Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
16 AĞUSTOS 2011 SALI SAYFA 4 17 Ağustos 1999 depreminde on binlerce kişi canından, yüz binlercesi sevdiklerinde olmuştu Buruk bir tortudan geriye kalanlar! Yrd. Doç. Dr. CEMALETTİN DÖNMEZ İYTE Mühendislik Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümü C DEPREM ÖZEL EKİ 12 yıl önce bugün Türkiye bir kez daha yer hareketi kaynaklı büyük bir acıyla karşılaştı. 17 Ağustos 1999 günü on binlerce yurttaşımız canından, yüz binlercesi sevdiklerinden ve yılların emeğinden oldular. Bugün ateşin düştüğü yerdeki insanlarımızın yüreğindeki yara izleri dışında içimizde buruk bir tortudan başka bir şey kaldı mı? Geçen süre zarfında yer kabuğu olağan hareketini sürdürmeye ve yeni depremler oluşturmaya devam etti ve ne yazık ki birbirinin ardı sıra Düzce 1999, Bingöl 2003, Seferihisar 2005, Doğubeyazıt 2007, Elazığ 2010 ve Simav 2011 depremleri çeşitli seviyelerde can ve mal kayıplarına sebep oldu. 2001 yılında yapılan bir çalışmaya göre son altmış yıl içinde ülkemizde depremlerde 530 000 konut kaybedilmişi. Çalışma sonrası geçen on yılda bu sayıyı 550 000’e yuvarlayıp, kabaca bir hesap yaparsak yılda ortalama 7500 konutu kaybedildiği gerçeği ortaya çıkıyor. Hane başına dört kişi hesabı ile doğrudan yıkımdan etkilenen nüfus her yıl 30 000 kişi, kısaca her yıl orta büyüklükte bir ilçeyi barındırabilecek yapı ve altyapıyı deprem afeti sebebiyle kaybediyoruz. Bu basit hesapla bile ne boyutta bir afetle ile karşı karşıya olunduğu öyle uzun uzadıya araştırmaların sonucunu beklemeyi gerektirmeyecek kadar açıktır. Bugüne ve geçmişe bakarak geleceği hakkında organizasyon yapabilme kapasitesine sahip bir insan topluluğu bu boyutta kayba sebep olan bir afet ile ilgili neler yapar? Felsefik olarak herhangi bir sorunun çözümü; kaynağın tanımı, çözüm önerilerinin ortaya konulması, uygulama ve geri besleme şeklindedir. Deprem sorununa farklı yaklaşmayı gerektirecek bir veri yoktur. Depremlerde oluşan büyük boyuttaki kaybın ana sebebi deprem taleplerini karşılamayan yapılaşmadır. Kaybın sebebi yer hareketinin kendisi değildir. Eğer yapılaşma olmasaydı yer çatlağının olduğu sınırlı bölge hariç hiçbir kayıp yaşanmazdı. Asıl sorun yapılaşmanın uygunluğudur. Peki, uygun yapılaşma ne demektir? Bu soru Depremle yaşamak... Ulutaş: İyi bildiğimiz bir gerçek varsa, o da depremlerin tekrar yaşanacak olduğudur. Bu gerçek karşısında yapılması gereken önlem almaktır EYLEM ULUTAŞ IMO İzmir Şube Sekreteri / İnş. Müh. nun cevabı o kadar basit olmasa da cevaplanamayacak bir soru değildir. Deprem afetine karşı hazırlığı iyi olan toplumların sayısız defalar ispat ettiği üzere “uygun” yapılaşma mümkündür. Ülkemizdeki teknik bilgi birikimi, fırsat verilip ve disiplinli bir biçimde uygulanabilse “uygun” yapılaşmayı sağlayacak kapasiteye sahiptir. Depremlere karşı “uygun” yapılaşmayı kurabilmek (aslında genel olarak sağlıklı yapılaşmayı kurabilmek) çok sayıda bileşeni olan karmaşık bir süreçtir. Depremler doğası gereği yapıların rengiyle, parlaklığıyla, kullanışlı olup olmamasıyla, fiyatıyla ilgilenmeyip doğrudan yapıdaki kütle rigitlik ilişkisi üzerinden talep belirlediğinden, depreme karşı uygun yapılaşmada baş aktör yapıyı tasarlayan mühendistir. Ama ülkemizde yapılaşma konusunda mühendis ne yazık ki çoğunlukla olarak alt rollere razı edilmekte ve baş rollerde rant peşindeki çıkar grupları, mimarlar ve bazende inşaat “ustaları” rol almaktadır. Ne yazık ki burada müşteri pozisyonundaki halkımız ise tipik olarak bütün korkusuna rağmen konu hakkındaki bilgisizliği