24 Haziran 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

...Ve Brunoyu yaktılar “Bilim ve Teknoloji”nin Temmuz sayısında (16.7.2010) okuyunca Bruno’nun yakıldığını anımsadım, ülkemizde yakılmasa dahi yok edilen, susturulan, küstürülen aydınları düşündüm. Ayhan Ulubelen, İstanbul Üniversitesi Emekli Öğretim Üyesi ve TÜBA Onur Üyesi S CBT 1257/ 18 22 Nisan 2011 anırım ya ilkokul son sınıf ya da ortaokulun ilk yıllarında öğrenci idim. Sabahattin Ali’nin öldürüldüğünü duymuştum, içimden bir şeyler kopmuştu sanki, halbuki Sabahattin Ali’yi nereden tanıyacaktım, galiba sadece “Ses ve Kağnı” isimli bir kitabının varlığını biliyordum, herhalde evde konuşuluyordu, ama 1112 yaşlarında vatanını her şeyden çok seven (zira öyle yetiştirilmiştik) küçük bir kızın içi sızlamıştı bir aydının öldürülmesine. Gene anımsıyorum, Robert Kolej’de okuyan kuzenim Sabih ağabeyin “Afacan” “Çocuk sesi” gibi dergi ciltlerini karıştırmak hakkım vardı. Bir gün ciltlerin arasında oldukça yıpranmış 835 isimli bir kitapçık buldum, kitap adeta aralara gizlenmiş gibi idi, benim de anlayabildiğim çok güzel şiirler vardı içinde, Nazım Hikmet’ti yazarın adı, Sabih ağabeyim kitabı hışımla elimden aldı, karıştırma bunları diye bir azar çekti bana ve kimseye bahsetme bu kitaptan dedi. Sonradan öğrendim Nazım Hikmetin kim olduğunu, neler neler çektiğini ve onu okuyan ve seven ve solcu olan insanların da neler çektiğini, nasıl yok edildiklerini ve bu güzel ülkemizde, bu çok sevdiğimiz Türkiyemizde aydın olmanın ne zor bir iş olduğunu yaşayarak yıllar içinde öğrendim. Lise son sınıfta iken Tan matbaası basıldı, tahrip edildi, biraz da “oh oldu” diye bakıldı olaya, Tan matbaası sahipleri komünist değil miydiler? 50’li yıllarda üniversite sıralarında solcu birinden bahsedilirken sesler alçaltılır ve “o komünistmiş” derlerdi, eski devirlerde vebalılara çan takarlarmış ya işte tam öyle, onlardan yani solculardan yüksek sesle bile bahsedilemezdi. Hep çekindik soldan, ürktük Rusya’dan, yıllar sonra karşılaştığım Rusların da bize aynı korkulu düşman gözlerle baktığına şahit oldum, karşılıklı bir güvensizlik vardı anlaşılan, ama bizimki daha çok korku idi. Biz o yıllarda hep güvendik Amerika’ya, ne çok sevdik onları, ne çok kredi verdik Amerika’ya, karşı çıkanlar kim olursa olsun kendi çocuklarımız, aydınlarımız, canlarına okuduk, yaşama şansı tanımadık çocuklarımıza, aydınlarımıza, hep böyle gitti bu. 1960’lı yıllarda uzun süreli Amerika’ya gittim. Dost bir ülkeye ve de özgür bir ülkeye gidiyordum. Orada herkes her istediğini söyler, her istediğini yapabilirdi, ilk yıl gerçekten de hayallerimdeki Amerika gibi idi, evlere davet ediliyordum, her konuda tartışıyorduk, büyük mağazaların kitap satan bölümlerinde bizde yasak olan kitapların hepsi vardı, “Kapital” i görünce hemen bir tane edindim ve hemen o gece okumaya başladım ve hayret ve dehşet içinde kaldım, ne zor ne sıkıcı bir kitaptı Tanrım, birkaç sayfadan fazla okuyamadım. Sıkılarak, daha çok da anlamayarak bıraktığım bu kitabı kaç kişi okuyup komünist olacaktı acaba, memleketimde ne çok kişinin canını yakmıştı, belli bir ekonomi kafa yapısı isteyen bu kitap, ne çok insan bu ve buna benzer nedenlerle yıllar yılı süründürülmüştü ülkemde. 27 Mayıs 1960 devrimi (bazılarına göre devrim, başkalarına göre ihtilal) yeni yapılmıştı. Yeni yapılan Anayasa’dan aydın zümre memnun görünüyordu. Hemen hemen her şey yazılabiliyordu, Çetin Altan, lhan Selçuk, lhami Soysal başta olmak üzere pek çok yazar gençleri etkiliyordu, mutlu bir dönem geçiriyor gibiydik, ama gene de bazı aydınlar eziyet çekiyordu. Üniversiteden 147’likler diye adlandırılan bir grup öğretim üyesi, kıdemli profesörler, birkaç doçent ve bir iki asistanın işlerine son verilmişti, bunların bazısı ya asistanlarına zor günler yaşatmışlardı ya da terfilerini engellemişlerdi, 147’liklerin bazısı rejim muhalifi idiler, atıldılar hem de kendi kürsülerindeki arkadaşlarının gizlice yaptığı şikâyetlerle. Bir gün stanbul Üniversitesine Ağa denilen Devlet başkanı Gürsel geldi. Rektörlüğe davet edildik, herkes neşe ile Gürsel’in konuşmasını dinliyordu. Doğrusu neler söylediğini hiç hatırlamıyorum, ama utançla hatırladığım bir olay oldu, Edebiyat Fakültesinden Kürt olduğu bilinen, oldukça meşhur bir Profesör olan Karahan ortamın uygun olduğunu düşünerek, Kürtlerle ilgili bir şeyler söyledi; o kibar, o sakin Gürsel adeta kükredi ve onların Kürt değil, dağlı Türkler olduğunu Karahan’ı azarlarcasına söyledi, koca adam sapsarı bir yüzle geriye çekildi. Doğrusu devrimin getirdiği özgürlüğe inancım epeyce sarsılmıştı, bir oda dolusu insanın içinde bir profesörün azarlanmasından utanmıştım ve çok üzülmüştüm. 147’likler yılmadı savaştı ve haklarını alıp geri döndüler, ama bir bölümü üniversiteyi terk etti, bir bölümü yurtdışına gitti, yani hiç biri de eskisi gibi olamadı, kırılmış ve çok üzülmüşlerdi. Sonra 1971 yılı geldi, bu kez öncekine karşıt bir ihtilal oldu, ne olursa olsun bir yığın tutuklamalar, işkenceler, Ziverbey köşkleri, yurtdışına kaçanlar, sonra geri dönen ya da hiç dönmeyenler, kırgın, yılgın ve de kızgın aydınlar. Hep Türkiye için hep vatanı korumak için, nice aydınlar, nice insanlar yok oldu. Halbuki bu daha bir şey değilmiş, daha nice zor ve kötü günler gelecekmiş. Fransa’da başlayan 1968 öğrenci hareketleri bize de sıçradı, önce öğrenci boykotları, sonra işgaller derken öğrenci çatışmaları başladı; 19681980 arası sağsol, solsol, fraksiyonfraksiyon çatışmaları ile geçti, cinayetlerin önü alınamıyordu, kime yanacağımızı hangi yeri doldurulamaz aydına, hocalara ağlayacağımızı bilemediğimiz bir dönemde yaşıyorduk. Fakülte önlerinde patlayan bombalar gencecik çocuklarımızı yok ediyordu, hükümet şaşkındı, tek TV’miz haberlerde adeta ortamı tahrik etmek ister gibiydi. Ajan olduğu yıllar sonra anlaşılan bir asistan öğrencileri ateşli konuşmalarla tahrik ederdi, onları ihbar ettiğini çok zaman sonra duyduk, M T ajanı imiş. Fraksiyon çatışmaları o hale geldi ki üst kattaki benim asistanlarımdan biri ile alt kattaki bir asistan kanlı bıçaklı duruma geldiler, ikisi de hem çok zeki hem de çok çalışkan gençlerdi, nasıl bu denli gözleri kör olabilirdi, nasıl bu gidişe birilerinin müdahale edeceğini düşünemezlerdi, onlardan birine sordum nedir bu delilik diye, hâlâ unutamadığım cevabı şöyleydi: “Hocam, biz duyum aldık bu kez ordu karışmayacak, hangi fraksiyon kazanırsa ülkenin idaresi o gruba geçecek”. Ne kadar uyarsam da CIA metotları ile başa çıkılamazdı, çocuklarımızın beyni inanılmaz ölçüde yıkanıp hazırlanmıştı, onlar vatan kurtarıcılığına soyundular ve bir nesil şu ya da bu şekilde kayboldu. Sokak çatışmaları ve tahriklerin en üst düzeye ulaştığı bir sabah kalkıp baktık ki her yer süt liman, ordu vaziyete el koymuş, daha doğrusu Amerikalıların deyimi ile “Bizim çocuklar” olaya el koymuş, ne sağsol ne de solsol çatışması kalmış. 27 Eylül 2010 tarihli Cumhuriyet gazetesi 12 Eylül’le ilgili seri yazısında bir bilanço çıkartmış, o sakin denilen dönemde 650 bin kişi göz altına alınmış, bir milyon 683 bin kişi fişlenmiş, 50 kişi asılarak öldürülmüş, 98.404 kişi örgüt üyesi olarak yargılanmış ve 21.764 kişi hüküm giymiş, kitaplar yakılmış, filimler yasaklanmış, 400 gazeteci için toplam 4000 yıl hapis cezası istenilmiş, hasılı 12 Eylül ülkenin aydın gençleri üstüne gerçek bir balyoz gibi inmiş. 1980 sonrasını yaşayan bir üniversite öğretim üyesi olarak bizlere ne oldu, önce YÖK kuruldu, daha da önce Cumhurbaşkanı Evren Paşa üniversite hocalarının anlaşılan fazla konuşmalarına kızıp “bunlar bayrağın ucundan tutmak için bile kaç para derler” vecizesini söyledi, o günlerde eğitimsiz ve eğitilmişleri düşman gibi gören halkımız üniversitelere yüklendi durdu. Epeyce sayıda öğretim üyesi 1402’lik yapılarak üniversiteden atıldı ama doğrusu bu nedenle hapse atılmadı. Emeklilik yaşı 70 den 67’ye çekilerek birçok hoca emekli edildi. Rektörler değişti ve yeni seçilen rektör ve dekanlar tamamen kendi karakterlerine uygun işlemlere başladı. Bazılarımızın dersleri ellerinden alınıp o zamana kadar dost sandıkları bazı başka hocalara ulufe gibi verildi ve bu hocalar dostlarının derslerine el koymakta bir sakınca görmediler, bazı kürsülerin asistan kadroları iptal edildi, hademe ve sekreter verilmedi, üç kuruşluk malzeme verilmeyerek araştırmalar sabote edilmeye çalışıldı, bu gözden düşenlerin 1402’lik yapılmaları için her taraftan ama daha çok arkadaş kisveli kişilerden şikâyetler başladı, bazen şikâyeti yapanların en yakın arkadaşlar olduğu anlaşıldı, her şey sessizdi, sakindi, bir mezarlık sessizliği hakimdi ülkeye, insanların gerçek karakteri ortaya çıkıyordu, küçük menfaatler uğruna kendi benliklerini satıyordu bazıları. Üniversitelerde bunlar olurken bir takım kişi ve kuruluşlar sessizce ama harıl harıl çalışıyor, bugünlere hazırlanıyordu. Hasılı 12 Eylül, ülkenin gençlerine, aydınlarına, tabii bu arada “Barış davası”nı unutmayalım, gazetecilerine, üniversitelerine indirilen bir darbe idi. Amaç ılımlı islamdı (o da her ne ise), Türkiye Cumhuriyetini 2. Cumhuriyet adı ile yeniden yapılandırmaktı, o da 12 Eylülden 30 yıl sonra nasip olacak gibi görünüyor. Cumhuriyetimiz bazı entellere zor ve ceberut geliyordu, fazla disiplinli idi, fazla elitistti, gerçi onlar da elitti ama 1. Cumhuriyet şu ya da bu yoldan onları dışlamıştı, o halde onu yıkıp yerine kendilerini tepelere taşıyacak bir cumhuriyet gerekli idi, işte fırsat ellerine “Avrupa Birliğine girme” isimli proje ile geçmişti. Cumhuriyetimize ait ne varsa “Avrupa istemiyor, ya da böyle istiyor” diye yok edilebilirdi. Tüm Cumhuriyet kurumları ele geçirilir ve idareleri yandaşlara verilebilirdi, nitekim de öyle yapıldı ve yapılıyor; satılmadık, yok edilmedik hangi kurum kaldı ise, ne varsa onlar da yakında yok edilecek, bakın o zaman Türkiye Cumhuriyeti kalıyor mu? Cumhuriyetimizin yıkımına engel olabilecek birkaç aydın, birkaç gazeteci, birkaç cesur öğretim üyesi kaldı ise onlar için de Ergenekon ne güne duruyordu. stenilen ve gerekli görülen sayıda aydını içeri alma olanağı vardır, zaten bir kez içeri girdikten sonra bırakılanların çoğu konuşamaz oluyor, iyi korkutuluyorlar, bu düzenin mayası tutarsa daha en az 50 yıl 100 yıl var olup 2. Cumhuriyeti, ılımlı slam Cumhuriyetini sürdürebilirler, sağ olsun yandaş enteller, evet ama yetmez diyenler, biraz mevki, biraz fazlaca para onları istenildiği sürece bağlar, sonra vakti gelince onlardan da, uygun bir sıfat yapıştırıp kurtulunur. Yargının tümü değilse bile yeterli kadarı istenilen kıvamda. % 42 Hayırcı vatandaş zaten bildiğimiz darbeci, Cumhuriyetci ve Atatürkcü değil mi? Bir de Atatürk adı tam anlamıyle silinebilirse ki, zaten yandaş enteller bunun olması için yürekten çalışıyor, o zaman değme keyfine, dikensiz gül bahçesi olur Türkiye. Aslında ben bu yazıya başlarken ülkemizdeki iktidarların aydınlardan hep korktuğunu ve onları daima kontrol altında tutulması gerekli tehlikeli maddeler gibi gördüklerini vurgulamak istedim. Ama doğrusu hayatım boyunca aydınlara, gazetecilere, Üniversitelere yapılanların bu günkü kadar normal sayıldığını, tutuklamaların böylesine kolayca yapılabildiğini 80 yıllık ömrümde görmedim. Gazeteciler tutuklanırken başka gazeteciler ortaya çıkıyor ve tutuklamaları haklı gösterebiliyor, tutuklananlardan bazısı eski yandaşlar da olsalar, ama boş bulunup bir eleştiri yapmış olabiliyorlar. Kısacası bir “Polis Devletine” gidiyoruz. Televizyonda konuşan bir yandaş gazeteci son tutuklamalar için diyor ki “Ergenekon davasının yürüyüşünü engelleyecek mahiyette yayın yaptıkları için olmalı”. Doğrusu %42 takriben 30 milyon kişi demektir. Acaba hepsi mi tutuklanır, yoksa sadece elebaşları mı? Ne zamana kadar sürer bu devir, yandaş bir gazeteci, durumu 1936 Stalin dönemine benzetti, bakalım göreceğiz daha nelerin olacağını. BAZILARI HAZIRLANIYORMUŞ BU B R ŞEY DEĞ LM Ş.. “SAK N DÖNEM” N B LANÇOSU
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear