22 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

K Necati Tosuner, yazarlığının ellinci yılını karşıladığı üçlemesiyle yalnız yazınsal anlamda manifesto getirmiyor, yanı sıra siyasal bağlamda acılı bir haykırıyla duyuruyor bunu tüm dünyaya. aha öncelerde yayımlanan iki yazımda (01.01.2009; 7.11.2013) Necati Tosuner romancılığının üç ayrı evrede değerlendirilmesi, Kasırganın Gözü (2008) ile başlayan son evrenin ise özellikle Susmak Nasıl da Yoruyor İnsanı!’daki (2012) yükselişle birlikte siyasal romancılığımızda yeni bir biçemsel açılım bağlamında alınması gerektiğini vurgulamıştım. Sözünü ettiğim üçüncü evreye bir buket gibi armağan edilmiş iki romanın yanına üçüncüsünü de ekleyerek halkayı tamamladı Tosuner: Korkağın Türküsü (İş Kültür, 2014). İlkinde “büyük birader”e vurgu yapılmışken, ikincisinde savrulmanın, susmanın yol açtığı bungunluğa yer açılması nedeniyle, bizde örneğine pek rastlanmayan bir siyasal romana kapı aralandığını belirtmiştim. Yazarın bu son evresinin üç kitabını yan yana ya da alt alta yazmaya girişelim başlıklar halinde: “Kasırganın Gözü”/ “Susmak Nasıl da Yoruyor İnsanı!”/ “Korkağın Türküsü”… Görüldüğü gibi bunlar, birer kırık dize biçiminde alınabilir pekâlâ. İmgesel göndermeleriyle anlamsal çağrışımlarıyla düz anlam ötesine geçen bir diziliş bu… Korkağın Türküsü’ne işte tam bu noktadan girmenin yararlı olacağını düşünüyorum. Öyleyse gelin, ağır aksak bir gezinti yapalım son romanında Necati Tosuner’in. “KORKAĞIN TÜRKÜSÜ”NDE EVREN, ÇATI, KURGU… Söz konusu üçlemede çatının hemen hemen hiç değişmediği öne sürülebilir. Ötesinde yazarın birbiri içinde gelişen, birbirinin süreğeni görünen tutumuna da değinilebilir. Ancak Korkağın Türküsü’nde yazar, farklı kaplamalar geçirdiği roman evrenini içbükey aynada iki düzlemi çakıştırarak kuruyor: 1.Anlatıdaki dramatik akış, 2.Anlatıcıdaki oyuncul alaysama. Zaten simetrik bakışımlı bir kurguyla, yapıyla geliyor yazar yine, üçlemenin önceki ikisinde görüldüğünce. Bu simetrik yapı milimetrik dengeler üzerine oturuyor. “Savurgan Günler” başlığını taşıyan ilk bölümün ardından “Sevgi” adlı ikinci bölümde, anlatıcının kendi dehlizlerinden taşıdığı “üstgeçit”lerle yaşamın oluntularına bakıyoruz. Bunun, yazınımızda farklı bir deneyim olarak alınması S A Y F A 1 4 n 2 8 itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA msaslankara@hotmail.com sadikaslankara@gmail.com ROMANCILARIMIZ ARASINDA26 Siyasal romanımızda yeni eşikler adımlamak... olası. Anlatı, her bölümde bir minik damlayla açılıyor. Derken yayılıp farklı boyutlara kayıyor. Sonra buna yeni bir damla daha ekleniyor. Anlatısal bütünlük, tıpkı bir ebrunun dalgalanıp yayılırken yepyeni oluşumlara kapı aralayışındaki gibi farklı bir biçeme dönüşüyor giderek ağır ağır… Bu yaklaşım, dramatik akıştaki bütünlüğü koyuyor ortaya. Sonrasında yazar, anlatıcının önüne oltalar atarak, sürekli tuzaklar kurup açmazlara sokarak söz konusu oyuncul düzlemde başıboş bırakıyor adeta onu. Böylece durmadan çabalıyor anlatıcı. Hatta farklı ataklarla umulmadık, beklenmedik çıkışlar bile yapıyor ama oyuncul düzen sürüyor hep… İçbükey ayna temelinde yükselirken anlatı, dışbükey bakışa sırt dönülmüyor tabii. Ama yazar, anlatıcısını dürtüp, hatta bir kamçı da verip eline, durmadan bir yerleri, bir şeyleri eşelemesini sağlıyor onun. Böylece belirgin bir dışbükey bakış çıkıyor ortaya. Her bölüm sanki