sebebiyle sahip olduğu mali güce göre ucuzlukla albenilik arasında bir denge üzerinden kararını vermektedir. Başrollerdeki oyuncuların deprem tasarımı konusundaki bilgileri her depremde sınava sokulmakta ve ne yazık ki bugüne kadar geçer not alamamaktadır. Yine de bu yazının devamında iğneyi kendimize çuvaldızı başkalarına batıralım diyerek inşaat mühendisi kaynaklı sorunlar ve çözümleri üzerine kafa yorulacaktır. Mevcut yapı imalat sistemimizde yapılarımızın yarısından fazlası ruhsatsız yapılmaktadır ve ruhsatsızlık temelde kuralsız yapılaşma olarak anlaşılmalıdır. Ruhsatsız yapılaşmada zaman zaman mühendisler yer alsa da bu yapılar asıl olarak inşaat “ustaları” tarafından yapılırlar. Tipik olarak az katlı yapılar olmakla beraber inşaat aktivitesinin oldukça büyük bir kısmını ifade ederler. Bu noktada bir tespit ve ayrım yapılması çok faydalı olacaktır. Uygun yapılaşmayı sağlayacak belirli geometrik ve malzeme uygunluklarının sağlanması şartıyla zaten fiilen yürümekte olan mühendis harici şahıslar tarafından yapılan yapılaşmaya izin verilebilir. Burada talep edilecek şartlar kullanım ve mimariyi bir ölçüde etkileyecek olmakla beraber mevcut durumumuzda mimari açıdan başarımıza bakarak sınırlama getirmenin çokta zararlı olmayacağı görülebilir. Benzer bir uygu lama sınırlı kat adedi ve kullanım alanındaki yapılar için Japonya’da kullanılmaktadır. da aleni sırlardan olup pratikte çeşitli sebeplerle “gözardı” edilen konulardır. Yapının simetrik bir taşıyıcı sisteme sahip olması, yapının her iki yönünde ayrı ayrı toplam döşeme alanının belirli oranında taşıyıcı kesit sağlanması, döşemede sistemin etkinliğini azaltacak yırtık ve çıkıntılara izin verilmemesi, kat yükseklikleri ve açıklıkların belirli sınırlar içinde olması, imalat detaylarının belirli bir standartta olması vb.dir. Bu sınırlamalara uyulması durumunda, zaten fiili bir durum olan, inşaat mühendisinin doğrudan planlama ve imalatta olmadığı imalat kabul edilebilir. İşin püf noktası planlama ve imalatın istenen şartlardan hiç bir şekilde sapma olmadan yapılmasını sağlayacak kontrol sisteminin kurulmasıdır. Böylesi bir yaklaşımla ülkedeki yapılaşmanın yarısı otomatiğe bağlanabilir. Geri kalan yarısı için ise mevcut halinde yoğun şekilde aksadığı depremler tarafından sayısız defalar ispat edilen sistem terkedilerek sorumlu teknik personelin çıkar grupları karşısında elinin yasal ve teknik olarak kuvvetlendirilip “hayır” diye A LENİ SIRLAR... Böylesi bir uygulama için gereken şartlar aslın bilme kapasitesine ulaştığı bir düzenlemeye gidilmelidir. Öncelikli olarak sadece konuya hâkim inşaat mühendislerinin “karar verici” olabilmelerinin yolu açılmalıdır. Mevcut sistemimizde yasa gereği 4 yıllık bir inşaat mühendisliği bölümünü bitiren bir öğrenci diplomayı aldığı günden itibaren sınırsız yetkilerle donatılarak her türlü yapıyı tasarım ve imal etme yetkisine ulaşmaktadır. Yine aleni gizli bir bilgi olarak dört yıllık lisans mezunu bir mühendisin eğer yeterli alt yapıya sahipse ve eğitici bir ortam bulabilmesi durumunda gerçekten kendine verilen yetkileri kullanabilir hale gelmesi 5 ila 10 yıl almaktadır. Son yıllardaki “üniversiteleşme” kampanyası ile sayıları 10 yılda ikiye katlanan inşaat mühendisliği bölümlerinin kaç adet yeterli alt yapıya sahip inşaat mühendisi yetiştirebildiği ve kaç yeni mezunun kendini yetiştirebildiği bir iş ortamına girebildiği araştırmaya değer konulardır. Söz konusu fiili durumun üzerine ülkede yapılaşmanın en kolay rant kapısı olduğu ve inşaat mühendislerininde geçimlerini sağlamak