25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

ADNAN DİNÇER’LE << F U T B O L eposta:adnandincer@hotmail.com N E Y M İ Ş ABDÜLKADİR YÜCELMAN EFSANE Mİ FESHANE Mİ? evgili başkan Süleyman Seba’nın nostaljik röportajını okurken ne kadar doğru yerde ama yalnız kaldığını bir kez daha iliklerime dek hissettim. Üzüldüm, çünkü biz ulus olarak kendimize özgü bizi biz yapan değerlerimizi yitirdik. Çoğunlukla bunu teknolojiye sığınarak çözmeye çalışan bir kolaycılık içinde olmayı tercih ediyoruz. Geçmişte birbirimizi daha sık arama, sorma ve yardımlaşma hümanizması içindeyken şimdi sadece işimiz düşünce hatırlamak gibi bir zorunluluk yaşıyoruz. Bu gelişimin içinde sosyolojik olarak ülkeyi yönetenlerin kötü taklitçiliklerini görürüz . Süleyman Seba bir efsanedir. Çünkü ‘bir kibrit yakma’ kampanyasından bugünlere gelen bir emeğin içinde önce genel kaptan ve sonra da başkan olma sorumluluğuyla Beşiktaş’ın başarısında ‘efsane başkan’ olma gerçeğini hak etmiştir. Ancak artık o Beşiktaş’ın maçını dahi izlemiyor Çünkü onun düşlerindeki son değildir bugünkü gelinen futbol gerçeği ve Beşiktaş’ı... Özellikle son zamanlarda efsaneler o kadar ucuzladı ki oda haliyle çekildiği köşesinde Süleyman Seba olmanın mutluluğunu yaşamaya çalışıyor. Çamur ve tozlu Şeref Stadı’ndaki emeğin amansız eğitimi ve fedakârlıkları sonucu ortaya çıkan Beşiktaş ve onları yaratanların hepsi birer efsane bayrağının taşıyıcıları olmuştur. İstanbul’da ne kadar genç varsa yırtık ayakkabısını alıp Şeref Stadı’nın toprağından futbola giden o eğitim tünelinde kendine bir yol aramıştır. Sonra da o efsanenin unutulmaz yaşayanları olarak unutulmuşlardır. Kıskançlık, delilik, dahilik, delice çalışmak, inkâr gibi yaşamsal acı ve mutlulukların sonucu efsane doğmuştur. Yani betonu delen birer tomurcuk misali... Ama şimdi o başarılı insanların hepsi adeta dışlanmış; efsane, ‘Feshane*’yle karıştırılmaya başlanmıştır. Süleyman Seba, artık Barcelona’yı ve Messi’yi izliyor. Çünkü o tribünlerinde küfür edilen bir Bisikletli Yaşam Geliyor Küresel ısınmanın getireceği olumsuzluklar insanlığı doğa aracı olan bisiklete yönlendiriyor. Bisikleti sınıfını geçen çocukları sevindirme aracı veya yarışma sporu olarak düşünmekten öte, bir doğa, çevre, sağlık açısından değerlendirince tartışılmaz bir yaşam aracı ortaya çıkıyor. 7 den 70’e dek değişik amaçlarla kullanılan bisikletin ne zaman icad edildiği belli değil, Büyük Larousse’daki bilgilere göre 1791’de Fransa Krallık Bahçesi’nde Kont Sivrac’ın sabit iki tekerleğin taşıdığı ve ayakların toprağı iterek ilerlettiği tahta çubuktan oluşan, adına da ‘Selerifler’ denilen bir makinadan oluşuyor. 1818’de Lüksemburg bahçelerinde biraz daha gelişmiş olarak, 1869’da model hale dönüşerek Catalan’da sergilendi, pek ilgi görmedi. 1896’da tekerleği, 1898’de freni, 1888’de havalı lastiği 1905’de de dişli çarkı takıldı... Bugün kullanılan vites değiştirme makinesi de 1925’te gerçekleşti. O günden bugüne her yıl yeni modellerle gelişiyor. Şunun şurasında 80 yıllık bir geçmişi olan bisiklet son yıllarda özellikle Avrupa’da belediyelerin rekabet alanına girdi. Kopenhag Belediyesi’nin 2000’li yıllara yakın uygulamaya koyduğu bisiklet projesi bugün Avrupa sınırlarını aşıp Türkiye’ye de geldi. Kopenhag Belediyesi hemşehrileri için belediye konağının önüne koyduğu bisikletleri halka açtı. İsteyen binip gezdi, alışverişini yaptı, sonra da bisikleti götürüp belediyeye iade etti. Bu proje daha sonra Holanda’ya ve diğer ülkelere de yayılırken Paris Belediyesi geçen yıl 2 bin 500 bisikleti Paris’in değişik semtlerine yaydı. İsteyen herkes bisiklete binecek, işini görecek ve sonra da bisiklete monte edilmiş cihaza kredi kartı ile ödeme yapacaktı. Böylece belediye hem Paris’in trafiğini azaltacak hem de Parislilere ulaşım konusunda yardımcı olacaktı. Bu uygulama Paris’te hayata geçirildi ve Parisliler sanırım daha mutlu oldular. Bir gazetmizde böyle bir uygulamanın 15 bin Alman vatandaşının yerleştiği Alanya’da başladığını okuyunca Alanya’daki arkadaşımız Feyzi Açıkalın’ı aradım. Alanya Belediyesi 150 bisikleti böyle bir hizmete sunmuş ama Alanyalılar belki de ‘şeytan icadı!’ diyerek fazla ilgi göstermemişler. Ancak Alanyalıların bir kısmı bu işe pek sevinmiş. Feyzi yılbaşında İstanbul’a geleceğim daha detaylı konuşuruz deyince sanırım “Bisikletin Alanya usulü” bir başka yazı konusu çıkacak. Geçenlerde eski Bisiklet Federasyonu Başkanı Ünal Tolun ile bayramlaştık, konuyu açtım. “Biz Yalova’da bunu 4 yıl önce başlattık, çok da ilgi gördü, ama belediye daha sonra tamirat yaptıracağım diyerek bisikletleri depoya kaldırdı. Kaldırış o kaldırış hepsi depoda tamirat bekliyor” demez mi. Bu da “Yalova usulü” demek ki... Zaman ve benzin kaybı Bu gelişmeler beni bir takım düşüncelere yöneltti. Geçen gün gazeteye gelirken yoldaki 1 buçuk saatimi ve akşam dönüşte de trafiğe takılıp tam 2 saat 15 dakikamı yolda benzin tüketerek geçirdiğimi düşündüm. ŞişliÇağlayan arasındaki trafik ışıklarından geçmek sadece 1 saatimizi alırken, hemen hemen her günü kilitlenen bu yol güzergahına düşen ambulanstaki acil yardım bekleyen insanları düşünüyorum. Sözüm ona İstanbul’da 1500 trafik polisi varmış, vallahi yağmur yağsa da yağmasa da 365 gün bu güzergâhta bir tek trafik polisi görmüyoruz. Ama sanırım Şişli Trafik Müdürü de görmüyor ki 5 koldan gelip bir noktada düğümlenen trafiği çözme yolunu aramıyor. İstanbul gibi büyük ve trafiği çözümlenemeyecek metropolleri geçelim ama İzmir gibi Bursa veya Konya gibi düzgün kentlerimizde bisiklet projesi çok tutar diye düşünüyorum. Bisiklet ile doğayı ve çevreyi koruyorsun, dilediğin yerlere gidip otopark arama zahmetine katlanmıyorsun, daha daha önemlisi de sağlığını hem de paranı koruyorsun. Tıpta çağdaş anlayış sağlığı korumak. Çünkü sağlıklı kalmak hastalıktan kurtulmaktan çok daha ucuz. O nedenle sağlıklı yaşam dünyanın ileri ülkelerinde devlet politikasıdır. Ama bizde yazıktır ki, ne böyle bir devlet politikası var, ne de olmasını düşünen. S Süleyman Seba. başkan olarak futbol yaşamına veda etti. Bu acı gerçekle onu buluşturanların uzantıları tribünlerde bu ayıplarını sürdürmektedir!.. Bu senaryoların rüzgâr ekicileri şimdi fırtına biçiyor. Değerlerini diri diri toprağa gömenlerin uzantılarının neyin özürünü dahi dilemeyi beceremedikleri günlere kaldık!.. Acı ve önemli günlerin yaşandığı bu süreçlerde futbolun endüstriyel yapısı içinde efsane bozuntuları ortalıkta dolaşmakta. Atatürk’e ‘Mustafa’ muhabbetiyle yaklaşan sıradanlığın ucuz senaristlerinin ülkesi olduk. Bu durum derin bir acı veriyor. Sevgili efsane başkanım üzülme!.. Seni hâlâ bilen, unutmayan bizler varız. Ve son anımıza dek doğru, güzelin, sizin çizginizde olacağız. Onlar sadece son 25 yılın efsanesini hatırlatsalar da biz bir asırlık futbolumuzun efsanelerine sahip çıkacağız. Unutulmak, unutanların ayıbıdır ve hatırlanmak için bu acıyı yaşamalarına onların da az kaldığı bir süreç içindeyiz. Bu da ancak yaşanınca anlaşılır. Bu değişim içinde onlar bizlerden daha az hatırlanacaktır. Hatta bu gidişle efsaneyi Feshane’yle karıştırma şansını dahi yaşayamayacaklardır . * Feshane: 2. Mahmut döneminde 1826’da Yeniçeri yerine oluşturulan, orduya elbise dikmek için kurulan ve daha sonra sadece fes üreten Eyüp’teki fabrika. Görmesen de Olur Son yıllarda moda oldu, maçtan sonra bir takım futbolcular maç içindeki pozisyonlarla ilgili olarak gazetecinin sorularına şöyle yanıt veriyorlar: “Doğrusu görmedim, ama bana kalırsa...” diye başlayıp dakikalarca yorum yapıyorlar. Yöneticilerin yorumları da onlarınkinden farklı değil. Be kardeşim, gördün mü görmedin mi, üstelik görmediğini de itiraf ediyorsun. Peki o zaman nasıl yorum yapıyorsun! Bilgi sahibi olmadan konuşan bir toplum olduk. Diyebilirsiniz ki “Herkesin kendine göre bir görüşü olamaz mı”? Olur elbette ama görmediğini görmüş gibi yorumlamanın önce adını koyalım: ‘Sallagitsin’ Kimi de sözüm ona akıllı bıdık: Konuşur konuşur, diyeceğini der, sonunda da “Bakalım akşam TV’de görelim nasılmış” der. Uyanık ya... Bir de sözüm TV’lerde yorum yapanlara. Onların da kimisi maçın yarısında çıkıp stüdyodaki programa koşanlar “Yoldaydım buraya yetişmek için erken kalktım” dese ayıp mı olur, asla, hatta daha erkekçe olur. Ya maçı birebir; yeni deyişle çıplak gözle (ne demekse) izleyenler... Onlar da gazete merkezlerine telefon ederler, “Penaltı mıydı, ofsayt var mıydı, penaltı kararı doğru mu?” diye.. Son olarak da doğrudan stüdyoda ekrandaki maçı yorumlayanlara gelelim: Ekranda ağır çekimi de görmüştür, penaltının penaltı olup olmadığını, ofsaytın ofsayt olup olmadığını da. Bana göre yorumları sallamaktan daha sağlıklıdır. R A L L İ “…Orman içinde yol almak nasıl insanı dinlendiriyor, yeniliyor, karamsar düşüncelerden uzaklaştırıyor, anlatması imkânsız; hele içinde bulunduğumuz ortamda… Çevrede koca koca ağaçlar, koca koca ağaçlardan yollara dökülmüş sarı sarı yapraklar, yaprakların altında yağışlardan yumuşamış toprak ve yer yer su birikintileri… Duyuyorsunuz toprak ve ormanın kokusunu akciğerlerinizin en küçük hücresinde… Hava kapalıymış, gökyüzünde grinin çeşitli tonları dans ediyormuş, soğuk insanın içine işliyormuş; kime ne?.. Bir an bir yerlerden bir dürtü geliyor, uyandırıyor insanı rü D Ü N Y A S I / Ş E V K İ G ÖK E R MAN statüsüne soktular bölgenin büyük bölümünü, tüm yolları kullanmak imkânsız hale geldi. Şimdilerde kullanılabilen yollar bu saha dışında kalan yollar ama yine de yer kalıyor yarış yapılacak… İstanbul Şampiyonası’nda sürücü kısıtlaması var, Türkiye Şampiyonası’nda ilk sıralarda yer alanlar ancak klasman dışı yarışabiliyor. Bu da gençler için önemli bir imkân yaratıyor, kendilerini kanıtlamaları açısından… Serhat Öztemir kazandı Castrol İstanbul Şampiyonası’nda ilk yarışı, hızını ve ikinciyle yarattığı farkı sonuna dek koruyarak… Belgrad Ormanları yadan; ‘Boğaza 3. köprü yapılırsa bu yöre ne hale gelir; kimler, nereyi, hangi düzeye çıkacak rant hesaplarıyla kimlere pazarlar?..’ Düşünmesi bile kâbus gibi…” Yukarıdaki satırlar geçen yılın Castrol İstanbul Şampiyonası için yazdığım yazıdan alıntı. Dilerim gelecek yıllarda da yazının ilk bölümünü yinelerim; Belgrad Ormanları içindeki her tonda yeşilliğin yok olmadığı, rant hesabı güdenlerin ellerini bu bölgeden çektiklerini gördüğümüz aydınlık günlerde… Hava yağışlı, yollar çamurlu ve kayganmış… Yakınan çok ama bir de ‘kaygan zeminde sürüş gerçeği’ var. İskandinav ülkelerinde gençler buz tutmuş göller üzerinde oturuyor ilk kez direksiyona ve öğreniyor her türlü koşulda hakim olmayı altlarındaki makinelere… 80’li yılların başında başladık bu yörede yarış yapmaya. Rahmetli Lemi Tanca’yla çok dolaştık orman içlerinde, bilmediğimiz yer yok gibiydi. 2000’lere doğru ‘Milli Park’ 14
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle