05 Kasım 2024 Salı Türkçe Subscribe Login

Catalog

¥ farklı bir yeri var. Karakterlerin hemen hepsi kandırılmış. Kandırılmakla ilgili ortak derdi olanlar toplumu mu anlattığınız? Bir anlamda evet… On dört yaşında bir kızı kendinden bir yaş küçük bir oğlanla evlendirenler hem çocukları, hem kendilerini kandırmıyor mu? Gülcan’ın yaşamı korkunç bir yalan üstüne kurulu… Analar çocuklarını, kocalar karılarını, iktidarlar halkı, halk birbirini kandırıyor. Hâlâ böyle… Ailem kendi koşullarında mutlu ve varlıklıydı; büyüklerimin “Demirgıratlar” dediği iktidar, el kadar toprağı olana eşek yükü borçla traktör, biçerdöver gibi araçlar verdi. Köylü kendi tohumunu iyileştirip ekemedi; borçla ve yüksek faizle tohum gübre aldı. Bir de toprak davaları vardı. Örneğin Gümüşanaları toprağından eden, silahlı kavgalara yol açan, bütün köylülerin bitti bitecek diye kandırıldığı davalar hâlâ bitmedi. Anlattığım dönemde biz çocuklar da kandırıldık; okulların bodrum katında kaynatılan iğrenç süttozunu içtik; yabancının kirli oyuncaklarıyla oyalandık… Yalanlar birbirine eklendi; küçük, pembe yalan kalmadı. Yönetenler, yönetilenler, hâlâ uçurtma yerine en kuyruklusundan yalan uçuruyorlar. Romanın beni çok etkileyen yerlerinden biri, Gülcan’ın Samanpazarı’nda kurulan sehpada idam edilen, gün boyu halka gösterilen adama bakışı. O bakış ki, yaşam boyu izler bırakıyor Gülcan’da. Okurda da iz bırakacağını düşünüyor musunuz o sahnenin? O sahnenin tanığı benim. Romanda okuru irkiltecek başka şeyler de var; okurlar beni bağışlasın. Köpeklerin kesilmesi, tecavüz edilip asılan Ümmü, Gümüşana’nın karlı bir günde yaşadığı saldırı, Gümüşana gibi bir kadının silah taşıması, Gülcan’ın yaşamını allak bullak eden sır… Zeliha’nın ve ailesinin başına gelenler… Dedim ya okur beni bağışlasın… GERÇEK SIKINTI “Kim Türk, kim Kürt, kim Çerkez; kim Sünni, kim Alevi ya da kim her neyse, nereliyse; kimse kimseyi açıktan sorgulamazdı” diyor anlatıcı romanda. Özellikle genç okurların bilmesi gereken bir ayrıntı bu değil mi? Küçük adımlarla 30’lu yıllardan 90’lara uzanan bir yolculuk yaptım. Bu yolculuğun tek tanığı ben değilim. Pek çok insanda iz bırakan bir yolculuktur bu. Çocukken Kürt, Laz, Tatar komşularımızla akşam sabah birlikteydik. Ara ara kavga çıkar, atışmalar, küslükler yaşanırdı. Kürtlerin küçük oğlan, Tatar Melahat’ın kızı, köylülerin bahçesi… gibi tanımlar yapılır, kimse kimseye bu yüzden sataşmazdı. Ancak o yıllarda da en sıkıntılı kesim Alevilerdi; açıkça söyleyemiyorlardı. Bu da gösteriyor ki bu ülkede gerçek sıkıntı köken farkından değil, dinin korkutma, sindirme aracı olarak kullanılmasından, inancın sömürülmesinden kaynaklanıyor. Laik eğitimi başarabilsek, aklı ve bilimi her şeyin önüne geçirebilseydik, bugün bu denli tedirgin olmazdık. Bunları romana yansıtmak bence ayrıntı değil, kahramanlarımın yaşamını bilerek ya da bilmeden etkileyen olgular… Gülcan, sırlarını kimseye anlatamadığı için defter sayfalarına akıtıyor öf kesini. Gülcan’ın açmazlarına çözüm olabiliyor mu bu eylemi? “Yazmak” konusunda “niye yazmak”, “ne işe yarar yazmak” gibi sorular sorduruyor Gülcan’ın defterleri? Gülcan o denli yalnız bir kız ki bir arkadaşa, bir sırdaşa çok gereksinimi vardı. Bunu, yaşamöyküsünü öğrenen doktoru hemen anladı; bir anı defteri armağan ederek ona ağzı sıkı bir sırdaş buldu. Yazmak, kimi zaman bizleri de yalnızlıktan, öfkemizden, kaygılarımızdan arındıran, kimi kez bütün uç duygularımızı kabartan bir eylem değil mi? Roman okununca görüleceği gibi Gülcan’ı başka türlü ayakta tutamazdım; eline bir kalem, bir defter verip sakinleştirdim. YARALI BERELİ YAŞAMAK Güvenli bir uzaklıktan izlediği gerçek, bir anda okurun yüzünde patlıyor: “Dünyanın her yerinde insanlar aynı… Belki yaşama biçimleri, giyimleri, evleri, kullandıkları araç gereçler, dilleri, inançları ayrı ama… İnsan, her yerde aynı insan; çabuk kirleten, çabuk kırıp döken bir yaratık… Seni kim yaraladı?” Hepimizi yaralayan birileri var değil mi? Doğru; hepimizi yaralayan şeyler, birileri var; çokları yaralı bereli yaşamaya alıştı. En kötüsü de bu. Canımızın yanmasına alışmak; canı yananları görmezden gelmeye, işsiz aşsıza, dayağa, kötü söze alışmak… Yalana alışmak… İnsan kırk yıldır dil işleriyle yatıp kalkınca karşısındakinin beden dilinden, sesinden, bakışlarından doğru ya da yalan söyleyip söylemediğini anlayabiliyor. Ekonomi tıkırında, gelişiyoruz diyenlerin çoğu kullandığı dille, sesiyle, bakışlarıyla kendini ele veriyor; yalan söylüyor; binlerce çocuğu yaralıyor; gel gör ki ne çocuklar işin ayrımında ne ana babaları. Küçük bir kızken tecavüz eden amcasının oğluyla evlendirilen, çok geçmeden terk edilen, yıllar sonra eski kocasından dayak yiyen, iyileşir gibi olunca ortadan kaybolan Zeliha’nın öyküsü özellikle mi yarım? Zeliha’nın yitip gitmesi, Gülsevil’in çözemediği bilmece olarak kaldı… Zeliha gibilerin öyküsü hep yarım. Bazen gömütlükte tamamlanıyor, bazen gömütlükten beter bir yaşantıyla… Benim de bu öyküyü tamamlamam olanaksızdı. Kadıncağız kaçıp gitti; bulunsa ne olacak? Örneğin yine romandaki baba dayağından koca dayağına kaçan Seher’in yaşamı yarım değil mi? İki bebesiyle gelinlik giyince ne değişti; koca aynı koca, yatak aynı yatak… Yaşamları yarım kalan kadınları göz hapsinde tutanlar da aynı… Değişen bir şey yok. Gümüşana’nın, Gülcan’ın dilinin altında ne var, diye meraklanıyor okur. Romanda merak öğesi son sayfalara kadar sürdürülmekle birlikte daha ilk sayfalardan “Birisi bu çocuklar, şuna benziyor, buna benziyor dedikçe… Amanın yüreğim ağzıma gelirdi” tümcesiyle ipucu veriliyor aslında. Baştan tahmin olanağını niçin verdiniz okura? Şaşırtmayı sevmiyor musunuz? Şaşırtmayı severim; ama bu ana kız arasındaki çekişmeyi daha inandırıcı kılabilmek için ipucunu ilk sayfalara yerleştirmeyi gerekli buldum. ? Gümüşana/Sevgi Özel/ Cumhuriyet Kitapları/ 436 s. SAYFA 5 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1036
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear