05 Kasım 2024 Salı Türkçe Subscribe Login

Catalog

>> kılmaya çabalamak... Bellek ve Sonsuz (Yayına Hazırlayan: Uwe Fleckner, Çeviren: Ayberk Erkay, Ayşe Orhun Gültekin, Işık Ergüden, İnci Uysal, Ogün Duman, Orçun Türkay, Roza Hakmen, Norgunk Yayınları, 2005) isimli kitabında Fleckner, Sarkis’in söyleminde büyük yer kaplayan bellek çalışmaları için Nietzsche’nin, “Geçmişi varlığın en yüksek gücüyle yorumlayabilirsin ancak” sözüne takla attırarak “Varlığı geçmişin en yüksek gücüyle yorumlayabilirsin ancak” diyor. Yani Sarkis, Fleckner’in ifadesiyle varlığı (belleğin kazanımlarını), anlamak ve onu daha iyiye taşımak için bakıp kendi yorumunu kattığı geçmişi izleyenlerin önüne koyuyor. Bu şekilde, hem bireyin hafızasına hem de kolektif belleğe işaret ediyor. Aslında bu noktada, insanın hatırlama gayreti (savaşı) ve belleğin gücü (hafızaya attığı ganimetler) arasında ilgi kurmamız zorunlu; gerek Sarkis’in gerek kitaptaki düşünürlerin, gittikleri yollar ayrı da olsa buluşulan yer üç aşağı beş yukarı aynı: Müzeleşen bellekte toplanan eserler (hatıralar). Madalyonun diğer yüzündeyse çoğunlukla olumsuz bir anlam yüklenen fakat bazen temizlik diye nitelenebilecek unutma var. Bütün bunlar; Sarkis’in işleri ile Fleckner’in, hem kendisinin hem de seçtiği düşünürlerin ve yazarların cümlelerinde birer anlam öbeği ya da aktarım olarak beliriyor. Aby Warburg ise bu anlam ve aktarımı tarihsel bir mecraya yerleştirip “İnsanın ıstırap hazinesi, insanlığın mülkü hâline gelir” diyor. Sarkis’in yürüdüğü yol tam da bu: Felsefe, kültür, tarih, psikoloji vb. disiplinler bellek ve hatırlama başlığı altında birbiriyle alışveriş hâlinde; az önce bahsi geçen “mekân içinde mekân”, sanatçının yerleştirmelerinin hayati parçalarından birine dönüşerek bireysel hafızaya ve toplumsal belleğe seslenirken asla kilitli veya kapalı kalmıyor. Mnemosyne’in Hazine Sandıkları’ndaki metinler de bu bağlamda, yıllarca enine boyuna tartışılan bellek ve hatırlama konusunu anımsatıyor. Mesela hafızadan söz açılıp bu konuda ne zaman derinlemesine bir incelemeye girişilse Platon’un balmumu levha metaforuna geri dönülüyor. Bir bakıma hafızayı cisimleştiren Platon ile belleğe ve hatıraya işleriyle form veren Sarkis’in yolu tarihte ve felsefede kesişiyor. Yazının, belleği sekteye uğratacağını söyleyen Platon’un aksine yazılı malzemeleri görsellikle buluşturan Sarkis, Fleckner’in de anımsattığı gibi “kâğıttan hatıraların tarihselleştirici kültüründen (arşiv, depo, müze vb.) besleniyor.” Aristoteles’in, “Belleğin nesneleri nasıl tanımlanır?” diye sorduğu yıllardan günümüze bir çizgi çektiğimizde, Sarkis’in tanımlamak yerine onlara yerleştirme yoluyla yer verdiğini görüyoruz. Sarkis, belleğe ilişkin tarihsel ve felsefi tartışmaya katılırken yüzyıllar önce Cicero, hafızanın gücünü ve imgelerini doğadan aldığını söylemişti. Marcus Fabius Quintilianus ise doğanın rolünü kabul etmekle birlikte belleğin işlenerek geliştirilebileceğini ifade etmişti. Augustinus, belleğinde Kierkegaard, hatırlama ile tekrar arasında ince bir ayrım bulunduğunu anlatmak için “Hatırlama atılmış bir elbisedir, ne kadar güzel olsa da kişi büyüdüğü için ona yakışmaz. Tekrar ise bozulmayacak bir elbisedir, kişinin üstüne tam ve rahat bir şekilde oturur” diyor. Sarkis’in yerleştirmelerinde her ikisini karşılayacak örnekler mevcut. Tanrı’nın durduğu yeri ararken Aziz Viktorlu Hugo ve Aquinolu Thomas da “hazine”den söz açıp bir tür arşivciliği resmediyordu. “TEKRAR, BOZULMAYAN BİR ELBİSEDİR...” Belleğin keşfi ya da üzerine düşünülmesi, sistemli şekilde tanımlamasa da insanın kendini ileri taşıma ve yüceltme isteğinin bir sonucu. Sarkis’in işlerinde gördüğümüz gibi tamamlama arzusunu ön plana alan hafıza, bu anlamda düşünürlerin kafa yorduğu ve kalem oynattığı bir mesele. Konuşmanın yazıya dökülerek işaretlerin oluşturulup hatırlamanın hızlandırıldığını ifade eden Juan Luis Vives, “sözlü geleneğin yetersizliği ve sadakatsizliğinden” dem vuruyor. Montaigne’in “nankörlük” ve “zayıflık” diye tarif ettiği şeyle benzer bir durum bu. Locke’un “yeti” olarak gördüğü belleği Diderot, unutuşun ve tazelenişin bir kitabı gibi algılıyor: “Kişi görüp işitebilir, tat alıp dokunur ve koklayabilir ancak bunların hiçbirini hatırlamıyorsa söz konusu algılar nafiledir.” Sarkis’in işleri, Diderot’nun bahsettiği ve boşa gitmemesi gereken anlamlandırma uğraşı, bir yerde Mnemosyne’in kulaklarını çınlatıyor. Belleğin ve hatırlamanın imgelerini yerleştirmelerle meydana getiren Sarkis’in yanı başındaki filozoflardan biri olan SÈren Kierkegaard, Yunanlıların “hatırlama” dediği şeyin “tekrar” olduğunu anımsattığında Sarkis’le buluşur. Fakat Kierkegaard, hatırlama ve tekrar arasındaki ayrıma dikkat çeker: “Hatırlama atılmış bir elbisedir, ne kadar güzel olsa da kişi büyüdüğü için ona yakışmaz. Tekrar ise bozulmaya cak bir elbisedir, kişinin üstüne tam ve rahat bir şekilde oturur...” GÜNÜMÜZDEKİ EMİR: “HATIRLA!” Ewald Hering’in “Doğa, eseriyle onun üstünde iz bırakanı sonsuza dek hatırlar” deyişindeki gibi Sarkis de sonsuz; popüler deyişle “sürdürülebilir” bir hatırlamaya vurgu yapıyor. Nietzsche’nin ifadesiyle bu “incitici” anımsama tıpkı unutma gibi belleğin iradesinin bir ürünü. Bergson ise hatırlamayı ve belleği “tanıma”dan hareketle kavramlaştırır; geçmişin şimdide anlamlandırlışında ve yeniden üretilişinde kilit sözcük olan tanıma, Sarkis’in işlerinde bazen açık bazen de üstü kapalı biçimde karşımıza çıkar. Maurice Halbwachs, “Kişinin başkalarını düşünmesinin ve kendisini toplumsal bir çerçevede konumlandırmasının yeterli olacağını” savunuyor. Sarkis’in cisimleştirdiği hatırlama ve bellek, Halbwachs’ın işaret ettiği noktaya yönelip imgeler veya onların temsili aracılığıyla hakikati gündeme getiriyor. Vladimir Nabokov ise belleğe ve hatırlamaya dair bir hakikatin peşinde; yazar, depolayıcılığından bahsettiği belleğin ve imgelemin, zamanın olumsuzlanması anlamına geldiğini vurguluyor. Sarkis’in Mnemosyne yerleştirmelerinde, Warburg’un “ıstırap hazinesi” dediği şeye geniş bir biçimde yer verişini buraya bağlayabilir miyiz? Bu soruyla beraber, Pierre Nora’nın “Bellek tarihin gözünde daima şüphelidir, tarihin gerçek misyonu belleği yıkmak değil, baskılamaktır; tarih, yaşanmış geçmişi meşruluktan yoksun bırakır” belirlemesini de düşünmemiz gerek. Nora, günümüzdeki emrin “hatırla!” olduğunu ve arşiv saplantısına kapılıp gittiğimizi söylerken hatırlananların niteliğinin önem kazandığının altını çiziyor; Sarkis’in işlerindeki hatırlamanın, bireysel ve kolektif belleğe yaslanarak hakikati öne çıkarışının nedeni de bu. Mnemosyne’in Hazine Sandıkları’ndaki nesnelerin yer değiştirişi ile metinlerin kuramsal ve açıklayıcı boyutu, Sarkis’in bellek temalı işlerini, izleyenlerin zihninde sürekli dolanıp geçmişi yeniden kuran bir eyleme dönüştürüyor. Fleckner’in deyişiyle Sarkis, oluşturduğu mikrokosmosa geçip giden zamanı, izleri silinmeyen ıstıraplarla dolu sandıkları ve buralardan doğan deneyimleri dahil ediyor. Sarkis’in işleri ve Fleckner’in seçtiği metinlerin yazarları, insanın hatırlama “laneti”ne ya da hatırlamaya mahkum oluşuna göndermede bulunuyor. Belleğin, gücünü farklı yerlerden aldığını söyleseler de hafızayı “beyaz bir kâğıt” veya “bir Tanrıça” diye niteleyenler, Sarkis’in yerleştirmelerinde olduğu gibi anımsamanın bir acıdan doğduğu ve kendisinin de başlı başına bir ıstırap hâline gelişi noktasında birleşiyor. Üstelik Sarkis, belleği ve hatırlamayı cisimleştirerek Fleckner’in “Kişi, sancılı deneyimlerini muhafaza edip bir yerleştirmenin anıtsal mimarisine katar” belirlemesine esin kaynağı oluyor. n Mnemosyne‘in Hazine Sandıkları / Sarkis, Uwe Fleckner / Çeviren: Emre Koyuncu / Umur Yayınları / 308 s. KItap 1330 Mart 2017
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear