Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
K er yıl yayımlanan roman sayısı, beş yüzlerin üzerinde seyrediyor artık. Demek ki okur, gün başına ortalama iki yeni romanla karşılaşıyor kitapçı sergenlerinde… Üstelik bunların küçümsenmeyecek bölümü ilk roman, hatta ilk kitap. Buna şiir, öykü, oyun, deneme, gezi, anı, günce vb. öteki yazınsal türlerde yayımlananları da eklediniz mi yılda yazın dağarımıza katılan toplam bin kadar kitaptan söz edebilmek olası. Bu sayı, yazınsal türlerdeki günlük kitap yayını sayısını en azından üçe çıkarıyor ki, insanın başını döndürmeye yetiyor bu. Yukarıdaki sayı ya da oran Türkiye’nin, toplumsal işleyiş ya da yaşama biçimi bağlamında nerelerden nerelere geldiğinin, ama bu arada gelinen yerle ilgili ortaya çıkan uç veriler nedeniyle sergilediği çarpıcı konumun göstereni biçiminde alınabilir herhalde. Öyle ya, bir ülke düşünün; yazınsal türlerde her yıl bin yeni kitap yaşama katılıyor… Sevinilmez mi? Ama madalyonun öteki yüzünde bir başka olgu karşılıyor bizi: bu kitaplar ortalama ancak bin kadar basılabildiği halde neredeyse ortalıkta sürünüyor… Öte yandan Türkiye, insan hakları, özgürlükler, demokrasi ve bu hakların kullanımı yönünden dünyanın en altlarda sürünen ülkesi iken kendi içinde de böylesine tuhaf, parıltılı ama çelişkili durum yansıtıyor. O halde romanda bir Çırağan debdebesi yaşadığımız savlanabilir görece… Andığım yazınsal türler arasında roman açık ara önde görünüyor… Söz konusu türün bu debdebeyle örtüşüvermesinin bir nedeni var elbet. Çünkü roman, toplumsal yaşamımızın düzeyini sergilemek kadar öteki türlere göre tecimsel açılımlarıyla, “ya çıkarsa/ ya tutarsa” bahtı, bahtsızlığıyla da önü açık tür olarak kendisini koyuyor. Denebilir ki hem bireysel anlamda hem de toplumca “hayatımızın roman” olduğu kesin… Debdebeyi seven, gösterişe düşkün, görgüsüz yanımızı da buna ekledik mi görüntü kendiliğinden tamamlanıyor. Çünkü “atları da vururlar” çılgınlığı içinde roman üretiliyor neredeyse. Her yeni yazar ün, para ya da konum, saygınlık için kollarını sıvayıp öyle koyuluyor işe. O zaman roman yazımında, yayımında ortaya çıkan olgu, işin neredeyse bir sürek avına dönüştüğünü de ortaya koyuyor… ROMANIMIZDA BİRBİRİNE GİREN AT İZİ, İT İZİ... Dil Derneği’nin Türkçe Sözlük’ü “sürek avı” için şu karşılığı veriyor: “Birçok avcının katılmasıyla ve çoğu kez at üzerinde avı kuşatarak yapılan avlanma, sürgün avı.” Avcılar git gide kuşatarak kıstırmış durumda romanı. Burada sürek avına çıkılan romanın kendisi. Hangi roman bu? Kendisini avlayacak olana ün, para vb. kazandıracak nitelikte roman. Öyle bin kadar basılıp da sürünen değil, marka haline gelip yüz SAYFA 20 24 ŞUBAT itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA C. HAKAN ARSLAN: “VARLIK DAMITAN”... Andığım romanlar, birbirleriyle dilsel, biçemsel yanlarla olduğu denli evrenleri, kişilerinin yapılandırılışı, bunların aralarında ya da olaylarla ilişkileri bağlamındaki konumu, kurgusuyla da zıt yönde bir yapı sergiliyor bana göre. Bir yayınevinin kendi roman dağarını, bu çerçevede geniş tutmasını sevinçle karşılamak gerekiyor elbet. Örneğin C.Hakan Arslan, bir efendiyle yamağının çıktığı gezintiler sırasındaki tanıklıklarının, duyuş, düşünüşlerinin söyleşimi çerçevesinde sanki bir antik metin dayanağında romanını yapılandırırken Kaya Genç ise yapıtını bir yanıyla Binbir Gece Masalları esintisinin KAYA GENÇ: “MACERA”... Artık günümüz, Aydınlanma çağının zorunlu kıldığı roman türüne yatkın yapıtlar üretmek yerine kutsal metinler inşa etme çağına dönüşmüş bulunuyor. Bu nedenle bir “karşı roman” çağı da denebilir günümüz romanlarının genel niteliği için. O günkü Aydınlanma çağı romanlarının yerini günümüzde biçimbiçem desteğinde teknik açıdan üstün ama nitelikçe geri bir roman almış bulunuyor. Eskiden roman kutsal metinler karşısında bir dayanaktı, oysa günümüzde kutsal metinlerin gölgesinde. O zamanki roman gölgeden güneşe çıkmanın, insan usuna güvenmenin ürünüydü enikonu. Oysa başlangıçtaki aydınlığı bugün lekeler kaplamaya koyulmuş bulunuyor. Romanın bu gölgeye kaçışı görmezden gelinebilir mi hiç? Bu nitelikteki romanın insan için bırakalım evren tasarımı veya kışkırtıcı herhangi açılım sağlamasını, kötümserliğiyle kutsal metin kavrayışının ötesine geçemeyeceği bile savlanabilir. Öyle ya, yazarın efendi/tanrı, okurun köle/kul sayıldığı bir roman kavrayışının çözümlenmesi gereken ilk sorunu, evreninin sorgusuz kabul edilebilirliği temelinde öncelenen dayatma olgusu. Bir başka açıdan önceki çağın romanı bir ütopya getiriyordu belki ama günümüz romanı bir ters ütopyayla çıkıyor karşımıza. Nitekim Macera’nın kahramanı Gündüz, atıldığı bir dükkânın deposundan salgın hastalıkla kırılan İstanbul’a geçerken farklı ilişkilenişler sonucu çeşitli serüvenlere katılıyor. Bir açıdan bir kıyamet senaryosu da getiriyor böylece okur için. “Mahşer borusunu(n)… birlikte çal(ınması)” da (52) bunun kanıtı bir bakıma. Ayrıca roman dilinin Osmanlıca metni havası yayması, eskitilmiş yapıntı izlenimiyle kuşatılan serüven adına arınıklık yerine bulanıklığın yeğlenmesi bunu destekliyor büsbütün. Gerçekten sürekli bozulmuş, toplumsal yaşam ilişkilerine yerleşen insan gerçekliğine bu bozulmuşluk dürbününden bakan bir roman olduğu da öne sürülebilir kitabın. Kaya Genç’in özellikle “sanki”, “gibi” vb. sözcüklerle kurduğu tümceler, kestirilebileceğinden çok daha fazla yayılmış bulunuyor romana. Bunun, empati duygusunun, “mış gibi” havasının yansıtılması amacıyla yerleştirildiği açık. Nitekim anlatıcı yazarın kendisinin de roman evrenine sıklıkla katıldığı, bir ölçüde yaşama, en genel biçimiyle hayata değgin aforizmalar ürettiği gözleniyor. Bunun romana, bir buyurgan “büyük birader” havası yaydığı görülmüyor değil elbette. İşte size iki ilk roman. Genç’inki bir ilk kitap üstelik. Nasıl bir yer bulacak bunlar kendine? Yine de ister okur, ister yazar olunsun, romandaki bu sürek avından uzak durulması zorunlu… Roman sanatı için av ya da avcı olmak gerekmiyor ille! Yazınsal veya değil, bütün sanat türlerinde gözlendiğince roman da hem hiçbir zaman ölüm yokmuşçasına bütün zamanlara yayılan sürece dağılmış halde özveri bekliyor hem de yarın kıyamet kopacakmışçasına romana emek verilmesini istiyor “yazar” dediğimiz o insandan… Gerisi kendimizi kandırmak galiba yalnızca… 2011 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1097 Kaya Genç H binlerce basılan, herkesin bir biçimde satın alıp mutluluğu tadarak özdeşleyim yaşayabileceği, ona sahip olmanın ayrıcalık haline geleceği, sonuçta avcısına köşeyi döndürtecek bir roman… At izinin it izine karıştığı bu toz dumanda kabaca roman cephesinde göze ilişen tablo böyle özetlenebilir sanıyorum… Bu arada kitaplar için “çoksatar” listeleriyle yılsonu dökümlerinin, değerlendirmelerinin, sonra ödüllerin de konuyu bu yönde kışkırtan ya da tetikleyen bir hava yaratarak gizli rol üstlendiği düşünülebilir pekâlâ. Ben de on yıl kadar önce buna benzer bir işin içinde buluvermiştim kendimi. Sevgili Handan Şenköken’in önerisiyle Cumhuriyet’in kültür sayfası için romanımızda bir yılsonu değerlendirmesine girişmiştim, anımsadıkça sırtım ürperir hâlâ… Ne zor, ne bela işti öyle! Sözgelimi o gün de çabaladığım halde romanların tümüne ulaşamamıştım. Ya günümüzde nasıl yapılıyor bu iş? Buna girişenler, yalnızca 2010’da yayımlanmış beş yüzü aşkın romanı, bırakalım okumayı bir yana, acaba eksiksiz gözden geçirebilmişler midir dersiniz? Oysa insan yalnız okuduğunu, tanıdığını, bildiğini aralarında sınıflandırıp ayırabilir herhalde. Bu çerçevede “sıkı okur” niteliği taşıyan herkes, okuduğu şiir, öykü, roman vb. türlerde bir liste yapabilir elbette. Ama ölçüt ne olacak, önemli olan bu… Öyleyse listeyi ikiye ayırmak gerekiyor: 1.Yayımlanmış romanların eksiksiz tüm listesi, 2.Yalnızca okunanlar arasında yapıldığı yazılarak sıralanan liste. Ne var ki yazın dünyasında göze çarpan yaygın bir yanlış var. Okunmamış kitaplar da, okunmuşmuş da bu yüzden tümü birden kazana atılmış, yılsonu dökümü çıkarılmışmış gibi hava yansıtılabiliyor… Demek alana yönelik düşünce üretenler de kafa karıştırabiliyor. Peki o zaman sözünü ettiğimiz yüzlerce yazarın yüzlerce romanı kendisine nasıl yer bulacak? Tümü üzerinde durulamıyorsa bunlar birbirinden nasıl ayrılacak? Bu arada kimi yazarların kendi kitaplarına yönelik ilgi yaratma çabaları da buna ekleniyor, eşitliksiz bir durum yaşanıyorsa ne yapılacak? Özellikle ilk romanları nasıl ayıracağız birbirinden, hangi niteliklerine göre değerlendireceğiz? Bu çerçevede YKY tarafından ilk roman olarak yayımlanmış iki kitabı konuk almak istiyorum bu hafta. Kaya Genç’ten Macera (2008), C.Hakan Arslan’dan Varlık Damıtan (2010). öte yanıyla Evliya Çelebi seyahatnamesinin kalıntıları üzerine bina ettiği Osmanlı metni havasında verimliyor. Bu nedenle Macera, eski bir dile ama Varlık Damıtan çok yeni, bir o denli, oturmuş, yerini bulmuş bir dile yaslanıyor. Beğenirsiniz ya da sırt dönersiniz ama C.Hakan Arslan’ın yapıtını baştan sona dil bahçesine dönüştüren çabasına saygı duymadan noktalayamazsınız herhalde okuma serüveninizi. Gerçekten felsefeciler de özellikle dilin kullanılışı, anlamın derinleştirilip zincirleme birbirine ulanışında Türkçenin yetisini, olanaklarını deneylemek bağlamında yararlanacakları bir metin olarak alabilirler yapıtı kanımca. Bir gezginlik izleği çerçevesinde yapılanmış görünüyor roman. Tıpkı Odysseia, Don Kihote, Güliver’in Yolculukları, Kandid, Küçük Prens gibi gezginlik ruhuyla oluşturulmuş, gezginin küçük felsefe notları bağlamında kurulmuş yapıt bu. Ortaçağ dogma dünyasından günümüze uzanan, yer yer geri dönüşlerle bezeli toplumsal, sınıfsal, ekonomik, dinsel, ahlaksal, sanatsal, kültürel, cinsel vb. yaşam biçimleriyle kavrayışlar izdüşümsel anlamda romana bir ana omurga olarak yerleştiriliyor. Toplumsal bir çözümleme örneği olarak bugünlere uzandığını da söyleyebiliriz bütün bu olgusal, kurgusal aktarımların. Feodaliteden, toprak düzenine, kentten kentlileşme olgusuna, kurulu din düzeninden akçaya, açık pazar ilişkilerine vb. bir sorgulamalar söyleşimi olarak da özetlenebilir roman. Bu yanıyla kitap, toplumsal düzene dönük felsefesel bir içselleştirme biçiminde de alınabilir kuşkusuz. Günümüzün siyasal, ekonomik, dinsel, kültürel vb. erk kavgalarına uzanan bir gelişim çizgisini de imlerken hele. Nitekim Varlık Damıtan’la efendisi arasındaki konuşmalar birbirinin süreğeni sözdizimlerine dayanıyor. Bu nedenle aynı kişinin kendisiyle yaptığı konuşmalar gözüyle de bakılabilir bunlara. Ya da içe doğru çıkılan bir gezginlik, bir kendini sorgulama biçimi. Bir öztöz ilişkisi hatta. Romanların, genelde bir dramatik dolantıya sarıldığı, bu yöndeki bir anadamarla örgülenip yol aldığı öngörülürse, yapıtın bununla örtüşmediği ortada. O zaman kitabı, şöyleşime dayalı bir anlatı, bir düşünsel şölen bağlamında almak da olanaklı hale gelebilir. Dildeki özenine, seçiciliğine hayran kaldım Arslan’ın. Öylesine eşelenmiş, yeniden işlenip biçimlendirilmiş, üstelik yunup arındırılmış sözcüklerle karşılıyor ki bizi yazar, buna saygı göstermemek elde değil. Kıvrak, yalnız kıvrak mı, delişmen, deneme gibi insanı kıvrandıran bir metin bu… Sonuçta Varlık Damıtan, entelektüel okurun beklentisini karşılarken eksiksiz bir haz odağı sunuyor denebilir.