19 Haziran 2024 Çarşamba Türkçe Subscribe Login

Catalog

Üniversitelerde iç özerklik üzerine… İrfan O. Hatipoğlu Mustafa Kemal Üniversitesi, [email protected] Hayatın ilk yıllarında beslenme ve obezite Hayatın ilk 5 yılı çok hızlı büyüme ve değişmenin olduğu zamanlardır. Doğru beslenme sağlıklı gelişim için kritik öneme sahiptir. Aynı zamanda erken çocuk beslenme seçimlerinin ve hatta beslenme şeklinin yalnız obezite, diyabet gibi hastalıkların riskini azaltmada değil, ömür boyu sağlıklı yaşam alışkanlıklarının geliştirilmesinde de çok önemli olduğunu biliyoruz. Dr. Beril Bayrak Bulucu, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı, Surp Agop Hastanesi Ü CBT 1236/ 19 26 Kasım 2010 niversiteler kamuoyunda sürekli tartışılıyor. Tartışmaya katılan toplumun farklı kesimlerinin farklı beklentileri var. Üniversitede çalışan bilim insanlarının istemi akademik özerlik; yurttaşların beklentileri ise üniversitelerin kamuya karşı sorumluluklarına yerine getirmek. Beklentiler farklı olsa da, hedeflenen, ülkemizde evrensel üniversite tanımının yerleşmesidir. Kamuoyunda, akademik çevrelerde ve değişik sivil toplum örgütlerinde yapılan “akademik özerklik” ve “çağdaş üniversite” tartışmaları sınırlandırılmadan sürdürülmeli, yoksa üniversiteler iç dinamiklerini yitirecek kamusal duyarlılıkları azalacak. Böylece bilim üretmekten ve bilgiyi aktarmaktan uzaklaşılacaktır. Diğer yandan, daha çağdaş ve demokratik üniversite ulaşabilmek içinde en önemli gerekçelerden birisi de, üniversitelerin iç işleyişlerinin de tartışılması gerektiğidir. Üniversiteler, devlet yönetim erkine karşı “akademik özerklik” istemesine karşın, çalışanlar üniversite üst yönetimine karşı ne kadar özgür ya da özerktir? Bu soruya yanıt bulamadığımız sürece dışa yönelik akademik özerklik arayışında başarılı olunamaz. Yürürlükte olan 2547 sayılı Yükseköğretim Yasası işleyiş olarak üniversite içi özerkliği yok etmektedir. Akademisyenler ve diğer çalışanlar üniversite üst yönetiminin yoğun baskısı altındadır. Bu yoğun baskı, akademisyenleri bilim üretmekten alı koyduğu gibi, kişiliksizleştirmekte ve kimlik bunalımına sokmaktadır. Üniversitelerde özgür/özerk çalışma ortamının oluşturulmasının önünde iki ana engel var: Birincisi akademisyenlerin iş güvencelerinin olmaması, ikincisi de üniversite üst yönetimlerinin (rektörlerin) tek yetkili kılınmasıdır. Üniversitelerde bilim insanı yetiştirmenin ilk basamağını araştırma görevlilerinin yetiştirilmesi oluşturur. Araştırma görevlileri 2547 sayılı Yükseköğretim Yasasının 33/a ve 50/d maddelerine göre sözleşmeli olarak çalışır, sözleşmeleri bitiminde ilişikleri kesilir. Araştırma görevlilerinden doktorasını tamamlayanlar üniversite üst yönetiminin istemesiyle tekrar 23 yıllık süre ile sözleşmeli olarak yrd. doçentliğe atanır. Sözleşme süreleri tamamlandıktan sonra görevleri son bulur. Akademik kariyerinin ilk basamağında olan araştırma görevlileri ve yrd. doçentlerin iş güvenceleri yoktur. İşlerinin sürekliliği için ilgili öğretim üyesinden, bölüm başkanına, fakülte yönetimi ve üniversite üst yönetimi ile iyi anlaşmak zorundadır. İyi anlaşma zorunluluğu süreç içerisinde bilimsel çalışma ve akademik etik anlayışından çıkmakta ve genç akademisyenlerin ki şiliklerinin örselenmesine kadar uzanmaktadır. Üniversitede çalışan diğer öğretim elemanlarının (öğretim görevlisi, okutman, uzman, çevrici vb.) durumları daha da kötüdür. Bu kadrolarda çalışanlar üniversite üst yönetimleri tarafından yok sayılmaktalar. Akademik gelişmelerine yardımcı olunmadığı gibi yapmak istedikleri çalışmalar engelleniyor. Bu gurup çalışanlar da sözleşmeli olarak çalışmakta, sözleşmelerinin sürekliliği rektörlük makamı ile yakından ilgidir. Üniversitelerde kalıcı kadrolarda bulunan akademisyenlerin (doçent, profesör) iş güvenceleri olmasına karşın, değişik yöntemlerle üniversite üst yönetimine (rektöre) bağlanmışlardır. Yrd. doçentlerin doçentliğe atanmaları, yine doçentlerin profesörlüğe yükselmesi üniversite üst yönetimi ile yakından ilgidir. B YANDAŞLIĞA ZORLAMA Bunun dışında öğretim üyelerinin bilimsel çalışmalarına verilen destekler, yurt içi/yurtdışı kongrelere gitmeleri ve değişik kurullarda görev almaları üniversite üst yönetimince engelleniyor. Belirtilen bu sıkıntıları aşmanın tek yolu da, üniversite üst yönetimi ile uzlaşma içinde olmaktır. Bu nedenle akademisyenler arasında “yandaş öğretim üyeliği” kavramı gelişmiştir. Yandaş öğretim üyeliği üniversite içinde özgür düşünmenin ve genç akademisyenlerin kişisel gelişmelerinin önünde engeldir. Akademik yaşama başlayan genç bir insanın iş güvencesi olmadan çalışması, işinin sürekliliğinin üniversite üst yönetimine (rektörlerin) inisiyatifine bağlı olması, çalışan açısından olumsuzluklar içerir. Bu olumsuzlukların başında, çok önemsediğimiz akademik özerkliğin kişi bazında yok olmasıdır. Akademik yaşamının başlangıcında özgür düşünmeden yoksun bırakılan akademisyen, yaşamı boyunca özgür düşünemediğinden edilgen, sorumluluk almaktan kaçan, yüksek sesle düşünemeyen, katılımcılıktan uzak, bencil bir yaşam sürmeye başlar. Bilim üretmekten uzaklaşır. Üniversite üst yönetimiyle iyi geçinmek için değişik arayışlara girer. Katılmadığı düşünce ve eylemlere destek verir. Ülkenin aydını olmasına karşın, yurt ve dünya sorunlarına karşı duyarsız kalır. Ülke gündeminde üniversiteler tartışılırken “akademik özerklik” kavramı geniş tutulmalıdır. Özerklik mücadelesi devlet yönetim erkine karşı verilirken diğer yandan üniversiteler kendi içlerinde de kişisel özerklikler geliştirmelidir. Üniversite içi kişisel özerkliğin geliştirilmesinin ilk basmağını öğretim elemanlarının iş güvencesi olmalıdır. İkinci aşaması da rektörler tek yetkili olmaktan çıkarılarak, akademisyenlerin ortak katılımları ile oluşturulacak kurullar yetkili kılınmalıdır. ebek ve çocuk beslenmesi son derece karmaşık bir konu ve pek çok faktörle belirleniyor. Ancak bebeklikteki beslenme alışkanlıklarının ömür boyu sağlığa olan etkisi de gittikçe daha fazla ortaya çıkıyor. Bu etkiler hamilelikten başlıyor. Annenin diyeti, bebeklikte ve çocuklukta tad tercihlerini etkiliyor. Aynı şey anne sütü için de geçerli, anne sütü erişkin beslenmesi ile arada bir tad köprüsü görevi görüyor. Mamanın tadı hiç değişmezken anne sütünün tadı sürekli değişiyor. Anne sütü ile besleyip beslememe oldukça önemli bir seçim. Elbette kimi zaman annelerin seçme şansı da olamayabiliyor. Ne yazık ki ülkemizde ve dünyada anne sütü ile besleme oranları olması gerektiği gibi değil. Anne sütünün şişmanlığı ve komplikasyonlarını üç mekanizma ile önlediği düşünülüyor. 1 Enerji alımındaki otoregülasyonunun öğrenilmesi 2 Metabolik programlama 3Anne baba ve çevreden gelen yaklaşım. Bebeğin enerji otoregülasyonunu, yani enerjisini kendi dengelemeyi öğrenmesi önemli bir konu. Ömür boyu sağlıklı yeme alışkanlıkları için de temel sayılabilecek bir özellik. Ne yazık ki bu bebeklikten öğrenilemediği zaman, daha sonra öğrenilmesi oldukça güçleşiyor. Ömür boyu diyet yapmaya çalışan insanlar çıkıyor ortaya. Anne sütünün otoregülasyona katkısı sütün içindeki yağ miktarına göre alımı mekanizması anlaşıldı. Çocuğun açlık tokluk sinyallerini annenin algılaması ve bu şekilde beslemesi, işin çok önemli bir yönü. Metabolik programlama da, bebek beslenmesinin obeziteye etkisini gösteren önemli bir konu. Anne sütü ya da mama seçimi, bebeklerde insülin seviyesini etkiliyor. Mama ile beslenen bebeklerde 6. günde anne sütü ile beslenen bebeklere göre daha yüksek insülin seviyesi ve uzamış insülin yanıtı mevcut. Bu yanıt 5. ayda da yine ortaya çıkmış. Yüksek insülin seviyesinin ise daha fazla yağ dokusu oluşumunu sağladığı ve kilo artışı ve obeziteye neden olduğu biliniyor. Yine metabolik programlamayı ortaya koyan bir başka görüş de anne sütünün leptin üzerindeki etkisi. Leptin, iştah ve vücut yağlanmasını düzenlemede etkin. Leptin konsantrasyonunun vücut yağ hacmine oranı, anne sütünü en fazla tüketmiş çocuklarda en az. Bu da leptin direnci ve obezite ile ters orantılı. Anne sütü ne kadar uzun verilirse, obeziteyi engellemedeki etkisi o kadar fazla oluyor. Uzun dönemli çalışmalar, anne sütü ile obezitenin en fazla bağlantı gösterdiği döne min okul çocukları ve ergenlik olduğunu göstermekte. Bu dönemlerde büyüme ve yağ depolanması artar. Buradan da görülüyor ki, anne sütünün “programlama” etkisi, ergenlik öncesi ya da ergenlik dönemine kadar ortaya çıkmayabiliyor. Ancak anne sütü içmiş çocuklar ergenlik öncesi ve ergenlikteki dönemi daha az kilo alarak ve daha az yağ dokusu depolayarak atlatabiliyorlar. DİĞER YÖNLER Anne sütü ve mama tercihi dışında, bebek beslenmesinin obezite riskini arttıran başka yönleri de var 1 Bebeğin sinyallerine duyarsız besleme: Bebeğin açlık ve tokluk sinyallerinin baştan ayırdedilip desteklenmesi, obezite riskini azaltmada önemli. Bebeğin enerji dengesini düzenlemesi için, acıktığında beslenip, doyduğunda beslenmenin bitmesi gerekiyor. Katı, saatli beslenme rejimleri ve bebeğin her ağladığında beslenmesi ise buna olanak tanımıyor. 2 Fazla miktarda mama verilmesi: Yağlanmayı arttırıyor. Hızlı kilo alımına neden oluyor. İlk dört ay içinde hızlı kilo alan bebekler, ileride daha fazla yağ dokusu biriktiriyor ve daha kilolu oluyor. 3 Katı gıdalara erken başlanması: Bazı çalışmalarda katı gıdalara 6 aydan erken başlanması, obezite için bir risk faktörü olarak ortaya çıkıyor. 4Yaşamın ilk yıllarındaki şeker tüketimi: Erken çocuklukta şeker tüketimi obeziteyle bağlantılı. Özellikle şeker katkılı meyve suları ve abur cubur alınması şişmanlığın ve komplikasyonlarının riskini arttırıyor. Obezite çağımızın en ciddi tehlikelerinden biri. Şişmanlık yüzünden belki de insanlık tarihinde ilk defa bir sonraki jenerasyonun ortalama yaşam beklentisi, bir önceki jenerasyondan daha az. Şişmanlık ve diyabet riskinin inanılmaz arttığı, diyetin ciddi bir endüstri haline geldiği, ama sorunların da pek kolay çözülemediği bir dünyadayız. Çözülmemiş bir çok şey var şüphesiz. Yanıt ve çözüm ararken bebeklik ve çocuklukta olup bitenlere daha fazla odaklanılmalıyız. Pek çok sorunun yanıtı, özellikle metabolik programlama ve enerji otoregülasyonu kavramlarında gizli olabilir. Baştan itibaren neyle ve nasıl beslediğimizi bilinçli seçerek, çocuğun kendi enerji dengesini düzenleme olanağını ona vererek, sadece şişmanlık değil, diyabet, yüksek tansiyon, kalp hastalığı gibi şişmanlıkla birebir ilgili hastalıkların riskini azaltma olasılığımız var. Bu da hayat kalitesini arttırmak hatta ömrü uzatmak anlamına bile gelebilir. Daha heyecan verici ne olabilir!
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear