22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 UĞUR MUMCU’YU ANIYORUZ 24 OCAK 2015 CUMARTESİ Öldürülen gazetecilere ağıt FİKRET İLKİZ Biz; “ölümsüz” Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, Metin Göktepe ve Hrant Dink niçin öldürüldü biliyoruz. zeteciyi gözümüzün önünde kalleşçe arkasından üç kurşunla vurdular. Gazeteci yüzü toprağa dönük yere düştü. Topraktan geldi, toprak oldu. Yaşam hakkı ihlal edilmiş kardeşimizin alçakça işlenmiş cinayetle aramızdan koparılmasının ardından beklentimizi gerçekleştirecek olan hangi hukuk, hangi dava ve acaba hangi adalettir? “Adaletimiz utansın!”  diyebilir miyiz?  Diyebilirdik belki, ama utanılacak adalette, utanacak yüz mü kaldı? Mumcu’nun son yazısı Yüce Divan’lık bakanlardı! AHMET TAN Talihe ve tarihe bakar mısınız? Uğur Mumcu’nun değil,Türkiye’ninkine! Öldürüldüğü 24 Ocak 1993 günkü “son” yazısı, Yüce Divan’lık olan iki sayın bakanla ilgiliydi. 22 yıl geçti. “Türkiye pek değişmedi!” diyemeyiz! Değişti. Bakanların sayısı ikiye katlandı!..Ve daha da kötüsü oldu. O gün ANAP’lı bakanların Yüce Divan’a gönderilmesini TBMM önlemedi. Ama bu kez TBMM (daha doğrusu iktidar), (suçüstü kanıtlarına rağmen) AKP’li bakanları Yüce Divan’dan kaçırdı. Mumcu yaşasaydı bu 24 Ocak’ta da büyük olasılıkla yine Yüce Divan yazacaktı. Çünkü, o son yazısında da dediği gibi “Gazetecinin görevi güncel olayları yazmaktır.” 1993 yılına girerken güncel olan konu “Yolsuz Bakanlar” dı. Yıl 2015 oldu. Konumuz hâlâ yolsuz ve uğursuz bakanlar. Hem de sayıları ikiye katlandı. Bunda belki Türkiye’nin “Uğursuz” kalmasının da payı da var. Halkımız bir türlü “SiyasetTicaretTarikat” kıskacından kurtulamıyor. Uzatmayalım. Belki biraz da onun gazeteciliğinden ve dostluğundan söz etmek gerek. 1974’te birlikte, Anka Ajansı’ndaydık. Cumhuriyet’e geçince bendenizi de önermiş. 1989’da Ankara Temsilcisi olmamı Nadir Nadi’ye, İlhan Selçuk’a salık veren de oydu. Ankara’da muhabir arkadaşların bazı özel ve önemli haberlerini İstanbul’da yazı işleri yeterince önemsemez veya bekletirdi. Mumcu yazısını üstelik önemini de vurgalayarak sözkonusu haberlere ayrınca, gazete o haberi kullanmak zorunda kalırdı. Muhabirlerle birlikte çalışırdı. Onun için haber ve köşe yazısı bir bütündü. Her biri sağlam bir savcılık iddianamesi belgeli kanıtlı olan ve sonradan 40 ciltte toplanan yazılarını böyle yarattı. Cinayetler gözümüzün önünde işlendi… Dört gazeteci seçtim ve onların öldürülmesi üzerine kurulu yaşamımızdan bize kalan utancımızdan geriye ne kaldı? Gazeteci Uğur Mumcu, “istisnaydı”. Yazdıkları hep “olay”dı. Gazeteci gibi gazeteciydi, hukukçuydu. 24 Ocak 1993 günü C4 patlayıcıları ile havaya uçurulduktan sonra onu tanıyanların ve yazılarını okuyanların dışında, onu tanımayan, bilmeyen herkes Uğur Mumcu’yu, “gazeteciyi” tanıdı. Ölümle tanışık yaşayanların, faili meçhul siyasal cinayetleri sorgulayanların sayısı çoğaldı. Gazeteci Uğur Mumcu hukukla harmanladığı yazılarıyla kaleminin ucunu sivriltmeyi çok iyi bilirdi. Yargılandığı davalarda kalemin ucu kendisine batacak olan yargıçlar bile büyük bir hayranlıkla dinlerlerdi, dinleyiciler, savcılar ve avukatlarda… Hukuk; işlenen cinayeti çözemedi. Katiller bulundu gibi yapıldı ama bulunamadı. Katiller hep kazandı. Uğur Mumcu’nun ve gazeteci cinayetlerinin failleri meçhul kaldı. Yapamadıklarımız hepimizin sorumluluğu Cinayetler aydınlanmadı Şaka… ERBİL TUŞALP Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğrenciler tarafından yayımlanan bir dergimiz vardı: Ceridei Kantar. O zamanlar kıdemli hocalara ordinaryüs profesör unvanı verilirdi. Son sınıfta beklemeli olan Uğur Mumcu, Ceridei Kantar’daki yazısına “Ordinaryüs talebe Uğur Mumcu” diye imza atmıştı. Bu niteleme 50 yıl önce beni pek güldürmüştü. Uğur’un mizah gücü zekası kadar keskindi. 22 yıl geçti onu yitireli ama ne zaman Uğur Mumcu aklıma düşse, o hain saldırının içimdeki sızısı bile gülümsememe engel olamaz. O kıvrak zekâsı ve dilimizi çok iyi kullanmanın verdiği cinaslı sözleri ile yaptığı hınzırca espriler hâlâ kulaklarımda.. Bir idare hukuku hocamız vardı, mezun olduktan sonra aynı kürsüde asistanlık yaptığı.. 12 Mart darbesinden sonra korkup siyasi duruşunda fırıldak gibi döndüğü için onu kalemine dolamıştı. Özellikle de bu hocanın 12 Mart darbesinden önce yapılan bir toplantıya katıldığı halde, darbeden sonra mahkemede ‘Toplantıya katıldım ama o gün ishal olduğumdan tuvaletteydim, neler konuşulduğunu duyamadım” diye ifade vermesi ile eğlenirdi. Mahkeme zabıtları Resmi Gazete’de yayımlandığı için, ona “İshalini Resmi Gazete’ye geçiren hoca” diye isim takmıştı. 12 Eylül darbesinden önce birlikte görüştüğümüz ‘Kültür Bakanlığı benim!’ Düş kurmak yasak değil nasılsa… Her 24 Ocak’ta aklıma takılır. Örneğin; ortaya çıksa “Beni öldüren kim?” diye sorsa derim. Oturur düş kurarım. Dosyalar açılsa; sanıkları, tanıkları, savcıları, yargıçları, askerleri, polisleri toplansa. Tetiği çekenler, tetiği çektirenler yeni baştan yargılansa. Devlet itiraf etse, pişmanlık duysa, af dilese… Düzmece ifadelerle, işkenceli ikrarlarla, adil olmayan yargılamalarla ülkenin kendi çocuklarına, genç insanlarına, aydınlarına, bilim adamlarına, işçilerine, emekçilerine, Türklerine, Kürtlerine yaşattığı zor günlerin bedelini ödese. Düşe düşler eklense. Edebiyat dev bir romanla süslense mesela. Yok satsa. Arkasından senaryosu yazılsa, tam yedi saatlik film yapılsa. Sinemalar dolup taşsa. Benimki düş, olacak iş değil. Şunun şurasında romandan sinemadan konuşuyoruz. O da /onlar da elbette ortaya çıkmadı, çıkmayacak. Ama işte tam burada bir tuhaflık var: Söylemesi zor ama işin doğrusu “onu/ onları kim öldürdü?” diye soran da araştıran da olmadı. Olmadı çünkü sormak ve araştırmak için bedel ödemek gerekiyordu. Ölüm yıldönümlerinde toplanıldı. Toprağına karanfil ve gül atıldı. Aslında şeriat yanlılarının faşist sürülere karıştığı yakmalı/ yıkmalı/ öldürmeli yıllarda her şey herkesin gözünün önünde olduğundan kime ne sorulacaktı ki? Örneğin Muammer Hocanın (Aksoy) kurşunlanmasından sonra Uğur “Devlet İslami hareket adına uçlarına susturucu takılmış silahlarla cinayet işleyen çetelere karşı bu kadar çaresiz midir?” diye sordu.. Yetinmedi “Devletin görevi bu gibi cinayetlerin kanıtını bulmak değil midir?” diye yeniden sordu. Binlerce, yüz binlerce kez sordu. Sordu da ne oldu? Hayat ve siyaset süreç içinde birçok kez devletin çetelere karşı çaresizliğini ve de işbirliğini kanıtladı. Kanıtlamadı mı? Uğur Mumcu’nun yaşarken sorduğu soruların yanıtları çeyrek yüzyıl sonra bir yaşam biçimi oldu. Olmadı mı? Evet, Türkiye değişiyor dönüşüyor, artık silahların ucuna susturucu takılmıyor. Devlet artık kanıt bulmuyor, kanıt uyduruyor. Sevgili Uğur’un bir tek sorusu yanıtsız kaldı. “Devlet dediğimiz şu büyük aygıta takılan başka susturucular var da, biz mi bilmiyoruz?” sorusunun yanıtı canının bedeli oldu. Onu sevenler ve sevmeyenler hepimiz, herkes onun yaşarken katillerinin peşine düştüğünü biliyordu. Bence o da biliyordu. Şaka yaptı söylemedi. Şaka yapmayı çok severdi. Bir gün arabasına arkasından çarpan sürücü “ Ben sizin okurunuzum ” deyince “Okuma kardeşim; okuma da çarpma da” dediğinde yanındaydım. Uzun uzun gülmüştük. “Ne yaptın abi” demiştim. “Şaka yaptım” demişti. Cinayetin ardından neler söylenmişti, anımsayın. Cinayet aydınlanacaktı... Bilgi sahibi olacaktık. Siyasal cinayetlerden kimlerin sorumlu olduğunu ve tetiği çekenlere emir verenlerin kimler olduğunu bilecektik. Yaşamımız bu coğrafya ve bu topraklar üzerinde bilinmeyen ne varsa bilinir olacaktı. Gerçekleri öğrenecektik. Bize böyle söylediler. Politikacılar ve Devlet yöneticileri böyle söyledi. Yargı böyle söyledi. Zihniyet ve gerçekler değişmedi. Dün bilmiyorduk, bugün de gerçekleri bilmiyoruz. Cinayetler, aydınlanmadı... Öldürülen Gazeteci Uğur Mumcu, kendisi öldürülmeden önce öldürülen gazetecinin ölümünü sorguladı. Uğur Mumcu, gazetesinde “Ölümsüz” başlıklı bir yazı yazmış ve 1 Şubat 1979’da öldürülen gazeteci Abdi İpekçi’nin cinayetini şöyle sorgulamıştı: “Çağımızda kahramanlar, kılıçlarıyla değil, kalemleriyle yüceleşiyor. Abdi İpekçi için akan gözyaşlarının yüreklerdeki kin tohumlarını kurutmasını diliyorum. Biz yazarlar, böyle günlerde, kalemlerimizden dökülen gözyaşlarımızı satırlarımızın arasına saklamak, acılarımızı gizlemek zorundayız. Bugünleri, acılarla, kan ve gözyaşıyla yaşıyoruz. Yarınların özgürce yaşanması için... “Abdi İpekçi niçin öldü?” diye sormayın. Yarınlar için, yarınların özgürce yaşanması için öldü” (5 Şubat 1979 Cumhuriyet) 1999 yılında  TGC tarafından düzenlenen toplantıda kızı Nüket İzet İpekçi suskunluğunu Geleceğimiz cinayet ve kan üzerinden üretilen politikalara emanet edilmiş durumda... Bu yüzden bizler “istisnalar” olalım. İstisnalar çoğalsın. Hangi gazetecinin onurlu yaşamında kendinizden bir parça görüyorsanız, siz seçin. Bizlerin cesareti, katillerin korkusu olsun. bozmuş “katilleri” kutlamıştı. “Ne kadar aciz, ne kadar çaresiz ve ne kadar azız aslında. Cinayet işleyen güç karşısında ne kadar dağınık, kopuk ve soyut duruyoruz. Katillerin sergiledikleri dayanışmadan, süreklilikten ne kadar da uzaktayız. Onlar her gün, her an yıllardır büyük bir çaba ve dayanışma içindeyken, biz sadece, ölüm yıldönümlerinde, ölüm haftalarında bir araya gelip bu meselelerden söz ediyoruz” (Cumhuriyet Dergi. 7.2.1999 Sayı 672). Nüket İzet İpekçi’nin toplantıdaki bu sözlerini kaç kişi anımsıyor? “Katiller kazandı. Biz kaybettik. Kutlu Olsun..” demişti. Doğru söylemişti. Yıllardır katiller kazanıyor. Hep kaybediyoruz... Bizler ne yaptık? Ağıt yaktık. Başka... Başka ne yaptık? Yapmadıklarımız, aslında hepimizin sorumluluğu değil midir? Hrant Dink cinayetini hepimiz gördük. Ga Biz, gerçekleri biliyoruz... Biz, cinayetleri gördük... Biz, cinayetler üzerinden politika yapmıyoruz. Öldürülen gazetecilerin “kalemlerinden dökülenlere” karıştırdığımız gözyaşlarımızı onların yazılarındaki satırlar arasına saklıyoruz. Kendi gerçeklerimizle kuracağımız yarınların özgürce yaşanması için kin tohumlarını; öldürülen bizim gazetecilerimiz için döktüğümüz gözyaşlarımızla kurutmaya çalışıyoruz. Çünkü biz; “ölümsüz” Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, Metin Göktepe ve Hrant Dink niçin öldürüldü biliyoruz. Aydınlanmamış kötü lükler üzerinden iyiyi istemek tek başına yetmiyor. Türkiye’nin sorunu aydınlanma sorunudur. Bilinmezler içinde olan cinayetlere bakılarak siyaset yapılmaz ve gelecek, cinayetler üzerine kurulamaz. Gazetecilerin öldürülmelerinin hemen sonrasında, ne Başbakanlar, ne Adalet Bakanları, ne de İçişleri Bakanları, etik bir anlayışla istifa ederek devlet görevlerinden ayrılmadılar. İstifa edip çekip gitmediler. Tam aksine; bu topraklar üzerinde işlenen cinayetler üzerinden siyaset yaparak politikalarını sürdürmeyi seçtiler ve biz de bu politikaların eleştiricileri ve hatta sürekli eleştiricileri olmaktan öteye geçmedik, geçemedik. Bu yüzden; geleceğimiz cinayet ve kan üzerinden üretilen politikalara emanet edilmiş durumda.. Yazgımız ve geleceğimiz “ölümlere” ve faili meçhul siyasal cinayetlere ipotekli... Yaşamı ve onurlu gazeteciliği seçin. Çok şükür sayıları az da olsa gazeteci gibi gazeteci olanlardan olun. Onlar varlar ve yaşıyorlar... İstisna olun. Bizler “istisnalar” olalım. İstisnalar çoğalsın. Hangisini isterseniz seçin. Hangi gazetecinin onurlu yaşamında kendinizden bir parça görüyorsanız, siz seçin... Yaşamayı istediğiniz yaşamı seçer gibi! Bizlerin cesareti, katillerin korkusu olsun. İstisnalar var ama zaten onlar gibi “gazeteciler” yok artık. Ağaçlar ayakta ve artık günümüzde bazı gazeteciler de; yaşarken ölüyorlar zaten... Ordinaryüs talebe Uğur Mumcu FÜSUN ÖZBİLGEN CHP’li bir bakanın Kenan Evren için; “CHP’nin ordu içinde bulacağı en iyi generali bulduk ve Genel kurmay Başkanlığı’na getirdik” demesini 12 Eylül darbesinden sonra öylesine gırgıra almıştı ki, o vahim askeri idare günlerinde bile gülmekten yerlere yatmıştık. “Kenan Evren’i bulmuş! Adam özel kaleminde darbe planlıyor haberi yok!” diye hem kendi gülüyor hem bizi güldürüyordu. CELAL ÜSTER Sakıncalı Piyade Uğur ile Hukuk Fakültesi’nden sonra yollarımız Ankara’da ANKA Ajansı’nda kesişti. İkimiz de 12 Mart askeri darbesinin sillesini yemiştik. O ayrıca sakıncalı diye, askerliğini de piyade eri olarak yapmıştı. Sonra askerliğini öyküye ve tiyatro oyununa dönüştürdü ve sahnelenen bu oyun yıllarca herkesi güldürdü. ANKA Ajansı’ndaki masasının üstüne “yolsuzluk masası” diye bir yazı koymuş o günlerin yolsuzluklarını yazıyordu. Yahya Demirel’in mobilya sunta yolsuzluğu dosyasına ben de Yahya Demirel ile özel bir röportaj patlatarak konuya dahil olmuştum. Daha sonra Cumhuriyet’te uzun yıllar birlikte çalıştık. Cumhuriyet’teki kırılma yaşandığında, beni bir iş için gittiğim Sarıgerme’de bulup “hemen İstanbul’a gel” diye çağıran da Uğur’du. Yuvaya dönüşte Milliyet’teki köşesini bırakıp Cumhuriyet’e koşan da.. Kıvrak bir zekâ. Bilgisayar gibi bir hafıza. Müthiş bir çalışma aşkı. Büyük bir mizah gücü. Dürüstlük. Doğruluk. Bükülmeyen bir irade. İshal Resmi Gazete’de 12 Mart faşist askeri diktatörlüğü döneminde, Mamak Askeri Cezaevinde Uğur Mumcu ile kısa bir süre aynı koğuşu paylaşmıştım. Mumcu, kaldığı küçük odada çaya çağırmıştı birkaçımızı. Çaylarımızı yudumlayıp asker sigaralarımızı tellendirirken, birden cezaevinin üstünden büyük bir gürültüyle jetler geçti. N’oluyor demeye kalmadı, Mumcu oturduğu tabureden ayağa fırladı, “Kültür Bakanlığı benim!” deyiverdi. Diyeceğim, Cezaevi Komutanı Albay Kemal Saldıraner ve doktor yüzbaşı Metin Denli yönetiminde tam bir işkencehaneye dönüştürülen Mamak Cezaevi’nde bile, mizah duyarlığını zerre kadar yitirmeyen bir insandı Uğur Mumcu...  C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle