26 Haziran 2024 Çarşamba Türkçe Subscribe Login

Catalog

K itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA [email protected] [email protected] Oyunsal var oluş... Albert Camus, oyunlarında okuru, seyirciyi bir yandan evrensel zor odağında oyun olgusuyla yüzleştirir, öte yandan gerek bireysel gerekse evrensel ölçekte insan varlığını kuşatan kimi sorunları deşmeye çağırır. Levent Üzümcü’ye, sevgiyle… eni bir tiyatro mevsimi başlarken topluluklar perde açma telaşında koşuşturuyor şu sıra… Ama ister içinde, ister dışında yaşayalım tiyatronun, bir kez daha “oyun”un kanatları altında buluşuyoruz sonuçta. Oyunlarda yaşıyoruz da, ne biliyoruz “oyun” hakkında? Bilmek şöyle dursun, nasıl yaşıyoruz oyun denen olguyu? Ya da ayırdına varabiliyor muyuz gerçekten hep oyunlar içinde yaşadığımızın? Üstelik yalnız insan, hayvan, bitki canlı varlığı kapsamadığını oyunun, yanı sıra öteki varlıkların, hatta evrenin de bir biçimde bu oyunsal döngüye katıldığını sezebiliyor muyuz, bu yüzden yaşam itkisi olarak oyunun süregittiğini hep? İşte Eugen Fink’ten (19051975) Necati Aça’nın çevirdiği Bir Dünya Sembolü Olarak Oyun (Dost, 2015) başlıklı yapıt, konuya ilgi duyanların büyük hazlar dererek okuyacağı temel başucu yapıtı. Birey, nasıl ki kendiliğindenlik temelinde bir özgürlüğü gereksiniyorsa aynı biçimde bir oyunsallık da varoluşsal zorunluluk halinde kendini duyuruyor aslında. “Oyun ile varlık arasındaki bağlantı”, bizi, bunun bir “yaşam fenomeni” olduğu saptamasına götürüyor ister istemez. Bu çerçevede Fink’e göre “Oyun bir ‘tamamlama’dır” zaten. (10, 12) “Oyun sürecinin kendisi, kendisinin eseridir.” Yani, “kendisi için gerçekleşen bir eylemdir” oyun. (260) Öyleyse söz konusu olgusal zincir, demokratik toplumların olmazsa olmazı bağlamında kabullenilebilir. Ne ki, buyurgan yönetim altında tabularla çevrili toplumlar hem kendiliğindenlik temelinde özgürlüğü hem de oyunsallığı yedeklerinde tutup hep güdüleyici olma gereği duyuyor görüldüğünce… Eugen Fink, bu bağlamda oyunun “beraberinde getirdiği yeni türden tehlikeler”e de vurgu yaparak, “devasa bir eğlence ve oyalanma endüstrisi” ortaya çıkardığını, bunun da “tüketime yönelik bir fabrika sistemi” oluşturduğunu belirtiyor. Ardından ekliyor: “Daha da düşündürücü olanı, oyun güdüsünün sömürülmesinin olanağıdır, tam da bireylerin kendilerini özgür hissettikleri ve başına buyrukluğun tadını çıkardıkları yerde dümen başına geçen tümel bir manipülasyonun olanağıdır.” (256) Tiyatro da, bir oyun sanatı olarak işte bu kendiliğindenlik temelindeki ana işlevi yerine getirip bireyin, toplumun, ötesinde saltık bilincin sesine dönüşüyor… OYUNUN GÖSTERENİ OLARAK TİYATRO SANATI… Can yayınlarının Albert Camus’den Ayberk Erkay çevirisiyle, Mart 2015’te yayımladığı beş oyun, bu oyunsal düzeni bize gösteren kayıtlar halinde bir kez daha hem sahne hem okuma gündemimizde yerini aldı: Asturya’da İsyan, Caligula, Yanlışlık, Sıkıyönetim, Adiller… Albert Camus, oyunlarında okuru, seyirciyi bir yandan evrensel zor odağında oyun olgusuyla yüzleştirir, öte yandan gerek bireysel gerekse evrensel ölçekte insan varlığını kuşatan kimi sorunları deşmeye çağırır… Bu yanları, Camus oyunlarının bir “Albert Camus Tiyatrosu” olarak evrilip önümüze gelmesini sağlıyor hiç kuşku yok ki. Nitekim varoluşsal oyun olarak bunlar, o en geniş anlamdaki hayatla bizleri birbirine tutturup aynı düzlem içine alıyor ilmekler halinde… Bir olgusal gerçekliğin açılımını, soyutlayım hünerleriyle söyleşimlere yerleştirip, kendi bulunduğu yerden çıkarıp buna gizil güçler yüklemek her oyun yazarının hatta yazarın arzusu elbette. Ne var ki bu yolla bir oyun felsefesi kurabilmek kolayına yakalanamıyor. Camus, bunu başaran yazarlardan biri. Kişi bireyleşirken doğadan kopuşun da bir başlangıcını oluşturuyor bu durum. Var oluş ise giderek tutsaklığa dönüşüyor. Bu yüzden denebilir ki Camus oyunlarında sahne, insanın sınav yeridir adeta. İnsanın derin sarsıntılar yaşayıp ürpertilerle bu metinlerin kendilerini çağırdığı gerçeklikle yüzleşmesi üzerinde önemle durmak gerekiyor o halde. Hayata değgin bu acı şiiri yudumlamamızı bu yolla sağlıyor yazar. Demek ki yaşanan temel gerçeklik “acı”; bunun tortusu olarak da “keder” alınabilir. Yaşamanın bir ölüm özdeşliği halinde karşımıza çıkması da bunu gösteriyor aslında. Acı, keder, değişimin de ipucunu veriyor bir biçimde. Acı ile haz, yine de bir tahterevallinin üzerinde bizi aynı evrene uçuruyor her kezinde. Hazlarsa acıya bukağılı, acı da zaten bu dünyada insanın payına düşen tek haz belki. O halde insan, kendi yurdunun sürgünü, kestirmeden söylenecek olursa. Bu da E K İ M 2 0 1 5 Y bir “yaşama mahkumiyeti”dir olsa olsa. İnsan için bir yeryüzü yanılsaması ya da. Bu durum, her oyunla kendini yeniden gösterir. Ancak bir felaketler zincirinin dizilerle sahne aldığı “saçma oyunu” halinde değerlendirilebilir bu. Zaten hiç kimse bu umutsuzluk zincirinden arındıramaz kendisini. Öyleyse insanın, kendi sürgünlüğünü kavrayacağı bir gerçeklik olarak da alınabilir oyunlar. Bireyleştikçe kişi, kendi cehenneminin zebanisine dönüşecektir giderek. Camus, bunlarla örtüşen bir doğrulama anlamında İkinci Dünya Savaşı’nda insanın önüne serilen var oluş kaygılarını da tartışır alabildiğine. Bunları besleyip tetikleyen korku, özgürlük önündeki en büyük engeldir bir bakıma. Özgürlüğün önündeki engel ise ona sahip olamama kaygısı değil, ona ulaşabilme yetilerini harekete geçirememe, ötesinde yaşanan korkuyla eylemsizliği daha da derinleştirme, var oluş karşısında boyun eğiş ikircimidir. Sorgulayış bulunulan yer, yaşanılan zamana yönelik olabildiği gibi yaşanılamayan yer, bulunulamayan zaman olarak da alınabilir. Böylesi yaşayamama, zamana tutunamama hali, ister istemez bir cehennemin de kapısını aralar insana. Hele bir tutamağı, dayanağı da yoksa insanın, nasıl katlanabilir böyle bir cehenneme? İşte Camus oyunları, bizim dünyayla baştan sona kurduğumuz ilişkinin bir biçimde belki tek dayanağı olarak çıkıyor karşımıza. Dünyaya, yaşamaya ya da dünyasızlığa, özetle bu trajik yarılmaya katlanabilmenin tek dayanağı çünkü oyundur. Öyleyse bu cehennemi gözlerken yanlışlığı ortadan kaldırmanın da yolu olmalıdır oyun. Bizler, sınırları olmayan oyunevi niteliğindeki bu dünyada, özgürlüğün elimizden her gün nasıl biraz daha kaydığını, hiçliğin cehennemine doğru nasıl savrulduğunu gözleriz bir biçimde. Zaten özgür olamayışın bedelini kendi yokluğuyla öder insan. Özgürlüğün olanaksızla özdeşleyimi de bunu ele verir. Camus oyunları, bireyin çaresizliğinin, çözümsüzlüğünün sahne aldığı oyunlar bir biçimde. Bu çerçevede o, kendi felsefesini oyunlarında enine boyuna tartışırken okurunu, seyircisini de sorgulamaya çağırır aynı zamanda. Ama insan için bu durum, birey olmanın getirdiği bir çözümsüzlük diyalektiği bağlamında alınabilir pekâlâ. Özgürlük olanaksızı istediğine göre, önümüzde acı, keder, ölüm var demektir. O halde ölüm, özgürlüğün de bedelidir. Bu cehenneme kilit vurabilmenin ancak bu yolla sağlandığı unutulmamalıdır öyleyse. Albert Camus, tiyatroyu, sonuçta bir var oluş sorunsalının anlatıldığı düzlem olarak seçecek, oyunsal var oluşu bununle özdeşleştirecektir… Yetişkinler, bu oyunsal varoluş içinde kendilerini aramaya girişirken çocukların da bu arayışı bütünleyici öğe olduğu su götürmez elbette. Nitekim Nurdan Özgür’ün Alanya Belediye Tiyatrosu yapımı olarak sergilenen Dede Korkut Hikâyeleri (Sıfırdan, 2015) adı altında yayımladığı “Geleneksel Türk tiyatrosu temalı, yaratıcı drama temelli anlatısal çocuk oyunu” bunu ele veriyor denebilir. Nurdan Özgür, kitabına yazdığı sunuşta, “çocukların gözünden büyüklerin dünyasını sahneye taşıyabilmeliyiz” deyip “çocuklar için olması gereken ‘doğru çocuk tiyatrosu’ çalışmaları”nın neler olabileceğine yönelik açılımlar getiriyor. “Çocukların tiyatrosu”, “çocuk tiyatrosu” ayrımı üzerinde duran Özgür, şu düşüncelerini de paylaşıyor okurla: “Çocukların boylarından büyük bir oyunu sahneye taşıma sürecinde, onların çocuk olduklarını unutmadan, gelişimlerine uygun yaklaşım(.)la onlarda yaşlarına uygun olarak var olan oyun oynama olgusunu tiyatro sahnesine taşıdık.” (13, 12) SINANMA YERİ: TİYATRO… Yeniden Eugen Fink’e dönüp sözü bağlayalım: “Ne var ki, zamanımızın, oyunun özüne dair daha derin bir anlayışa ulaşıp ulaşmadığı, oyunun türlü türlü görüngülerini etraflıca kavrayıp kavramadığı, oyun fenomeninin ontolojik anlamına yeterli bir bakışa sahip olup olmadığı ve oyun ile oynamanın ne olduğunu felsefi açıdan bilip bilmediği açık bir sorudur.” (10) İşte bunun sınanacağı yer, en başta tiyatro sahnesi elbette… Biz tiyatroda yalnız oyun izlemeyiz çünkü bunun yanında hem oyuna katılır hem de oyun olgusu üzerine düşünceler geliştirerek bunları ayırmayı öğrenir, kavramsal bağlamda dünyadaki oyunları da enikonu yerli yerine oturturuz. Tiyatro, sahne oyunlarıyla perde açarken toplumda süregiden oyunların da perdesini açıyor kuşkusuz. Bu yüzen işte, hep birlikte “Perde!” diyoruz mevsim başında, bunun hepimiz için bir var oluş oyunu olduğunu haykırarak!.. Bunun ilk adımı ise tiyatro salonlarını son koltuğuna dek doldurmak! O halde oyun! n K İ T A P S A Y I 1 3 3 7 S A Y F A 2 6 n 1 C U M H U R İ Y E T
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear