19 Kasım 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CUMARTESI 10 11/7/07 15:45 Page 1 CUMARTESİ EKİ 10 CMYK 10 14 TEMMUZ 2007 CUMARTESİ Osmanlı Neden Geri Kaldı? (IV) rih Ta Çağla yaşanan trajik Doğu toplumlarında kalkınamama, nesnel bir kader olmadığı gibi dış etken temelinde de aydınlatılamaz. Üstelik bu sorun, ERDOĞAN niye kalkınamadığımız AYDIN sorusu kadar demokratik dinamiklerimiz niye zayıf kaldı sorusunun da yanıtını içinde taşımaktadır. on birkaç haftadır belirginleştirmeye çalıştığım gibi merkezi despotik yapı, Osmanlının siyasalaskeri üstünlük sağlaması yanında, üretim ilişkilerini dondurarak geri kalışında da belirleyici olmuştur. Türkİslamcı yazında bu yapı, “aşiret aristokrasisi eğilimlerini bertaraf ederek dünya devleti kurabilme” nedeni olarak salt bir övünç vesilesi yapılagelmiştir. Oysa yerel yapılar ve ekonomik potansiyelleri ezen Osmanlı merkezi yapısı, halkı, beyliklerin baskılarından kurtarırken kendi otoritesinin daha ağır baskısı altına almıştır. Yani halk, sömürünün muhatabı olmaya devam ederken içte ve dıştaki hakimiyet savaşlarının aracı olarak da telef edilmiştir. Bu bağlamda savaşlar, tanrısal emirlerin yansıması olduğuna inanılan Osmanlı düzeninin (Nizamı Âlem) dünyaya egemen kılınmasının aracı olarak daha da kurumlaşmıştır. Dünün koşullarında da olumsuz bir işlev gören bu yapı, “Cihan Hâkimiyeti Mefkuresi” (ideali) olarak zihnimizde kutsandığı oranda, günümüzde de toplumsal kimliğimizi zehirleyen, bizi çağdaş değerlerle uyumsuzlaştıran, üretim ve hak eksenli bir bakış açısından uzaklaştıran bir işlev görmeye devam etmektedir. e ç uyumsuzluk SONUÇ S alanının genişliğinden başka hiçbir anlam taşımadığı, Türkmen halkın özgürlükleri, refahı, aydınlanması ve egemenliği gibi öğeleri en küçük anlamda içermediği özellikle anımsanmalı. Bu durumda, tarih boyunca ne çok cana ve despotizme neden olduğu bilinen otorite eksenli ‘birlikçilik’ sorgulanmalı. Üstelik bu yaklaşım, Senedi İttifak’ın, kurumlaşabilmesi halinde, çağdaş bir cumhuriyet yöneliminde bize nasıl olanaklar sunacağını da irdelemez. Oysa böylesi bir kurumsallaşma, hak ve özgürlükler açısından görece ileri, Osmanlı coğrafyasında yaşanan milli boğazlaşma mirasından görece uzak, üstelik çok daha geniş sınırlara sahip çok kültürlü bir cumhuriyete de pekâlâ ortam oluşturabilirdi. Kaldı ki Alman birliğinin ancak sınai temel üzerinde ve 1871’de sağlandığı ve bu çok geç birlikten dünyanın en gelişkin ülkelerinden birinin çıktığı anımsanırsa, ‘Türk birliği’ adına Osmanlı merkeziyetçi ve mutlakiyetçiliğine diyet borçlu olmadığımız da açıktır. hukuku kaidesi” (Sıddık Sami Onar) sayılabilecek olan Senedi İttifak, “büyük âyanın devlet iktidarını kontrol altına alma” anlaşmasıdır (H. İnalcık, age., s.343). ANLAŞMANIN İÇERİĞİ VE SONU İnalcık’ın özlü çözümlemesinden öğrendiğimiz gibi, yapılan bu anlaşma, düzenin yapısına dair bir dizi değişim getiriyordu: Öncelikle Sadrazamlık mevkiini bağlayan ve onu âyanın talepleriyle de sınırlayan niteliğiyle, sadrazamı “padişahın mutlak vekili olmaktan çıkarıyor”, dolayısıyla padişahın da mutlak otoritesini sınırlıyordu. İkincisi vergi oranlarının âyanla müzakere içinde saptanacağı, vergi ve asker toplamada hanedanların hak ve durumlarının Sarayın keyfiyetine karşı güvenceye alınacağı belirtiliyordu. Merkezin ve onu temsilen valilerin keyfiliğine karşı ‘halkın temsili ve korunması’ hakkını âyana veriyordu. Hanedanların egemenlik alanları merkeze karşı güvenceye alınırken, kendilerine bağlı küçük âyanlar üzerindeki egemenlikleri ve tüm bunların babadan oğula geçiş garantisi tasdik ediliyordu. Gerçi İnalcık, “..hanedanların fiilen kurulmuş feodal durumlarına daimi hukuki bir mahiyet kazandıran” bu son şartların, “modern devlet anlayışına aykırı bir cereyanı temsil ettiğini” (age., s.347) düşünmektedir. Ancak bu noktada, eğer modern devleti merkeziyetçiliğe indirgemeyeceksek, o dönem Osmanlının, zaten modern devlet formuna uygun düşmediği gerçeğini de anımsamalıyız. Dahası Avrupa’da hukuk ve modernleşmenin, tam da kral ile senyörler arasındaki dengelenmeden ürediğini de... Ancak Senedi İttifak, iktidar çatışmasını bitirmeyecekti. Merkez eski ayrıcalıklarından vazgeçmek istemiyor ve zayıf anında imzalamak zorunda kaldığı bu anlaşmayı da hazmedemiyordu. Osmanlının kanun, misak, yemin tanımaz siyaset geleneğinin güçsüzken ve savaş koşullarında kabul ettiği bu ilk “amme hukuku kaidesi”, II. Mahmut’un kendini güçlü hissedeceği ilk fırsatta, 1815’te lağvedilecekti. Rusya ile savaşın bitmesini takiben Saray, modern silahlarla donatılmış ordusunu âyanın üzerine salacak, “azil, mukataa çiftliklerinin müsaderesi, İstanbul’a ikamet zorunluluğu, mukavemet gösterdiklerinde te’dip ve idam etme suretiyle” onları tepeleyecekti. Ancak devşirme bürokrasinin bu yönelimi, merkezi FEODALLERİN MERKEZLE BİLEK GÜREŞİ Osmanlının en müstesna padişahı Fatih’in derebeyleri tasfiyesiyle ezilen feodalleşme, Celali isyanları sonrasındaki 200 yılda giderek yeniden belirginleşecektir. İç savaşlar ve dış yenilgiler yanında ekonomik performans düşüklüğüne bağlı olarak Osmanlı Sarayı, 18. yüzyıl ortalarından itibaren eski mutlak otoritesini fiilen yitirirken mahalli otoriteler (âyan ve hanedanlar) iyice güçlenip kurumlaşacaktı. Bu gelişimin sonucunda yerel otoriteler, nihayet 1808’de Saray’a Senedi İttifak anlaşmasını imzalatarak, kendilerine önemli avantajlar sağlayacaktı. Kuşkusuz yönetme tekelini elinden bırakmak istemeyen merkezi bürokrasinin, iktidar paylaşımına razı olması kolay değildi. Nitekim bu özgülde anlaşma, diğer tüm nedenler yanında Rusya ile yapılan savaşın hanedan askerlerine yaşamsal bir gereksinim yaratması ve Alemdar Mustafa Paşa’nın özel etkisi ile, yani zoraki kabul edilecektir. Dışarıda savaşlar sürerken, bir türlü tepelenemeyen ve denetlenemeyen hanedanlarla yaşanan gerilimler yüzünden Osmanlı parçalanmanın eşiğine gelmişti. İşte buradan hareketle, “İmparatorluk içinde birliği sağlamak, merkezin otoritesini iade etmek ve yeni bir ordu yaratmak zaruretinin” karşılanması amacıyla, âyanla anlaşma yoluna gidilecekti (Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu, s.344). Güvensizlik nedeniyle İstanbul’a büyük ordularla gelen âyan’ın, padişahın mutlak otoritesini hukuken sınırlayan Senedi İttifak’ı imzalatması, Osmanlı tarihinde önemli bir kilometre taşıdır. Çoğu devşirme kökenli de olsa, Celali isyanları sonrasında artık kapıkulu olmayan feodallerin, Senedi İttifak ile merkeze dayattıkları koşullar, âdeta Çandarlı’nın hal’liyle gömülen Osmanlı aristokrasisinin tekrar dirilmesiydi. Bu anlaşmayla Padişah, hukuken eşitler arası birinci konumuna indirgeniyor, düzenin yapısı ve iç dengeleri Avrupa’daki feodal yapılara benziyordu. Âyanın temsilcisi durumundaki Alemdar Mustafa Paşa döneminde imzalanan ve gerçekte Osmanlı Devleti’nde “ilk kamu güçlendirmek şeklindeki kendi kast çıkarlarının kısa vadeli çözümü dışında, İmparatorluğun hiçbir sorununu çözemeyecekti. Tam tersine iç savaşları ve çözülmeyi, dünyayla olan eşitsizliği ve bağımlılaşmayı arttıracaktı. Nitekim II. Mahmut’un, en kudretli âyan Tepedelenli Ali Paşa’ya karşı başlattığı saldırı başarıya ulaşacak, ama bu, Yunan isyanına, o da Mehmet Ali Paşa isyanına zemin hazırlayacak, onu 1838 Osmanlıİngiliz Serbest Ticaret Anlaşması izleyecekti. Özetle Sarayın uzlaşmaz otoritesini tahkim etme yönünde atılan her adım çözülmeyi daha da derinleştirecekti (Tıpkı Alman emperyalizmiyle ittifaktan faydalanarak eski egemenlik alanlarını tekrar ele geçirmek amacıyla başlattığı maceradan Sevr ile çıkmak zorunda kalınması gibi). SÜRECİ YENİDEN SORGULAMAK “Z. Gökalp Türkiye’de derebeylik devrinin, milletin hiç olmazsa bir kısmında Padişah’a karşı reaya ve kulluk hisleri yerine hürriyet ve asalet duygularını uyandırdığını ve bu zadeler devrinin halk hakimiyeti devrini hazırladığını iddia eder” diye yazan İnalcık, şöyle devam eder: “Mübalağalı görünmekle beraber, bu fikrin hakikat payı sakladığına şüphe yoktur. Gerçekten, II. Mahmut devrinde belli başlı âyanlar ortadan kaldırıldığı zaman, II. Mahmut’un mutlak ve merkezi otoritesine karşı koyabilecek hiçbir kuvvet kalmamış ve tam bir istibdat devri gelmiştir”. (age., s.347) Bu bağlamda sürecin, halkın hak ve özgürlükleri konusunda aynı nitelikte olan her iki tarafın sömürücü ve gerici niyetlerinden bağımsız bir soğukkanlılıkla çözümlenmesi gerek. Özetle Senedi İttifak’ın, tarafgirlik baskısından kurtularak, sonraki süreçte “imparatorluğun içtimaisiyasi yapısını değiştirecek bir hareketin temeli olabileceği” (age.) olasılığı boyutuyla irdelenmeye ihtiyacı var. İnalcık, “19. asırda nasıl ki Balkanlar’da Padişah’a tâbi Hıristiyan prenslikler meydana gelmişse, Anadolu’da da 14. asırda olduğu gibi bir takım yerli beylikler kurulabilirdi. Fakat bu durum, Anadolu’da Türk birliğinin zararına bir gelişim olacağından, merkeziyetçi ve mutlakiyetçi saltanatın bunu önleyen çabalarını bugün de olumlu bir hareket olarak görmekteyiz” (age., s.348) demektedir. Burada ‘Türk birliği’ denilen şeyin, devletin egemenlik 4 haftadır sürdürdüğüm irdelememi, Osmanlının çağıyla yaşadığı trajik uyumsuzluğa ilişkin birkaç durum saptamasıyla bitiriyorum: Osmanlı fetih eksenli merkezi yükseliş yaşarken Avrupa feodal yapının dönüşümü içinde Yeniçağa geçmektedir. Sonraki dönemde Osmanlı feodal çözülme yaşarken Avrupa kendi feodalitesini aşarak sınai bir merkezileşme yaşamaktadır. İmparatorluk çağının son zamandaş örnekleri olan Roma, Bizans, Sasani, Abbasi ve Selçukludan ayrımla Osmanlı, o imparatorlukların belki de en gelişmişi, ama geç kalmış bir örneğiydi. Kıyaslamalı bir yaklaşımla, klasik Osmanlı düzeni, feodal süreçlere oranla ‘adil’ bir yapı olmasına rağmen, dünya bağlamı içinde, yaşanan gelişme hızını kaçıran ve ulaşılan aşamalarda hep geç kalan bir ‘talihsizliği’ yaşamaktadır. Bundan dolayı imparatorluğu, dünya ölçeğinde ne denli heybetli olmuşsa, geç feodalizmi de o kadar zavallı olacaktır. İmparatorluğu heybetli olmuştur çünkü, diğer toplumlar üretimi artıran ve derinleştiren, bilimi, sanatı, fikri farklılaşmayı mümkün kılan bir toplumsal ilişkiyi feodal parçalanmışlık içinde varederken, Osmanlı devasa bir savaş makinesi olarak onları ezip topraklarına el koyabiliyordu. Buna karşılık onlar niteliksel bir gelişme sağlar ve giderek bu deve karşı esneklik ve egemenlik elde ederlerken, Osmanlı, dışarıda hareket kabiliyetini yitiren, içerde güvenli bir ekonomi ve siyasa yaratamayan, üstelik toprağın altından kaymakta olduğunun bilincine varamayan, hantal ve kof bir güce dönüşüyordu. Peki ama merkezi despotizm ile feodal beyliklerin sömürüsü arasında halk için üçüncü bir yol olamaz mıydı? Bu doğrultuda kolektivist veya halkçı çok fazla girişimin olduğunu biliyoruz. Abbasiler döneminde Karmati, Babek deneyimleri, Selçukluda Baba İshak, Osmanlıda Şeyh Bedrettin, Şahkulu, Kalender Çelebi, (Anadolulu) Şah İsmail vb. ayaklanmalarla devam eden bu halk muhalefetinin alternatif bir düzen arayışı olduğunu biliyoruz. Ancak o günün nesnel koşullarında böyle bir düzen üretme şansı ne yazık ki yoktu. Buna karşılık işaret ettiğimiz gibi bir başka gelişim olanağı mümkündü. Eğer Osmanlı ve öncelleri, dış talan avantajı ve bunu kutsayan cihat motivasyonuyla merkezi despotik yapılar olarak kurumlaşamasaydı, tıpkı Avrupa gibi bu coğrafya da giderek üretim eksenli bir dönüşüm yaşayacaktı. Özetle farklı bir yapılanma durumunda farklı bir gelişim çizgisi oluşacaktı. Aynı veya ayrı kimliklerden toplulukların birbirleriyle savaşları devam edecekti kuşkusuz. Ama bu savaşlar, Avrupa’daki gibi gelişim çizgisini etkilemeyecekti. Özetle Doğu toplumlarında kalkınamama, nesnel bir kader olmadığı gibi dış etken ekseninde de aydınlatılamaz. Üstelik bu sorun, niye kalkınamadığımız sorusu kadar demokratik dinamiklerimiz niye zayıf kaldı sorusunun da yanıtını içinde taşımaktadır. eaydin?cumhuriyet.com.tr S ergi Kadir Has’ta iki sergi Mevlana sergisi Kadir Has Üniversitesi Rezan Has Müzesi’nde eş zamanlı olarak açılan ‘Anadolu’da Pişen Toprak’ ve ‘Türk Resim Sanatı’nın Bir Asırlık Öyküsü’ 22 Temmuz’da sona eriyor. Gönül Paksoy’un İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne kayıtlı koleksiyonu’nun bir bölümünden oluşan ‘Anadolu’da Pişen Toprak’ sergisi, M.Ö 7000M.S 1500 tarihleri arasındaki 8 bin 500 yıllık döneme ait eserlerden oluşuyor. ‘Türk Resim Sanatı’nın Bir Asırlık Öyküsü’ adlı sergi ise Osman Hamdi Bey, Hoca Ali Rıza, Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Sabri Berkel gibi önemli ressamların eserlerinden oluşuyor. Sergiler kapsamında 19. yüzyıldan 20. yüzyıla uzanan Türk resim geleneğinin karakteristik örneklerini bir arada görmek mümkün. (Tel: 0 212 533 65 32) Ayasofya Müzesi’nde Mevlana yılı etkinlikleri kapsamında Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü tarafından düzenlenen ‘Aşk Ocağında Can Olmakİnsanlığın Mirası: Mevlana Celaleddini Rumi’ adlı sergi, 12 Ağustos’ta sona eriyor. Sergide, Mevlana’nın, Ayasofya gibi dünyada eşine az rastlanır bir dinsel hoşgörü mekanı içinde daha iyi anlaşılması, yerli ve yabancı ziyaretçilere kültür zenginliğimizin yeniden hatırlatılması amaçlanıyor. Konya Mevlana Müzesi, Konya ve Ankara Etnografya Müzeleri, İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi, İstanbul Divan Edebiyatı Müzesi, Topkapı Sarayı Müzesi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yıldız Şehir Müzesi ve İstanbul Sadberk Hanım Müzesi’nden derlenen 200’ye yakın özgün eser sergileniyor. (Tel: 0 212 528 45 00) S ahne tozu Deliye Her Gün Bayram Geleneksel Türk Tiyatrosunun ustalarından Nejat Uygur’un yazıp yönettiği oyunun kadrosunda Uygur’un yanı sıra Volkan Saraçoğlu, Birol Engeler, Tuna Arman, Zeynep Yaldız, Nalan Gıdak, Aziz İzzet Biçici gibi başarılı oyuncular var. Oyunda, Avrupa’dan yeni dönmüş kızını ortağıyla evlendirmeye çalışan Kayserili bir kağıt tüccarının çevirdiği entrikalar, mizahi bir üslupla sahneleniyor. Oyun, 25 Temmuz tarihinde Enka Açıkhava Tiyatrosu’nda. (Tel: 0 212 276 22 14) Ben Eskiden Küçüktüm Ali Poyrazoğlu’nun yazıp yönettiği ve başrolünü oynadığı ‘Ben Eskiden Küçüktüm’ bu yıl da tiyatroseverlerle buluşmaya devam ediyor. Palyaçoların, kuklaların, canlı müziğin ve dansın içiçe geçtiği güldürü, bir tiyatronun, perdesi, dekoru, kostümleri, anıları, kulise asılmış tiradları ve sahne tozu ile açık artırmaya çıkarılışının öyküsünü anlatıyor. İzleyicisine hayal gücünün en büyük zenginlik olduğunu hatırlatan ‘Ben Eskiden Küçüktüm’, seyircilerini hayaller ülkesinde bir yolculuğa davet ediyor. Ali Poyrazoğlu, Özdemir Çiftçioğlu, Berrak Kuş, Eser Ali, Onur Şeniy, Richard Lanieps, Murat Ilgar, Korhan Aydın, Cankat Esen ve Oylum Karakaş’ın oynadığı oyun, 20 ve 27 Temmuz tarihlerinde Magic Life Bodrum’da tiyatroseverlerle buluşacak. (Tel: 0 252 391 80 01) Antigone sahnede Yıldız Teknik Üniversitesi oyuncuları Sofokles’in başyapıtı Antigone’yi sahneye koyuyor. Oyun, Sofokles’in yaptığı gibi 15 kişilik bir koro, maskeler ve Antik Tiyatrolara uygun bir oyunculuk tekniği ile Antik Yunan’daki sahneleme biçiminde sahneleniyor. Oyun, Thebai şehrinde geçiyor ve kralın buyruğuna karşı gelerek diri diri gömülmesi emredilen Antigone’nin başından geçenleri konu alıyor. Oyun, 15 Temmuz tarihinde Foça Yeni Park’ta. Acar’ın Yakın Seçki’si Toprak Sanat Galerisi’nin yaz sergileri programı dahilinde, Bodrum Princess Deluxe Resort &Spa Otel’de açılan, İsmail Acar’ın ‘Yakın Seçki’ isimli sergisi, 30 adet tuval üzeri yağlı boya ve toz pastel resimden oluşuyor. 1993 yılından bu yana resimle uğraşan İsmail Acar’ın, bugüne kadar açtığı 55 kişisel serginin yanı sıra 47 ülkede müze, koleksiyon ve galerilerde eserleri bulunuyor. Sergi, 30 Temmuz’a dek görülebilir. (Tel: 0 252 311 01 50) RİFAT MUTLU rifatmutlu?gmail.com
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle