları yüzden koparma isteğiyle bakmaya başladım. Siz de saklamayın, elimde değil bakacağım... Pek de saklanacak bir uzuv değil, ama bu kadar açıkta olup bu kadar da gizemli olması ilginç herhalde. Neler yüklüyorsunuz dudağa, nasıl çağrışımlar yapıyor sizde? Yüzlerin izdüşümü gibiler. Hele bir kadın için olmazsa olmazlar. Zaten bu çalışma da kadın dudağının gizemi üzerine bir araştırma gibi oldu. Fettan dudaklar, masum dudaklar, jiletle çizilmiş gibi incecik ya da hamburger gibi kocaman dudaklar. Kimi davet ediyor, kimi reddediyor. Serginin adı da buradan çıktı herhalde; Aleni Mahrem Dudaklar... Aleni, ama mahrem. Çok ortada, ama çok özel. Sadece sevgiliye açık, onun dışında mümkün değil ki dokunasınız... Belki çıplaklıktan daha öte çıplak bir şey... İçimizdeki ses Aylin Kotil B azen bir ses durgun ve tükenmiş gününüze hayat verebilir mi? Hem de hiç tanımadığınız, hiç görmediğiniz birine ait olan bir ses? İçinizde birçok duyguyu tükettiğiniz anda birden tekrar yaşama sevinci ile dolmanıza neden olabilir mi? Günümüzde tenkit için fırsat kollayan onca insan varken güzel söz söylemek için arayanın kıymeti ölçülebilir mi? Hem de o arayan, içinde bulunduğunuz durumdan bihaber ise! Bazen içimizde birtakım duygular yeşerir ve olmadık yerde bizi dürtükler. Ve o ses bize o an yapmamız gerekenleri fısıldar. Biz ise o güne kadar biriktirmiş olduğumuz önyargılarımızı beslemeye devam ederek; ayıp mı olur, sırası mı, ters mi karşılanırım, rahatsız mı ederim, diyerek dürtümüzü itekleriz. Oysa içsesimiz ta içerlerden ne zaman seslense, bize faydası olmasa da mutlaka başkalarına iyi gelecek bir durum vardır. O an için anlamasak da bilmesek de içses bizi yanıltmaz. İkilemlerde kaldığımda o içsesime yönelirim ben. Beni hiç şaşırtmaz. Bu yüzden kendi içsesim hep mutluluk vermiştir bana. Başkalarının içsesi sonucunda mutluluk bulmak, hele de onlar bunun farkında değilse, sanki sihir diye bir şey varmış hissi veriyor insana. Önyargılar olmasa içses belki de daha fazla yüz bulacak bizden. Ama sürekli beslediğimiz önyargı, değil başkalarına, çoğu kez kendimize bile merhem olamadan gelir ve bize hâkim olur. Algılamamızı bile kısıtlar kimi zaman. Herkesin gördüğünü göremez, aldığı zevki alamayız. Nedeni de çok basittir: Önyargımız! Yıllarca allayıp pullayıp, besleyip büyüttüğümüz! Sıra ona gelmiştir ve emeğimizin karşılığını bonkörce verir. Önyargılarımız kendimize ve başkalarına merhem olacak içsesimize galip gelerek daha az insan yapar bizi. Yarım gülen, yarım hisseden, yarım sevinen, yarım ağlayan. Hatta beklentilerini ve umutlarını bile yarıya indiren. Böyle çalışır durur önyargı ve içses. Hangisi daha çok beslenmişse o baskın çıkar. Biri daha çok insan olmamızı sağlar, diğeri daha az. Farkında olmadan besler dururken önyargılarımızı, bir gün hiç beklemediğimiz bir anda, hiç tanımadığımız birinden gelen bir telefon, bizi hiç olmadığımız kadar mutlu ettirirken, insan olmak neden bu kadar güzel anlarız. Ve bunu anlamayıp önyargılarını beslemeye devam edip kendini önde sananların haline yanarız. aylin@kotilsarigul.com CUMHURİYET 10 CMYK
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear