Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
K itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA msaslankara@hotmail.com sadikaslankara@gmail.com ilk verimlerine göre daha yüksek düzeye çıkarıyor yazar. Sonra bu üçüncü kitabında alabildiğine seyreltiye gidip sıçramalara dayanarak anlamlandırma ağırlıklı öykü kuruyor ayrıca. İLK ROMANLA YENİDEN BAŞLAYAN BİR YAZARLIK… Sonra işte o ilk romanı kapımızı çalıyor Taşdelen’in: Huzursuz. İlginç bir veri; Huzursuz’da tam anlamıyla olgunlaşmış, yüksek düzeyde soyutlayımı, gereksinirlikleri karşılanmış dönüştürümüyle bir yazar çıkıyor karşımıza. Demek hapishane olgunlaştırıp yediverene dönüştürebiliyor bir kalemi, her zaman bunu doğrulayan örnekle karşılaşılamasa da… Nitekim işlek, oturmuş bir dile, anlatıma yaslanıyor yazar. Şairaneliğe rastlanmayış bir yana düpedüz şiir olarak örüntülenen söylem, ses, deyiş renkleriyle karşılaşılıyor. Örnekse, “dili söndürülmüş bir kandil” (35), “yüzün bir kabuğa sığıntı” (45) vb. gösterilebilir. Yine de Huzursuz, anlatımındaki oturmuşluktan daha çok soyutlayımı, dönüştürümü, bu bağlamda yazarın atak, iştahlı tutumu dikkati çekiyor bana göre. Hünerle kendini nakışlamış, dilin çeliğine su vermiş bir yazar duruyor artık karşımızda. Soyutlanmışlık duygusu içinde tedirginlikle bunalan bireyin, siyasal kaygılar pençesinde yaralandığı, her an bu kuşkuyla yaşadığı bir ortamda ayırdına bile varmadan bunu nasıl kendi cehennemine dönüştürebileceğini ortaya koyan başarılı bir roman Huzursuz. Bu saptamanın ardından bir adım daha atarak başarılı bir siyasal romanla karşı karşıya olduğumuzu da dillendirmemiz gerekiyor. Kar altında bir kasabada; “Zebercet’in(kine) benz(eyen)” (14) otelde temizlikçi Mavi ile konuk yazar Ayla… Mavi iki evlilik geçirmiş, ancak bu evlilikler onu daha da köreltmiştir. Ne ki ikinci evlilik sonrasında kocası uyuduktan sonra her gece yazmaya koyulmuş, ardından “[o]telin hesap yıllığının yazıldığı kalın, lacivert kaplı bir defter”e (9) temize çekerek bir roman koymuştur ortaya. Kimi romanlara göndermeyle de dikkati çeken Huzursuz’da Mavi’nin yavaştan gözler önüne serilen yaşamöyküsü bizi farklı çevrenlere savuracak, ailesi, yaşadığı yöre, onları kuşatan koşullar roman evreninde yerli yerine oturtulacaktır. Daha önce yürürlerken yanında öldürülen araştırmacı Narin’in ardından kardeşi Ser’i de yine bir cinayetle yitirmesi, bu arada Ayla’nın araştırmacı kimliği taşıması Mavi’yi tedirgin eder ya, kadın, nahif bir romancı tutumuyla adeta izleyen, gözleyen olarak yaşamın akışında kendine düşen rolü oynayacaktır… Anlatı yer yer Mavi’nin yer yer Ser’in ağzından sürer, ancak bunlar bir örtüşme de sergiler. Taşdelen, ayrıca simgeli bir anlatım da kuruyor metinlerinde. Ondaki kadınlar ciddi yer tutarken intihar eğilimleri de dikkati çekiyor. Aykırı gerçekçi temelde müthiş bir ironiyle buna yüklediği acıtıcı imgeleme, bütün bunlarla oluşturduğu simgeli anlatım romana şaşırtıcı genişlik kazandırıyor. Matruşka benzeri askeri üniformasıyla ya da sivil görünümüyle birbirinin içinden çıkan 12 Eylül bebekleri bir gün birbiri içinde kırılıp dağılacak kuşkusuz. Yani senin de çarkın kırılacak 12 Eylül; asker, sivil ardıllarıyla güvendiğin diktatörün, bir gün o da devrilecek… Ama kalıcı yazın da böyle çıkacak işte ortaya, güneş gibi, belki de güneşin hiç uzanmadığı bir hapishaneden… n K İ T A P S A Y I 1230 ÖYKÜCÜLERİMİZ ARASINDA11 12 Eylül’ün yazınımıza uzanan gölgesi... Bugün 12 Eylül’ün yıldönümü. 