zorunda kalan insanlar oldukları gerçeği ortaya konulduğunda çıkar grupları karşısında mühendislerin çok büyük bir kısmının ne pozisyonda olduğu açıklık kazanacaktır. Bu kısır döngüyü kırmanın bir yolu yeni mezunların elinden mezun olduğu gün verilen sınırsız yetki kapasitesini alıp ancak “yetkinliklerini” ispat etmeleri üzerine yetki verilmesinin yolunun açılmasıdır. Önerilen aslında yeni bir yöntem değildir. Amerika Birleşik Devletleri’nde benzer bir uygulama çok uzun süredir yürürlüktedir. Ülkemizde İnşaat Mühendisleri Odasının konu üzerine girişimleri olmuş, başlangıç amacıyla sınırlı sertifika bazlı bir uygulama kurulmaya çalışmışsa da dar görüşlü bir grubun başı çekmesiyle yasa engeline çarpmıştır. Amerika’daki uygulamada mühendisler mezun olduktan sonra belirli süre tecrübe kazanımı üzerine yazılı sınavlara alınarak kendilerini ispat etmeleri talep edilmektedir. Her ne kadar merkezi bir sınav görüntüsü verse de böylesi bir sınav yükten boğulmuş durumdaki ÖSYM yerine ancak konuda uzman meslek erbabı ve akademisyenlerin oluşturduğu bir komisyon (meslek kuruluşları ve üniversiteler) marifetiyle yürütülebilir. Mühendislerin ancak yetkinlik belgesi ile tasarımlarda karar verici hale gelmeleri ile fiili durum olan yeni mezun mühendislere rayicinin çok cüzi değerine proje yaptırmanın önüne geçilecektir. Ne yazık ki söz konusu projelerin çok büyük bir bölümü yeni mezun mühendislerin gerçekte nasıl işlediklerini dahi bilmediklere tasarım programlarına bir gecede besledikleri verilerle sonuçlara dahi bakılmadan imalat paftalarının üretildiği “oldubitti” projelerdir. Yapılan eylemin ahlaki sorumluluğu bir yana böyle bir çalışma şekliyle bir mühendisin kendini geliştirme şansıda yoktur. Ancak yetkinliğini ispatlamış bir mühendis ulaştığı olgunluk seviyesi, özgüven ve bilgi birikimi sayesinde depreme karşı tasarım tekniğini aşındırıcı etkilere karşı koruyabilecektir. Yapıların taşıyıcı kısımları hakkında kararın yetkin mühendisler tarafından veriliyor olması doğru yolda atılmış bir adım olmakla birlikte sadece ilk adımdır. Depreme karşı tasarım teknik olmazsa olmaz fakat sadece teknik bir konu değildir. Depremin oluşturduğu yoğun talep sebebi ile alınan kararlar yeri geldiğinde mimari ve mali açıdan zorlayıcı olacağından yeterli teknik bilginin uygulamaya girebilmesi için hukuki ve finansal yapılar kurulmalıdır. Teknik kararların rant ve bazende kullanım ve estetik baskısı altında ezilmemesinin yasal ve pratik yolları bulunmalıdır. Aksi takdirde gittiğimiz yolda gitmeye devam ederek gittiğimiz yere gideceğiz. 17 Ağustos 2011 saat 03.02 olduğunda, 12 yıl önce yaşadığımız depremdeki kayıplarımızı anıp, duygusal anlar yaşayacağız yine. Hele bir de Marmara Depreminin etkilerinin görüldüğü bölgedeysek ve o depremi yaşadıysak, daha yoğun hissedeceğimiz duygularımız nedeniyle birkaç gün etkisinde kalacağız depremin. İyi bildiğimiz bir gerçek varsa, o da depremlerin tekrar yaşanacak olduğudur. Kaçınamayacağımız bu gerçek karşısında yapmamız gereken ise önlem almaktır. Sürekli vurgulanan “Deprem Değil, Yapı Öldürür” sloganını başlangıç noktası kabul edip, tüm yapılarımız “deprem güvenli” olduğunda, o zaman biz de Japonya’daki insanlar gibi, deprem anında durumu normal karşılayıp sadece bilgisayarımızı kapatmayla uğraşacağız. Bu gelişmişliğe ulaşmanın bir tek yolu var: Bilime, üniversitelerimize, bilimin uygulayıcılarından olan mühendislere güvenmek. Ülkemizin kaynaklarını kullanarak yaptığımız hem kamu hem de özel yapılarımızın üretiminde mutlaka mühendislik hizmeti alınması gerektiği açıktır. Mühendislik eğitimi ve bu hizmetin alınması bu kadar önemliyken ve de bunu dahi henüz tam anlamıyla sağlayamamışken, bugün yeterli imkânlar sağlanmadan, kadrolar oluşturulmadan her ilde açılan üniversitelerde mühendis yetiştirilmeye çalışılıyor. Bu durum hem yetersiz bir eğitimin hem de işsizliğin önünü açmaktadır. Dahası, 2009 yılında teknik eğitim ve mesleki eğitim fakülteleri kapatılmış olup, yerine "teknoloji fakülteleri" kuruluyor. Kurulan teknoloji fakülteleri ile uygulama mühendisi veya teknoloji mühendisi adı altında yeni bir “mühendislik” kategorisi oluşturulmak istenmektedir. Oysa bilimsel, teknik ve akademik veriler, mesleki ve teknik eğitim fakültelerinde uygulanan programın mühendis unvanı elde edilmesi için yeterli olmadığını ortaya koymaktadır. (Neyse ki, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’nin (TMMOB) başvurusu üzerine Danıştay, fakülteye girişlerdeki “eşitsizlik” nedeniyle yürütmeyi durdurma kararı aldı.) Bugün, “yetkim olsa Mimarlar Odasını kapatırdım” diyecek cesareti gösteren müteahhitlerin eliyle ya da “Odalar sadece siyaset üretiyor” sözleriyle Odaların her işe muhalif olduğu düşüncesi kamuoyunda yaratılmak istenmektedir, ama anlaşılan o ki, bu işin sadece iyi yetişmiş mühendis eliyle yapılması gerekliliğini bilmek zorunda olanlar, hala durumun ciddiyetinin farkında değiller. Bakanlar Kurulu tarafından, 12 Haziran 2011 seçimlerine bir iki gün kala 636 sayılı kararname ile Bayındırlık ve İskân Bakanlığı lağvedilip, Çevre Orman ve Şehircilik Bakanlığı kurulmuştur. 4 Temmuz 2011 de çıkarılan yeni kararnameler ile bu bakanlık Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Orman ve Su İşleri Bakanlığı olarak ikiye ayrılmıştır. Çevre ve Şehircilik Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile : “Yerleşmeye, çevreye ve yapılaşmaya dair imar, çevre, yapı ve yapım mevzuatını hazırlamak, uygulamaları izlemek ve denetlemek, Bakanlığın görev alanı ile ilgili mesleki hizmetlerin norm ve standartlarını hazırlamak, geliştirmek, uygulanmasını sağlamak ve ilgililerin kayıtlarını tutmak.”, bakanlığın görevleri arasında sayılmıştır. Bu çerçevede yapılan değişiklerle Bakanlığın bünyesinde Mesleki Hizmetler Genel Müdürlüğü oluşturulmuş, 6235 sayılı yasayla kurulmuş kamu kurumu niteliğinde olan Odalarımızın yasasıyla çelişir bir şekilde meslek alanların düzenlenmesi görevi bu Genel Müdürlüğe verilmiştir. Hiç kuşkusuz bu çelişkiyi, görünen durumda yargı çözecektir. 1954 yılından bugüne deneyim kazanan ve deneyimlerini kamunun ve ülkenin çıkarını gözeterek yoluna devam eden TMMOB’ un amacı; doğal kaynaklarımızın sahiplenilmesini sağlamak, meslek disiplinini ve ahlakını korumak, üyelerinin mesleki gelişimlerini sağlamak, sicillerini tutmak ve de çalışma koşullarındaki eşitsizliklerin giderilmesi yönünde bilinç yaratıp bir arada olmanın gücünü onlara hissettirmektir. Bilinmelidir ki, ileri demokrasiler özerkliğe sahip üniversiteler, meslek odaları, sendikalar ve sivil toplum kuruluşları ile gelişir. Özet olarak, barınma ihtiyacı için konut almak ya da kiralamak isteyen insanlarımıza güvenli yapılar sağlamak biz mühendislerin görevidir. Yapım öncesi ve sonrasında proje, şantiye şefliği, yapı denetim için ücret ödeyen vatandaşın, bunun karşılığını talep etmesi ve alması ise en doğal hakkıdır. Tabi ki bu iş, yetkim olsa şunu yapardım bunu yapardım diyenlere değil, gerçek sahiplerine yani yeterli donanıma sahip üniversitelerden mezun mühendislere bırakılmalıdır. Yani, “Yapı türkü söyler gibi yapılmıyor, bu iş biraz zor !” C M Y B C MY B