18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 AĞUSTOS 2009 CUMARTESİ 7 Rüzgârlı bir tepede tarih ve kitap kokusu Cunda Adası‘nda Agios Yannis Kilisesi’nin şapelinin yerinde artık Necdet Kent’in kitapları duruyor. Cunda Adası’nın sırtlarında, bir yel değirmeni, bir de şapel. Masmavi denizi, etrafındaki tarihle bildiğimiz dünyadan farklı, sanki paralel evrendeyiz. Tabii ki buraya sadece bu SİNEM güzelim manzarayı görmeye gelmedik. DÖNMEZ Bambaşka bir tarihle daha karşılaştık. 18. yüzyıldan kalma yel değirmeni ve şapeli restore eden Rahmi M. Koç, çok sevdiği babasından kalan kitapları bir kütüphaneye yerleştirmek isteyen Cocacola’nın CEO’su Muhtar Kent’i kırmıyor. Şimdi, Agios Yannis Kilisesi’nin şapelinin yerinde Necdet Kent’in kitapları duruyor. Çeşit çeşit el yazmaları, İngilizce, Fransızca, Frapça, Türkçe 3 binden fazla kitap. Bir şapelim içindesiniz, etrafınız cennetten bir parça. Sevim ve Necdet Kent’in isimlerinin verildiği kütüphanenin yöneticisi Yasemin Site’yle konuştuk. Kütüphanenin ziyaretçileri alabildiğine çok, hele yazları. Her an birileri geçiyor önünüzden, dışındaki CafeNostalji’de oturan hep birileri var. Kışları ise yerli öğrenciler dolduruyor kütüphaneyi. Kitaplardan yararlanıyor, internete girebiliyorlar. Kütüphaneyi görseniz, siz de o yaşlarda orada oturan bir çocuk olup, o kütüphanede ders çalışmak istersiniz. Hazreti Yahya freskleri, eski Ayvalık fotoğrafları, kitap ve tarih kokusuyla dolu kütüphane. Şapelin öyküsü ise 1800’lü yıllara dayanıyor. Patrik Teodosios zamanında Fener Rum Patrikhanesi’ne bağlanan manastırın ana kilisesi kuzeybatı kısmında bulunuyormuş. Şapel de, manastırın bir parçası. 1924 yılında yaşanan mübadele sonrası şapel zamanla tahrip olmuş. Restore edilmeden önce değirmenden de sadece dört sıra temel taşı kalmış. Şu an kütüphane olarak koruma altında ancak halka açık. Bildiğimiz kütüphanelerden tek farkı ödünç kitap verilmemesi. Ki zaten orada okumak çok daha keyifli. İstanbul’da yaşıyoruz. Burada doğduk, büyüdük. Belki de sonradan geldik ama onu sevdik. Bu şehirde âşık olduk, kavgamızı ettik ve de bir aksilik olmazsa burada öleceğiz. Ama onu ne kadar tanıyoruz, tarihini, hikâyelerini ne kadar dinledik, okuduk. Gazeteci Erk Acarer’i İstanbul’un hikâyelerini araştırmaya iten neden bu. Yeni kitabı “%100 İstanbul”da da herkesin İstanbul’u için gerçek bir masal var. “Roma, Bizans, Osmanlı... İstanbul; Yerebatan Sarnıcı’na bitişik evlerden sepet sarkıtılarak sazan balığı yakalanan büyük kent. ALİ DENİZ İstanbul, üzerinden farklı medeniyetler geçen yaşlı USLU bir fahişe”. Gazeteci yazar Erk Acarer %100 İstanbul kitabında İstanbul’u böyle tanımlıyor. İlk kitabı “Matruşkadan Tayyare”den sonra yeni kitabında İstanbul’un geçmişine yelken açan yazar, üstünde yaşadığımız bu şehrin tarihinden seçtiklerini romantik ama muhalif bir dille anlatıyor. Yenikapı’nın ilginç hikâyesi, Cankurtaran’ın boksör delikanlısı Erol Taş‘ın anıları, Kazlar Çeşmesi’nin Kazlıçeşme oluşu, dahası neredeyse her semtin hiç bilmediğimiz hikâyeleri ve bu hikâyelerden dilimize geçmiş onlarca deyimi, atasözünü, tarih ve günümüzle birlikte çözümlüyor. Peki, böyle bir serüvenin peşine nasıl düşmüş? Anlatıyor; “Bu şehirde yaşıyoruz, büyüyoruz, aşık oluyoruz, kavga ediyoruz ve de muhtemelen öleceğiz. Ama onu tanımıyoruz. Evet, burası çabuk değişiyor. Biz de hemen yabancılaşıyoruz. Benim çocukluğum Beşiktaş’ta dut ağaçlarının tepesinde geçti. Şimdi ne kaldı, onu görmek için bu yolculuğa çıktım. Elbette ben de yaşadığım bu şehri yeni tanıdım. Çocukluğumu ararken, Haşim İşcan Geçidi’nin altındaki bisikletçilerle işe başladım”. İstanbul yaşlı bir fahişe Hem seksi, hem anaç Erk Acarer, erkeklerin özellikle İstanbul’la farklı bir bağ kurduklarını da düşünüyor. Haklı da. Yani pek çok şair ve yazar İstanbul’u bir kadın olarak algılıyor. Kadınlarda ise durum farklı, onlar için bu şehrin bir cinsiyeti yok. Acarer’e göre İstanbul tehlikeli, küstah ve çoğu zaman seksi olabilecek kadar çekici. Biraz yorulmuş, mahzunlaşmış ama her şeye rağmen iki şeyi barındırıyor; hem seksi hem de anaç. Geleni geri çevirmiyor, ruhuna sızıyor, kanına giriyor. Onu bırakıp gitmek de en zoru. Acarer tüm bunları anlatırken İstanbul 2010 Kültür Başkenti hikâyesinin de altının boş olduğunu düşündüğünü söylemeden geçemiyor. “Bu kadar kolaya kaçarak bu kenti anlatmak, bu kente ihanettir” diyor, “Benim diz kapağımda Arnavut kaldırımı izi var. Şimdi o günleri o kadar özlüyorum ki. Talan ekonomisi, talan mantığı ile şehri sömürüyorlar”. Evet, işte bu yüzden İstanbul’un taşı toprağı altın olmalı. Ona göre de bunu en çok “ihalenin kaymak tabakasını sıyıran müteahhit” biliyor; “İstanbul’un kaldırımları tekrar tekrar yapıldı, Çin’den ithal edilen sevimsiz ve şekilsiz taşlar sokakların tarihi dokusunun üstüne döşendi. Oysa İstanbul, ilginç sokak isimleriyle birlikte Arnuvutkaldırımlarıyla da anılır”. Kitaptan ilginç bir de not İstanbul’un tüm değerlerini ve doğasını sömürenlere bir yanıt gibi geliyor. Gerçi bu bir Kızılderili söylemi ama kapitalizmin şaşkına çevirdiği insanlara bir ders; “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyazadam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak!” Acarer İstanbul’u İstanbul gibi yaşayamayanlara, onu tanımayanlara bir fırsat veriyor. İstanbul’un yedi tepesinin, şehrin surlarla çevrili eski tarihi yarım adada olduğunu bilmeyip İstanbul’un tepelerini Çamlıca ile anmaya başlayanların olduğu düşünülürse, yaşadığımız yeri gerçekten tanımaya ihtiyacımız var. %100 İstanbul da bunu tarih dersi ya da şehir rehberi sıkıcılığından çok, yaşanmış gerçek hikâyelerin dürüstlüğü ile veren bir başlangıç. Uzun yıllar boyunca harap bir şekilde duran değirmen ve kilise Rahmi M. Koç’un eski eserlerin kurtarılmasına yönelik girişimleri, maddi ve manevi katkılarıyla restore edilmiş. Böylece Cunda, 7 Ağustos 2007’de önemli bir kitaplığa kavuşmuş. Muhtar Kent’in en büyük hayallerinden biriymiş babasının kitaplarını restore edilen bir kütüphaneye bağışlamak. Tüm dünyada gezen, sanat tarihine ve arkeolojiye oldukça meraklı olan emekli büyükelçi Necdet H. Kent’in kitapları gerçekten çok. Zaten ilerleyen yaşı nedeniyle göz sağlığı bozulduğunda, “Göremediğime değil, okuyamadığıma üzülüyorum” dermiş. Muhtar Kent, babasından kalma bin 300’ü aşkın kitabın hepsini bağışlamış. Kütüphanenin isminde yaşıyor şimdi annesi Sevim ve babası Necdet H. Kent’in anıları. Şu an kütüphanede Yapı Kredi Yayınları’nın bağışladığı bin kadar kitap da dahil toplam üç bin 227 kitap var. Eksiğiniz var mı diye soruyoruz, “Belki Ayvalık, mübadele ve Cunda’yı anlatan kitaplar olabilir” diyor Yasemin Site. Necdet Kent, ikinci dünya savaşı sırasında musevilere yardımcı olabilmek için kendi hayatını tehlikeye atan bir Türk diplomatı. 1941 ve 1944 yılları arasında Marsilya Başkonsolosu olarak görev yapan Kent, savaş sırasında Fransa’da yaşayan, ancak geçerli Türk pasaportu olmayan onlarca Museviye Türk vatandaşlığı hakkını kazandırmış. 1943’te Türk vatandaşı 70 Musevi, Auschwitz Toplama Kampı’na götürülmek üzere trene bindiğinde Necdet Kent de trene binmiş. Ve Alman subayları, Türk vatandaşı musevileri trenden indirmek için ikna etmiş. 2001’de yine kendisi gibi Musevileri Nazi soykırımından koruyan iki diplomatla birlikte Türk Dışişleri tarafından Türkiye Cumhuriyeti Üstün Hizmet Madalyası ile ayrıca soykırım sırasında Musevilerin kurtulmasına yardımcı olduğu için İsrail’in verdiği özel bir madalyayla ödüllendirilmiş. Kent, İkinci Dünya Savaşı’nda sonra New York’ta Türkiye’nin Baş Konsolosu olarak görev yaptı ve Tayland, Hindistan, İran, İsveç ve Polonya’nın büyükelçiliğini üstlendi. Sevim Kent ise Ayvalık cemiyet ve iş hayatının önde gelen isimlerinden Sezai Ömer Madra’nın kızıydı. 1950 senesinde Necdet Kent’le evlenerek New York’a taşındı. Tanınmış bir ressam ve seramik sanatçısıydı Sevim Kent. Bu iki önemli ismin adını taşıyan kitaplığı, içindeki tarihle birlikte bulunan muhteşem kitapları ve bir o kadar muhteşem manzarayı görmek için Cunda’ya yolunuzun düşmesini beklemeyin, siz gidin. (Tel: 0 266 327 33 00) Musevileri soykırımdan koruyan diplomat C MY B C MY B Evet, Haşim İşcan Geçidi, çocukluğunu İstanbul’da geçirmiş herkes için özeldir. Hâlâ otobüs camından bisikletlerin büyüsüne kapılan küçük gözlerin ne kadar heyecanlandıklarını görmek de mümkün. Acarer de kitabın siftahını bu çocukluk hikâyesinden başlayarak yapmış. Ona göre İstanbul’da kafasını kaldırarak yürümeli insan, bastığı taşın altını da bilmeli. İşin içine gazeteciliğin verdiği tecrübe ve merakta katılınca bu kitabı yazmak kaçınılmaz olmuş. Acarer, cuma namazlarına gitmiş, simitçilerle sohbet etmiş, İstanbul’un deniz kenarlarında ruhunu dinlendirmiş, Süleymaniye’nin avlusunda oturup Çorlulu Ali Paşa’da nargilesini tüttürmüş. Yani, bir kent gezgini olarak hikâyeleri geçtikleri yerde kaleme almanın peşine düşmüş. Bu düşüş bir buçuk yılda tamamlanmış. Bu sürede mekan ve tarih ilişkisini yakalarken İstanbul’la kurduğu duygusal bağı da güçlendirmiş. Acarer aslında kitabında okuyucuyla da farklı bir bağ kuruyor. Çünkü konuşur gibi yazıyor. Dili rahat, tarihi anlatıyor, ama sıkıcı değil. Okuyucuyu karşısına alıyor ve başlıyor sohbete. Acarer ile konuşurken kitabı hazırlarken başından geçen, unutamadığı bir de anıyı anlatıyor. Anı da, anıya konu olan da epey ilginç. Biz önce kitaptan başlayalım. Taksim’deki Bolşevikler Acarer’in kitabında “Taksim’deki heykele dikkatli bakın, bolşevikleri göreceksiniz” başlığı altındaki hikâyede Taksim anıtının İtalyan heykeltıraş Pietro Canonica‘ya yaptırıldığı, heykeldeki figürlerin halkı, Kurtuluş Savaşı’nı ve elbette Mustafa Kemal‘i canlandırdığı yazıyor. Buraya kadar herkes aynı şeyi biliyor. Ama anıttaki Mustafa Kemal’in ardında Mihail Vasilyeviç Frunze ve Kliment Yefromoviç Voroşilov isimli iki Rus genaralinin olduğu herkesin bildiği bir şey değil. Kurtuluş Savaşı yıllarında en büyük desteği verdikleri için orada bulunan bu iki bolşevik asker, yıllardır Türkiye’deki gündemin ortağı ve şahidi Taksim Meydanı’nı selamlıyor. İşte Acarer de bir gün bu ayrıntıyı yakından görmek isterken polisin “Sen nereye bakıyorsun?” nidasıyla karşılaşıyor. Derdini anlatma hatasına da düşüyor. “O heykelde komünist yok!” uyarılarını aldıktan sonra da işin fazla büyüyeceğini anlayıp oradan ayrılıyor. İstanbul direniyor Kitaptaki ilginç hatırlatmalardan bir tanesi de Türkiye’nin ilk banka soygunu olarak tarihe geçen İş Bankası Kazlıçeşme vurgunu. Zaten daha sonradan Chevrolet tutkusuyla da anılan romantik gangster Necdet Elmas efsanesi o gün doğdu. Bankayı soyarken, paniğe kapılan bir banka müşterisinin; “Ben işçiyim, yatıracağım 480 lirayı alma!” yalvarışına, “Ben işçinin parasını almam. O parada alın teri var!” diyecek kadar da cüretkar olan Elmas’ın hikâyesi de okumaya değer. Hem Acarer’in yazar notu da manidar; Bu soygun ilkti, üzerinden nice banka soygunları geçti, üstelik silahlı da değildi, kravatla yapıldı”. Elbette, İstanbul gibi bir şehre dair yazmak kolay değil. Tarihi zengin, üç imparatorluk ve daha neler neler... Acarer de kitabı yazdığı ve ona bilgi topladığı sürede şimdiki gerçekliği kaybettiğini anlatıyor. Hatta yakınları bile bundan yakınmış. Kendi deyişiyle “kitabı başladığı yerde de bitirememiş”. Açtığı kapılar onu daha da derinlere çekmiş. Peki, Acarer kendini en çok nerede İstanbullu hissediyor? Yanıtlıyor; “Benim için İstanbul suriçidir. Orada kasvet vardır, huzur da ihtiras da... Galata’da özeldir benim için, Kuledibi mesela... İstanbul hâlâ çok bakir bir coğrafya. Sırlarını saklıyor. Genlerinde değişim var. Osmanlı harabelerinin altında Bizans, onun altında da daha niceleri saklı. Hangisi daha değerli bunu tartışamayız. Çünkü bu büyük bir tarih zenginliği ama son dönemde keyifsiz bir atmosfer ruhumuzu esir almış durumda. Şehir ise buna kendince direniyor”. Acarer İstanbulu; “İnönü Stadı’ndan gol sesi gelirken ezan sesi duyarsınız. İkisi birbirine karışır. Bir yandan da lodos eser, buram buram deniz kokar. İşte budur İstanbul” diye özetliyor. Benim de aklıma İstanbul’un farklı isimleri geliyor. Sanırım 30’dan fazla ismi var. Ben en çok Dersaadet’i seviyorum. Yani mutluluk kapısı anlamına gelenini. Diğer isimlerinin pek çoğu mutlulukla ilgili. Ama burası tek başına mutlu bir şehir değil, hatta ona hasret. Belki de bu yüzden isminde mutluluk taşıyor, onu özlüyor. Acarer de böyle düşünüyor, “İstanbul herkese farklı kapılar açar, aynı kapıdan başkası girse de farklı yere gider” diyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle