Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
HUKUK POLİTİKASI Yargılı! İnfaz Sayın Prof. Dr. Bahattin Baysal’ın “Türkiye’de bilimsel yayınlarda aşırmacılık ve sahtecilik; üniversite ders kitapları” başlıklı yazısına eleştirimdir. Yrd. Doç. Dr. Aytekin Aydemir, Mersin Üniversitesi, aaydemir@mersin.edu.tr İ lgili yazıda özellikle “Türkiye’de bilim dünyası, 14 Temmuz 2007 günlü Nature dergisinde yayımlanan ....” biçiminde başlayan paragraf ve devamında dört üniversitedeki 15 fizikçinin aşırmacılık ve sahtecilik suçu işledikleri vurgulanıyor ve arkasından da sayın Baysal duyumlarına göre ilgili bilim insanlarının hiçbirisinin ceza almadığından yakınıyor. Yani duyumlar üzerinden bir bildirim var. Bu olayla ilgili hem duyduklarım ve aynı zamanda da gördüklerim çerçevesinde bir değerlendirme yapmak isterim. Bu olayla ilgili hiç kimse (duyduğuma göre) gerçektende ceza almadı, çünkü (YÖK düzeyinde) yapılan soruşturmalar sonucunda suçlu bulunmadılar. Bazılarının rektörlük tarafından kendilerine gönderilen ve suçsuz olduklarını gösteren yazılarını da gördüm. Sayın Baysal’ın yazısında üzerinde durmak istediğim kısım, suçlanan herkesin gerçekten suçlu ol duğu ve cezalandırılması gerektiği gibi bir sonuç ortaya çıkmasıdır. Yani suçlanan kişilerin yargılanmaları, savunmalarının alınması ve ilgili kurullarda suçlama sonucunun karara bağlanması gibi hukukun temel işlemleri gözardı edilmektedir. (Bkz. Ergenekon Olayı!) Sayın Baysal gibi deneyimli bir bilimcinin üstelik de yıllarca “etik kurullarında” görev yaptığını belirtmesinden sonra herhangi bir kurul kararına dayanmadan ilgili kişileri suçlandıkları için “suçlu” ilan etmesi öncelikle “kendisinin de görev yaptığı” etik kurullarına gerek olmadığı sonucunu çıkartmaktadır. Öyle ya, eğer birilerinin (kim olursa olsun) suçladıkları başka birilerini, herhangi bir soruşturma sonucunu beklemeden “suçlu” ilan edip ceza verilmesini isteyebiliyorsak zaten soruşturmaya filan da gerek yoktur. Kişilerin suçlanmaları onların suçlu oldukları sonucunu doğurmaz. Ancak inceleme, soruşturma, yargılama sonucunda suçlu olup olmadıklarına karar verilebilir. Aslında yazarın kendisi de yine aynı yazısında mesleki kıskançlıklarla böyle birçok ihbar yapıldığını da belirtmektedir. Her ne kadar yazıda suçlanan kişilerin adları belirtilmese de, olay zamanında çok tartışıldığı için bu tür yazılar sonucunda ilgili kişiler aklandıkları halde hâlâ suçlu gibi gündeme taşınmakta ve çevrelerinde kendilerini tedirgin hissetmelerine neden olunmaktadır. Haydi politikacılardan vazgeçtik ama hiç olmazsa bilim insanlarından bazı temel kurallara uyulmasını beklemek hakkımız olmalı diye düşünüyorum. Hayrettin Ökçesiz hayret@akdeniz.edu.tr Bu köşede zaman zaman ülkenin hukuk düzenini daha güçlü ve adaletli kılacağını düşündüğüm bazı proje önerilerinde bulundum. Bu önerileri başka düzlemlerde de yetkililere ve kamuya duyurmaya çalıştım. İktidara Yürüyenlere Öneriler Öyle görünüyor ki, sağdan, soldan yeni aktörlerle yeniden bir iktidar yürüyüşü kısa zamanda önümüzdeki ayların gündemini yoğun biçimde dolduracak. Bu partilerin, seçim bildirgelerine, iktidara geldiklerinde hükümet programlarına almalarını dilediğim şu birkaç sönük görünen, ama önemli projeyi bir kez daha dikkatlerine sunuyorum: Disiplinlerarası Görgül Hukuk Araştırmaları Enstitüsü… Hukuk normlarının konmasında, izlenmesinde yeterince bilimsel olanaklardan yararlanılmamaktadır. Bilimlerin birikimlerinden, yeteneklerinden, yöntemlerinden bu amaçla en yüksek düzeyde yararlanmayı bugüne değin hiçbir siyasi irade yeterince isteyememiştir. TBMM İç Tüzüğü hükümleri bu savın somut kanıtlarını ortaya koymakta bize epeyce yardımcı olabilir. Yasama Sosyolojisi alanında çalışanların yasama faaliyetlerinde bilimin ne denli üvey evlat muamelesi gördüğünü söyleyebilmeleri de zor değildir. Mali, idari, bilimsel yönlerden özerk ve üç kademede faaliyet gösterecek bir “Disiplinlerarası Görgül Hukuk Araştırmaları Enstitüsü”nün belki bir anayasa normu gücünde hayata geçirilmesi bilimin ve yaşamın, çarpıtmadan ve tüm olanaklarıyla pozitif hukukta yankılanmasına fırsat verecektir. Bu enstitüde, birinci kademede bilimlerin görgül yöntemlerle elde edeceği verileri ikinci kademede dogmatik hukukçularla felsefeciler hukuk normlarının ifade edilmesinde değerlendirmeye temel alacaklar; üçüncü kademede sivil toplumun kurum, kuruluş ve kişileriyle temsil edildiği bir genel kurul da bu norm taslaklarını müzakere ederek, onaylayacak yahut geri gönderecektir. Onaylananlar kamuoyuna bilgi ve süreç saydamlığı içerisinde sunulacaktır. Böylelikle hukuk normlarının vücut bulmasında bir bilimsel araştırma, hukuksalfelsefi irdeleme ve kapsayıcı bir siyasalkültürel tartışma ve oydaşlık süreci, yasamaya ve yürütmeye yardımcı bir kaynak olarak hayata geçirilmiş olacaktır. Bu, kimi meslektaşlarımın dediği gibi bir gölge parlamento değildir. Yasakoyucunun ve hukuk alt sisteminin yozlaşmasına ve yanlışlarına karşı ciddi bir korunma kurumudur. Kuruluş yasası ne denli isabetli tasarlanırsa bu özelliklerinde o denli başarılı olacaktır. Bu enstitü “Ulusal ve Uluslararası Hukuk Devleti Ölçümü”, “Yargının Yapısal – İşlevsel Analizi”, “Yargıda Yolsuzluk ve Yozlaşma Görüngülerinin Araştırılması”, “Hukuk Fakültelerinin Hukuk Biliminin ve Hukukçu Eğitiminin Gereklerine Uygun Yapılandırılması” gibi projeleri sürekli çalışma programları olarak üstlenebilir. Bir “Bilim Hukuku” üzerine yeni bir Yüksek Öğretim Mevzuatı oluşturmak amacıyla görgül ve kuramsal çalışmaları başlatabilir. Ülkenin iş ve çalışma hayatını böylesine ciddi bir araştırmanın ve çalışmanın temelleri üzerinde oluşacak taslaklarla destekleyebilir. Anayasa değişikliği tartışmalarında bu kurum bu çalışma ve örgütlenme yapısıyla, tarafsız, bağımsız, güvenilir olmak özelliğiyle dikkate değer bir katkı sağlayabilir. Böyle bir kurumla iç ve dış menfaat gruplarının dayattıkları, ısmarladıkları hukuk normu önerileri bu tür özerk kurumların bilimsel ve demokratik çalışma yöntemleriyle dizginlenirken, ülkenin, bireyin, toplumun, halkın ve ulusun temel gereksinimlerine uygun hukuk normlarının tasarlanmasına olanak sağlanmış olur. TÜBİTAK, TÜİK, DPT ve YÖK gibi kurumların yapısında ve işleyişinde burada bu enstitü için vurguladığım pek çok özellik bulunmadığından onlardan böyle bir iş ve sonuç beklemek olanaksızdır. İktidara yürüyenlere bir başka önerim, nerdeyse her mahallede, bir cami yahut sağlık ocağı gibi, bir “İnsan Hakları Kütüphanesi ve Başvuru Masası”nın kurulması, bunların alt yapı ve personel donanımlarının usulen değil, layıkıyla sağlanmasıdır. Halkın yeni evleri bunlar olmalıdır. Toplumda tahakküm ve zulmün yapısallaştığı temel katmanın üzerinde leş kavgalarının hüküm sürdüğü bir başka katmanla, bunun da üzerinde medya ve siyaset meddahlarının halkı oyaladıkları, halkın tepkisini seyrelterek etkisizleştirdikleri üçüncü bir katman yer almaktadır. İktidara yürüyenlere bu son katmanda gönül eğlendirmeyi, laf yetiştirmeyi bırakarak, bir madenci gibi, o ilk katmana inmelerini, sorunu uygun araç ve gereçlerle orada çözmelerini öneriyorum. Bilimi ve üniversiteleri çok ciddiye almalarını diliyorum. Bir telgrafın içeriği Cumhurbaşkanı Atatürk’ün acele ve önemli kaydıyla, 20 Şubat 1931 tarihinde Konya’dan Başbakan İsmet Paşa’ya çektiği telgrafın (Söylev ve Demeçler, V, 168 169) oldukça farklı biçimde yorumlanması ve değerlendirilmesi şaşırtıcı olduğu kadar düşündürücüdür de. Zeki Arıkan T ürk arkeolog ve sanat tarihçilerinin yakından bildikleri bu telgrafın gizli kapaklı bir yanı yok. TV kanallarında yorumlamaya çalışanların, telgrafın içeriğini tam olarak kavramadıkları anlaşılıyor. Oysa sanat tarihi Profesörü Semavi Eyice, telgrafın gündeme gelmesinden aylarca önce bir TV programında bundan söz etmiş ve elbette anılan belgeyi doğru olarak çözümlemişti. Atatürk, “Memleketimizin hemen her tarafında emsalsiz defineler halinde yatmakta olan kadim medeniyet eserlerinin” bizim tarafımızdan çıkarılmasını, bilimsel yöntemlerle sınıflandırılmasını istiyor. “Geçen devirlerin sürekli ihmali yüzünden pek harap bir hale gelmiş” anıtların korunması için müze müdürlüklerinin uyarılması gerektiği üzerinde de duruyor. Asıl üzerinde durduğu nokta da arkeoloji öğrenimi için yurtdışına öğrenci gönderilmesi gerektiğidir. Osmanlı İmparatorluğu’nda Osman Hamdi Bey gibi parmakla gösterilecek arkeolog dışında bütün kazılar yabancı ülke bilim adamlarının denetimindedir. Önceleri padişah iradesiyle sonra da hükümetlerden sayısız kazı izni alınmıştır. Yabancı arkeologların Türk bilim dünyasına katkılarını yadsımak olanaksızdır. Fakat kazılar izne bağlı olarak yapılmakta ve bu arada nice değerli eserler, önceleri yasal sonra yasak yollardan yurtdışına kaçırılmaktadır. Yalnız ayırdına varılmayan bir şey, kazı alanlarının da ekonomik ve siyasal nüfuz bölgelerine dönüşmesi ve yabancı devletler arasında büyük çekişmelere yol açmasıdır. Ünlü casus Lawrence, daha önce Osmanlı topraklarında kazı yapan bir arkeologdu. Fransızlar, Foça’da kazı izni aldıkları zaman ülkede tam bir bayram sevinci yaşanmıştı. Çünkü Foça, Almanlara verilmekten kurtulmuştu. Burada kazılara başlayan Felix Sartiaux, Foça’ya ayak basar basmaz zaten kaynaşmakta olan Rumların başında yer aldı. Bütün gösterilerinde Rumların en önünde bulunuyordu. Dahası, savaştan önce adalara, Yunanistan’a göç etmiş olan ve işgal sırasında yeniden Foça’ya gelen Rumların dönüşlerinde başlarında yine Sartiaux görülüyordu. Bir arkeologun görevi bu mu olmalıydı? Unutmayalım ki Sartiaux bugün Paris Louvre Müzesi’nde bulunan yığınla eseri de rahatlıkla kaçırabilmişti. Anılan telgraf, çağdaş Türk arkeologlarının yurtdışında yetişerek ülkenin zenginliklerini ortaya çıkarmaları yolunda, deyim yerindeyse, bir milattır. Türk arkeolojsinin temellerini atan bu telgraftır. Atatürk döneminde yurtdışına gönderilen öğrenciler, gerçek anlamda arkeolojinin temsilcileri oldular. En başta Ekrem Akurgal’ın adını minnet ve saygıyla analım. Atatürk’ün arkeolojiye ne kadar büyük bir önem verdiğini ve o sırada başlatılan çalışmaların ne kadar önemli sonuçlar doğurduğunu biliyoruz. 1935’te başlatılan Alacahöyük kazıları bunun somut örneğidir. Ertesi yıl da DTCF’de arkeoloji eğitimi başlatıldı. Atatürk, Konya’da çok değerli Selçuklu anıtlarının onarılması gerektiği üzerinde duruyor. Savaş, ayaklanma, seferberlik gibi nedenlerle ordunun barınmasına ayrılmış olan mekânların da boşaltılmasını istiyor. Bütün bu eserleri sayıp dökmesi, eksiklikleri yerinde görmesi Atatürk’ün kavrama ve algılama gücünü göstermekte. Onun, ülkenin yeraltı zenginliklerine ve ayakta duran anıtlarına karşı gösterdiği büyük duyarlılık, gelecekte Türkiye Cumhuriyeti’nin kültür politikası için son derece belirleyici olmuştur. CBT 1211/ 19 4 Haziran 2010