12 Eylül’ün, varlığını koruyup üstelik her alana yayılarak süregeldiğini vurgulamak üzere bunu belirttiğimi ekleyeyim. Teknolojik olanaklar, ne denli zenginleşse de kafa yapısı, dünya görüşü, bakış açısı olarak 12 Eylül’ün dışına çıkılabilmiş değil çünkü… Bunu kavrayabilmek için ülkemizdeki demokrasi anlayışına, azınlık taleplerine sırt çeviren çoğunlukçu dikta, sivil görünümlü buyurgan iktidar kavrayışına, acımasız, hoşgörüsüz siyasal yapılanmaya bakmak yeterli kanımca… itekim söz konusu olgunun bu yanı yazınımızda da alabildiğine farklı örneklerle sürüyor… Gerçekten otuz yıldır, bu çerçevede üretilmiş yazınsal verimlerle iç içeyiz sürekli. Şiir, öykü, roman türlerinde, öteki alanlarda, 1980’den bugüne 12 Eylül’e dönük pek çok ürünle karşılaşıyor olmak, 12 Eylül’ün devam ettiğini ortaya koyuyor… Kimileyin toplumlar böylesi baskı dönemlerini ancak uzun yıllar sonra sırtından atabiliyor. Bizde de 12 Eylül bitmiş değil, hatta ötesinde yeni destekler, yapısal geliştirmelerle şiddetlenerek sürdüğü bile söylenebilir bunun. Peki toplumsal yaşamımız böyleyken yazınsal verimler nasıl bir düzey sergiliyor? Hürriyet Yaşar’ın hazırladığı Bir Tersine Yürüyüş /12 Eylül Öyküleri (Can, 2006) başlıklı seçki, “Nereden?”, “Nereye?” gibisinden iki başlık arasında ayraç açarken yazarların doğum tarihleri arasında yaklaşık yarım yüzyıl bulunmasına karşın 12 Eylül’ün tüm yaşam alanlarına nasıl saldırdığını ortaya koyuyor. Yaşanan bu tür toplumsal acıları kendisine izlek olarak alan yazınsal verimler için genel anlamda neler söylenebilir? Imre Kertész’in, Fiyasko (Çev.: Ersel Kayaoğlu, Can, 2004) adlı romanında, toplama kampından sağ çıkmayı başarabilmiş, yaşlı anlatıcı yazar, önceki roman dosyası için yayınevinden gelen yanıt üzerine yeniden düşünür. Editör şöyle yazmıştır: “Malzeme olarak kullandığınız yaşantınızın sanatsal biçimlendirilişinin başarısız, ama konunun dehşet verici ve sarsıcı olduğu kanaatindeyiz.” (40) Anlatıcı, bunu bir kez daha okurken şöyle düşünür: “…[H]ümanist olanlar, Auschwitz’in yalnızca tesadüfen o zamanlar ve orada başına gelen kişilerin başına geldiğine, tesadüfen o zamanlar ve orada başına gelmeyen diğerlerinin, yani çoğunluğun, insanın –İNSANOĞLUNUN! ise başına bir şey gelmediğine inanmak istiyorlar. Yani bu yayınevi adamı, romanımda Auschwitz’in, orada ve o zaman tesadüfen benim de başıma gelmiş olmasına rağmen, hatta özellikle de bu nedenle beni kirletmediğini okumak istiyor. Fakat beni kirletti. Ben, itiraf ediyorum, beni oraya götürenlerden farklı kirletildim; ama yine de kirletildim…” (41) Imre Kertész, bu çerçevede önemli bir S A Y F A 14 n 12 E Y L Ü L N yazar. Luisa Zielinski’nin kendisiyle yaptığı söyleşiden önemli alıntılar aktaran Celâl Üster’in Cumhuriyet Kitap’taki (22.8.2013) yazısından da yararlanılabilir bu konuda. Bunları, 12 Eylül edebiyatı üzerine yaklaşımlarımızda bir veri olması amacıyla aktardım. Şimdi buna dönük örnek oluşturacak bir yazar üzerine yoğunlaşalım istiyorum… ON BEŞ YILLIK HAPİSLİK KOZASINDAN YAZARLIĞA Mehmet Taşdelen (d.1971), siyasal nedenle tam on beş yıl boyunca hapishanede kalmış bir yazar. Demek görece Taşdelen, yazarlığı, hapishanenin örsünden geçerek elde etmiş biri… İlk öyküler toplamı Kırk Hüzünlü Veda’yı (Agora, 2006) yayımladığında belki henüz son gençlik dönemindeydi, ancak bugün artık erişkin yaşa adım atmış bir yazar olarak almak gerekiyor onu. İlkinin hemen ardından, yine Agora’dan peş peşe iki öykü kitabı daha yayımlamış yazar: Puslu Akşamlar (2007), Anisya’nın Evi (2009). Yazınsal verimler üzerinde duranlar bu kitaplar üzerine eğilebildi mi, yeterli oldu mu bu bilmiyorum. Bunların ardından biraz da küskünlük duygusunun etkisiyle mi yoksa öykücülerin genelde sergilediği tutumun benzeri doğal bir kaymanın sonucu olarak mı, yakınlarda bir de ilk romanla buluşturdu Mehmet Taşdelen bizi: Huzursuz (Belge, 2012). Hoş onun, bu ilk romanından önce son iki öykü kitabına aldığı iki farklı uzun öyküsüyle bir biçimde roman provası yaptığı düşünülebilir. Nitekim andığım iki kitabına adını veren “Puslu Akşamlar” ile “Anisya’nın Evi” bir roman için gerek biçemce gerek kuruluş, işleyiş anlamında hazırlık olarak alınabilir pekâlâ. Sanat, insanlığın yaşadığı acıları soyutlayıp dönüştürerek anlatıyor. Bunun altından ustalıkla kalkan sanatçıların yapıtları çağları aşarak kalıcılık kazanıyorsa, bunu nitel yüksekliğiyle, biricikliğiyle sağlıyor. Yoksa tarihçiler, gazeteciler, farklı alanlardan gelip anılarını kaleme alanlar, günce yayımlayanlar da bunu yapıyor zaten. Bu tür metinlerden nasıl ayrılacak bir yazınsal anlatı? İşin gizi burada yatıyor işte… Imre Kertész’deki editörün anlayamadığı, bir metnin olguyu aktarırken sergileyeceği soyutlayımla dönüştürümün olanakları, sınırları, boyutları… Bizde de otuz yıldır 12 Eylül ile bunun uzantıları üzerine 2013 öyküler, romanlar kaleme alınıyor… Söz konusu yapıtlarda bu yönde dilsel, biçemsel, kurgusal, yapısal vb. estetik göstergeler üzerine ne oranda eleştirel değerlendirme yapılıyor? Sonra bunlardan kuramsal bir bütünlüğe varılabiliyor mu? Otuz yıl az zaman değil, ama yine doyurucu bir birikime ulaşılamadığı da ortada sanırım… TAŞDELEN’İN ÖYKÜCÜLÜĞÜ… Hapiste yatmış yazarların anlatılarındaki kimi ortak özellikleri Mehmet Taşdelen’in öykülerinde de gözlemek olası elbette. Sözgelimi içeride yaşadığı acıları yeni anımsayışlarla gün yüzüne çıkaran, bundan ötürü aile yakınlarına çektirdiği sıkıntılarla yüzleşerek kendisiyle hesaplaşan, ama bütün bunlarla ilgili olarak içinde fırtınalar kopan bir anlatıcı karakterle karşılaşılabiliyor öykülerde. Taşdelen ilk öyküler demetinde henüz tam anlamıyla açılamamış yazar izlenimi bırakıyor. Buna anlatıcılarındaki mahcup, utangaç tutum da eklenebilir sanıyorum. Öykülerde kimileyin Hasan Özkılıç tadı yakalanabiliyor. Hoş bir buluşmaya, örtüşmeye yol açıyor bu. Yazarların yöre yakınlığı da buna yol açmış olabilir, bilemem. İlk kitabına adını veren “Kırk Hüzünlü Veda”da yazar, sıkı tümceleri, vakur sözdizimleriyle dikkati çekiyor. Bu durum, onun iyi bir hamura sahip olduğunu gösteriyor kuşkusuz. Ne ki zaman zaman kendini şairanelikten kurtaramıyor yazar. Deneyimleri paylaşamamanın, dar alan havuzuyla yetinmek zorunda kalmanın yol açtığı bir eksik beslenme olgusu bu. Nitekim yazarın, sonradan sonraya açıldıkça bu tutumunu geride bıraktığı gözlenebiliyor. Öte yandan kadın veya erkek özöyküsel anlatımla, ikinci tekil kişiye seslenen baskın öykülemeyi de sonraları giderek terk ettiği görülüyor. İlkinin ardından gelen öteki iki öykü kitabı için neler söylenebilir? İkincisinde değil de üçüncü öykü kitabında belirgin bir değişim gözleniyor Taşdelen’in. Nitekim Anisya’nın Evi ile birlikte gerek biçem gerekse içerik bağlamında öyküsünü bir değişim yönünde yapılandırmaya giriştiği seziliyor yazarın. Bu bağlamda göze çarpan en büyük değişiklik, koridorlar açarak öykü evrenlerini havalandırmaya girişmesi, nahif, karamsar, zaman zaman aforizmayla örtüşen şairanelikten alabildiğine uzaklaşması kanımca. Kapalılık sürebilir elbette, Ama bunu da C U M H U R İ Y E T