kırkambar dolambacıymış ya da bin bir gece masallarından biriymiş gibi bir yandan bizi tülsü bir aforizmanın kapısında karşılayıp buyur ediyor, öte yandan uğurlayıp öteki bölümde yeniden karşılayıcı, uğurlayıcı oluyor. Zaten bir “sirk çalışanı” olarak neler yapılabileceğini iyi biliyor o. Anlatı, kendi dramatik bütünlüğüne, anlatıcı, insanı durma oyuncul, şakacı tutumla kendi alanına çekmeye çabalarken bir acılı şiirin lezzeti de yayılıyor yapıttan. Deneme tadını çağrıştıran bir parmak bal benzeri… Bu arada eğretileme, simge yoluyla ya da kurduğu bambaşka evrenlerde farklı anlam dağarları geliştirerek adeta gülmece metni gibi, sözünü sakınmadan söyleme ustalığı sergiliyor, Antartika’ya dek uzanınca da anlamak kolaylaşıyor yazarı. Kurduğu “üstgeçit”ler bunu ele veriyor zaten bir bakma. Anlatıcı, “[k]endine kendinle sığınmak zorunda kalm(ış)” biri… (126) Anlattıklarını aralayıp derinleşmeye koyulduğu içyazıya yönelişi onun, bunu gösteriyor. Yazar ikinci tekil kişi ile hem anlatıcının kendisini hem de karşısındakini hedefliyor… Bu tür bir söyleyiş biçiminin zaman zaman Yunusvari edaya büründüğü, bir iniltiden kalkarak bir nakışlamaya dönüştüğü gözleniyor. Bütün bunlara bakarak roman, biçemsel açıdan bir çokseslilik deneyimi bağlamında alınabilir herhalde… YAZARIN ANLATIDAN SIZDIRDIĞI ACI ŞİİR… Necati’nin bu son üçlemesine girdiğinizde bir acının başına geçiyorsunuz aslında. Acı şiir de denebilir buna, tam bir yoğunlaştırmayla birbirine ilmeklenmiş düşünceler eşliğinde. Belki yazarın, bir biçimde iç söyleşmeler olarak tasarlayıp kurguladığı anlatı, yazınsalfelsefesel yoğrulmaya dayalı dilsel A Ğ U S T O S 2 0 1 4 D Necati Tosuner bir büyü de getiriyor okurun önüne. Geçmişle gelecek, yukarıda değinildiği üzere bir kol kolalıkla şiirin, düşüncenin sofrasında kuruluyor bir biçimde. Yoksullar, sonra çocuklarla kadınlar Necati Tosuner’in, üzerinde en çok durduğu kesimler. Öylesine bir ağırlık ki; ne yana döneceğinizi kestiremiyorsunuz… “Açılan değil gidilen bir kapı./ Gidilmiş…/ Bir kapı: Duvar./ Boşa gidilmiş.” (17) “Gidip de boğazına sarılacağın kim?..// Peki, gidip de boynuna sarılacağın kim var?..” (37) Ama bu kez, akarsuların denizlere kavuşmasında gözlendiğince içbükeyle dışbükeyi birbiriyle harmanlayıp ya da birbirinin yerine koyup zengin, çağıltılı bir metin çıkarıyor Necati. Ancak kendi betimlemesiyle acıyı bala dönüştürmekte de gecikmiyor… Nitekim alaycılığını, sufle verircesine “Hah ha!”larla göstermekten bile kaçınmıyor. Acıklı bir gülme diyelim. Ama anlatıcıyı soyundurduğunda bundan, birden bütün halinde ülkenin, toplumun kendisi çıkıveriyor karşımıza. Kara anlatı, yazarının haykırışlarıyla yankılanıyor. Çoğunluğun üzerine ıhıp çöken “düşünce sakarlığı”na karşı, düşünce peteğinden sızan bal damlasına benzer duruşla. Bıkıp usanmadan üstelik… (59) Bunların ardından bir kara anlatı bağlamında almak gerekiyor yapıtı. Müthiş alaysamalarla üryan hale getirdiği kimilerine çakıyor da çakıyor yazar, pışık yaparcasına… “Kuşlukta gel, kahve içelim” (60) demesi boşuna mı… Kurduğu “üstgeçit”ler de harika zaten. Türkçede romanın nefes alma olanaklarının nasıl genişletilebileceğini de gösteriyor bu. NECATİ TOSUNER’LE YENİLENEN SİYASAL ROMAN… Necati Tosuner, yazarlığının ellinci yılını karşıladığı üçlemesiyle, yalnız yazınsal anlamda manifesto getirmiyor, yanısıra siyasal bağlamda acılı bir haykırıyla duyuruyor bunu tüm dünyaya. Bu açıdan benzersiz üçleme halindeki roman dizisi, tokat gibi iniyor yüzümüze… Bütün bu acı şakalarla, kekremsi gülüşlerle biçemsel anlamda bir kara anlatıyla buluşsak da, hatta anlatı sonuçta karamsar bir metne dönüşse de umudun ortadan kalktığı, salt “kötümser” metin sıradağları çıkıyor değil karşımıza. “Yine de umut!” (52), “Direnç bu” (163) deyişi yazarın, söz konusu vurgunun apaçık gösterenleri kuşku yok ki… O halde ölüme karşı yazıyı / yazını son bir sığınak olarak seçmek… Evet, ölümü sırtlanıp giderken, geride ölümü değil yazınsal metni, anlatının kendisini bırakmak… Şiir demiştim ya; ölüme karşı sürdürülen şövalyece vuruşmanın tanıklığı bir bakıma bu, okuruna bırakılmış mektuplar. Yalınkat ölümden kaçırılmış değil, ölüme meydan okunarak damıtılmış, yelken kürek başı dik satırlar… İşte böylesi sürecin haddesinden geçip belirginlik kazanıyor, yer açıyor kendine yapıt. “Korkağın Türküsü” deyişini, bu nedenle farklı bir gönderge biçiminde almak gerekiyor. Gerçekten de Tosuner, anlatıcısının “üstgeçit”leriyle geleceğe dönük imleme de getiriyor denebilir. Bu da Gezi Direnişinin önüne çıkarıyor bizi… Demek ki korkağın türküsünden kalkarak, bir bakıma ortaklaşa söylenen türküye geçiyoruz bir çırpıda. O halde korku, kendiliğinden ortadan kalkıyor… Böylesi bir ortamda anlatıcı, ötekileriyle birlikte bir ortak suskunluk imgesi atıyor ortaya: “Suskunluğumuz birbirine bakarak çoğalıyor.” (109) Benzerini görmediğimiz, bir farklı siyasal roman bu… Gerçekten de yeni bir siyasal roman biçimlendirmesi olarak bakmak olası üçlemenin özellikle son iki yapıtına. Biraz da bunun üzerinde duralım; ne söylenebilir bu konuda? Tosuner’in, anlatıcı karakteri içsesle düşüncelerini eğirirken dış dünyadan duyduğu, duyumsadığı, bu yolla üzerine gelen ne varsa, yeniden bölenlerine ayırıp kendi düşünsel laboratuvarının süzgecinden geçirerek bunları yeniden yapılandırıyor. Yazarın, yeni siyasal roman biçemini bu yolla kurmaya çabaladığı söylenebilir. Deneme değil ortaya çıkan, herhangi düşünce yazısı ya da aktarı, not değil. Anlatıcı karakterin önümüze koyduğu insanal birer feryat olsa olsa… Nasıl ki “Kastamonu’ya her gidenden şapka giymesi beklenmiyor”sa (107), anlatıcı da kendisine yönelik tehdide karşı, toplum üzerinde yıldırıya, usandırıya yol açan yasak koyucudan kaçınmaya, kaçınırken de yazınsal mayınlar döşemeye çalışıyor. Bu nedenle de veryansın ediyor o evrensel cahile, Doğan Kuban’ın “Din ile Uygarlık Arasında Aziz Cehalet” başlıklı yazısında sergilediği tutuma benzer biçimde (Bak.: Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, 18.7.2014): “Kendi kendini hiç sorgulamayan!/ Niçin kendini hiç sorgulamadığını da hiç sorgulamayan./ Aklından bile geçirmeyen…/ Bilmeyen./ Kendini sorgulamayı bilmeyen./ Kendinin cahili.” (155) Bütün bunlar, yapıtta bir Gezi ruhunun kabararak dolaşmasına yol açıyor enikonu. Yer yer metinler arasına dalıp yol göstererek kılavuzluk da yapıyor hatta. Bu deneylemeyle yalnız Gezi değil, yazınımız da kazanıyor elbette. Mezarcısından “sırtı(n)ın geleceği yer”i “biraz çukur kaz(ması)” (191) dışında başka dileği olmayan bir Necati Tosuner… Bu da usta geçinenlere ders olsun, Yunus’tan La Fontaine’e uzanan çizgide, “Geçerken bir uğranmış olun(an)” (183) şu dünyada… n K İ T A P S A Y I 1 2 8 0 C U M H U R İ Y E T
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear