Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
DÜZCE 10 HAZİRAN 2009 ÇARŞAMBA 3 AKÇAKOCA Kerem KÖFTEOĞLU Fotoğraflar: Halil TUNCER K Ege’de bir nefes molası Palamutbükü Yazı ve fotoğraflar Aynur ULUÇ S akin bir yerle bütünleşmenin tadına varmayı listesinin ilk maddesi olarak yazanlar için, mükemmel bir seçim olacak, şimdi önereceğim yer Ege’nin ışıltılı sularını doyasıya seyredebileceğiniz, sakinliğinin içinde kendinizi salacağınız; Datça,’nın Palamutbükü. İstanbul’dan yola çıkanlar için on altı saati aşan bir karayolunu göze almak gerek. Datça’dan sonra da epey bir yol gidiliyor Palamutbükü’ne varmak için. Bir başka seçenekse uçakla Bodrum’a, oradan feribotla Datça’ya ve yine karayoluyla Palamutbükü. Oraya vardığınızda ise yolda nasıl gelmiş olduğunuzu unutuyorsunuz. Neresinde olursanız olun, sanki kendi evinizde geziyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz. Bir marketi var, küçücük; ama ne ararsanız buluyorsunuz. Mayom eksik, gözlüğüm yok gibi konuları hiç dert etmenize gerek yok. Burada büyük şehirlerdeki alabileceğiniz ücrete buluvermek beş dakika. Kadınlar ilgimizi çekiyor Palamutbükü’nde. Kasap dükkanından içeri girdiğimizde İkinci Bahar dizisindeki kasabı saymazsak ömrümde gördüğüm ilk kadın kasaba burada rastlıyorum. Ama yine de onu gördüğümde ertesi gün karşılaşacağım kadınlara nazaran daha çok şaşırdım.Buranuın balıkçıları da kadınlar. Palamutbükü denilince insanın aklına palamut geliyor. Herhalde burada palamut çok çıkıyor derken tahminin doğru, hedefin yanlış olduğunu sonradan öğreniyorum. Evet, palamut bolmuş bir zamanlar; ama balık olanı değil, ağaç olanı. Sözü edilen kocaman meşe palamutu ağaçlarının yetişmesi için belki de iki yüzyıl gerekli. Bir zamanlar boya sanayiinde kullanıldığı için önemli olan meşe palamutu, kimyasalların ortaya çıkışı ile tarih olmuş. Dev ağaçlar tarlalık alan açmak için kesilmiş zamanla.Burada nisanları her yeri saran papatya tarlalarından, şubat ayındaysa kar yağmış gibi coşan badem ağaçlarından söz ediyorlar... Yazımı bitirmeden, Palamutbükü’nün tek canlı müzik mekânını belirteyim; Kumburnu. Sazını eline alan, şarkıdan şarkıya, türküden türküye geçerek dinleyenlerin de katılımları ile tatlı acı anılar ile zaman tüneline götürüyor. aynurozbek@teklan.com.tr aradeniz’in sınırı nerede başlayıp, nerede son bulur? Bu soru hâlâ tartışılıyor… Düzce’nin Akçakoca ilçesinde görüp tanık olduklarımız, bizde, Karadeniz sınırının buradan başladığı izlenimi yarattı. Akçakoca’nın gezi rehberini hazırlayan Gündüz Mutluay dostumuzun “Denizi balık, karası fındık, iklimi tam insan kıvamında” sözü ilçeyi çok güzel özetliyor. Karadeniz’in minyatürü dedik ama, bölgenin tek Mavi Bayraklı denizine sahip. Gerçi, Akdeniz kıyılarında olduğu gibi deniz mevsimi uzun değil. Zaten Akçakoca’ya sırf denize girmek için gitmeyi düşünüyorsanız, gitmeyin! Büyük şehirlerin yorup hırpaladığı, doğayı özleyip onunla kucaklaşmayı planlayanlardansanız rotayı Akçakoca’ya çevirebilirsiniz. Tarihte adı “parlayan kent” anlamına gelen “Diapolis” olan Akçakoca, deniz ve doğa turlarıyla gezilebilir. Kent merkezindeki Merkez Camisi, ilginç mimarisiyle ? Türkiye’nin en eski turizm bölgelerinden biri olan Akçakoca, yaylaları, şelaleleri, ahşap evleri ve Hemşin Köyü gibi Karadeniz’e özgü özelliklerin bir minyatürü adeta. Türkiye’de benzeri olmayan yapılardan biri. Cami, geleneksel Türk otağından esinlenerek Selçuklu sekizgen kubbesiyle örtülmüş. Kubbe yüksekliği 31 metre, kurşunlu vitray camla aydınlık sağlanmış. Yukarı Mahalle’de sivil mimarinin güzel örneklerini görmek mümkün. Burada onarılmayı bekleyen binaların elden geçirilmesi halinde, mahallenin tarihi evler açık müzesine dönüşeceğini söyleyebiliriz. Mahalleyi gezerken, şişelerin içine maket gemi inşa eden yerel sanatçı Yahya Yağlıoğlu’nun eserlerini görmenizi öneriyoruz. Kent merkezindeki Ceneviz Kalesi’ne “kale” göreceğim beklentisiyle çıkmayın. Kaleden kalanlar hayal kırıklığı yaratsa da, kale içindeki piknik alanı ve bir zaman su ihtiyacını karşılayan sarnıçken, günümüzde para atılan 5.5 metre çapındaki dilek kuyusu görülme ye değer. Kent merkezindeki gezimizi tamamladığımıza göre, şimdi yönümüzü doğaya çevirebiliriz. İlk durağımız ilçe merkezinin üç kilometre güneybatısında Arabacı Köyü yolu üzerinde, asırlık çınar ağaçlarının bulunduğu, Ahmet Dede Türbesi’nin de bulunduğu mesire alanı. İkinci durağımız “pat pat” diye adlandırılan pancar motor takılıp dört çekerli hale getirilen taşıtlarla ulaşılan Aktaş Şelalesi. Şelalenin keyfini çıkarmak istiyorsanız yanınıza spor ayakkabı, yağmurluk ve yedek çorap almayı unutmayın. Şelale yürüyüşü sizi biraz yorabilir. Yorulmadan dönüşte Aydın Kamping’in fırınından çıkan sıcak mancarlı pideyle ayranın tadını çıkarın... “Dikili bir ağacım bile yok!” diye hayıflananlardansanız Ahşap Cami bir duyurumuzu sizinle paylaşmak istiyoruz. Duyduğumuza göre, Akçakocalı girişimci bir turizmci, kenti gezmeye gelenlere “dikili bir ağacınız olsun” sloganıyla başlatacağı kampanyada dileyenlere ağaç diktirecekmiş. Doğadan söz ediyorken, Akçakoca’ya karavan veya arabanızla gidip, doğanın kucağında temiz bir mekânda konaklamayı düşünüyorsanız Tezel Kamping’i görmenizde yarar var. Akçakoca’ya gelip yerel lezzetleri tatmadan dönmek olmaz değil mi? Gezilen bölge Karadeniz olunca yemek listesinin başına hamsi ve balığı koymak zorundayız. Kent merkezi ve köy yolu üzerinde birbirinden lezzetli balıkları tatma şansınız var. Ayrıca, yaprak sarma, mancarlı pide gibi yemeklerin yanı sıra, melengüççeyi ve üstü fındıklı tahin helvasını denemek lazım. Doğa gezisine çıkmadan önce enerji niyetine yiyeceğiniz melengüççeği tatlısı, un, sıvıyağ, kavrulmuş kaymak, yumurta sarısı ve tereyağıyla yapılıyor. Enerji deposu olan malzemelerin en ilginci, taze sağılan sütten alınan kaymağın, ateşte suyunu çekene kadar kavrulmasıyla oluşan “tartı”. Doğal olarak bunca malzemeyi duyup okuyanlar, üzerlerinde bir “ağırlık” hissedebilir. Ancak, bu duygunun tatlının yenmesinden sonra, kuruntunun ötesine geçmediğini görecekler. Bunları yaptıktan sonra, şehir yaşamının yoğun temposunda boşalan “pilinizini” Akçakoca’nın doğası ve yerel lezzetleriyle doldurup, işinizin başına dönebilirsiniz. İstanbul’un gizemi kutsal yağ miron Yazı ve fotoğraflar Turgay TUNA rtodokslar için zeytin ve zeytinyağının ayrıcalıklı, kutsanmış bir yeri vardır. Kiliselerde, ayazmalarda, evlerde ikonaların önünde zeytinyağı kandilleri yakılır. İncil’de de yazılı olduğu gibi, İsa’nın doğumundan sonra, üç müneccim kralın getirdikleri hediyelerden biri altın, biri buhur, biri de “miron” adı verilen kutsanmış zeytinyağıdır. Çarmıha gerilmeden önce; Hazreti İsa’nın çektiği acılara, yakardığı dualara, Zeytin Dağı eteklerindeki “Yetsimani” olarak tanımlanan bahçede tanıklık eden sekiz ulu zeytin ağacından söz edilir. Zeytin dalı, güvercin gibi Hazreti İsa’nın karakterini yansıtan barışı simgeler. Ortodoks kilisesi inancında; zeytinyağının uzun ve büyük emek gerektiren bir çalışmayla kutsal bir yağa dönüştürülmesi, geçmişten günümüze, Fener Rum Ortodoks Patrikhane Kilisesi’nin avlusunda, bu iş için özel olarak kullanılan küçük bir binanın içinde yapılmaktadır. Ortodoksların Miron, Müslümanların da “mühr” adını verdikleri kutsanmış yağın üretimi, İstanbul’un pek fazla bilinmeyen kendine özgü gizemli geleneklerinden birini ? 14. yüzyıldan beri patrikhanenin bahçesindeki binada kutsanan zeytinyağı Ortodoks dünyasına gönderiliyor oluşturur. Formülü, çağlar ötesinden uzanıp gelen bu özel yağın insanları kötülüklerden, nazarlardan koruduğuna inanılır. Bilhassa bebeklerin, yaşlıların, hastaların, acizlerin koruyucu bir zırhı gibidir. Pomat gibi insan tenine sürülen kutsal miron, bilhassa vaftiz edilen bebekda bir kere, Paskalya’dan bir önceki pazar günü akşamında başlanıp üç gün boyunca dualar, ilahiler eşliğinde hazırlanıp kutsanarak öteki Rum Ortodoks kiliselerine gönderilir. Miron, bir kazan içinde portakal esansından baharata, tarçından Hindistan cevizine, şaraptan gül suyuna saf zeytinyağının içine karıştırılan elli kadar malzemenin kısık ateş üzerinde, üç gün süre boyunca ağır ağır kaynatılmasıyla elde edilir. Hazırlanışı sırasında, görevli din adamlarının duaları ve ilahileri eşliğinde yapılan bir ayinle kutsanır. Kıvamını bulduktan sonra da kutsanmış yağ alınıp güğüm şeklindeki metal kapların içine doldurulup; buradan da dünyanın dört bir köşesindeki öteki Ortodoks kiliselerine gönderilir. Tarihin sararmış sayfalarında da görüldüğü gibi, eski Mısır tapınaklarından İbranilere kadar uzanan kutsanmış yağ geleneğinin, bugün her ne kadar Ermeni kilisesinden Kıpti kilisesine dek uygulandığı bilinmekteyse de, ritüelleri itibarı ile eski geleneklere en yakın ve en gizemli olanı, “Made in İstanbul” olarak niteleyebileceğimiz, Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’nde yapılan mirondur. Hey gidi İstanbul sen ne güzellikler, ne zenginlikler, ne gizemler taşırsın o kültürlerle yoğrulmuş bağrında. Aslında, sana “2010 Avrupa’nın başkentliği” bile az gelir. Sen, yalnız Avrupa’nın değil, dünyanın da baş tacı bir kentisin. O Adana nin ev yemekleri dana kendine özgü yemek kültürüne binlerce yıl ev A sahipliği yapmış ve etkilendiği medeniyetlerin yemeklerini de kendi damak tadına uygun olarak birleştirmeyi başarmıştır. Adana yöresine baktığımızda yağlı, acılı, hamurlu ve et ağırlıklı yemekler ön plana çıkmaktadır. Adana yemeklerinin en büyük özelliği un, bulgur, sebze, etten yapılma acılı, baharatlı ve yağlı malzemelerin kullanılmasıdır. Hemen hemen her evde bir et kütüğü ile tokmağı, kırmızı biberi, baharatı, tahini, hamur tahtasını bulmak mümkündür. Aynı zamanda süt, yoğurt, peynir, çökelek de bol miktarda kullanılmaktadır. Bakliyat türleri de sebze ve çorbalarda bol miktarda kullanılır. Özellikle yöre mutfağında yapılan çorbalar, sebze ve et yemekleri, hamur işleri, çeşitli mezeler saymakla bitmez. Çorba dediğimizde ilk akla gelenler; bir yüksük, tirşik, yeşil mercimek çorbası, ıspanak başı, kabak çintmesi, bulgur yemeklerinden analıkızlı, ekşili topalak, sarımsaklı köfte, içli köfte ile sadece bu bölgeye özgün bulabileceğiniz sakatatlardan yapılan şırdan dolması, mumbar, kelle paça gibi yemekler bir Adanalı için olmazsa olmazlardır. FOTOĞRAFIN DİLİ Lütfi Özgünaydın YU¨KSU¨K C¸ORBASI Malzemeler: İki kâse pişmemiş ve küçük boyda hazırlanmış mantı, bir kâse haşlanmış nohut, üç yemek kaşığı sıvı yağ, iki yemek kaşığı biber salçası, iki litre sıcak su, bir yemek kaşığı toz nane,bir limon suyu, tuz, karabiber, kırmızı biber. Yapılışı: Bir tencereye salça ve nane konulur, sıvı yağ ilave edilerek malzemeler kavrulur. Daha sonra sıcak su ilave edilir. Önce mantılar sonra da nohutlar sıcak suya atılır. Pişmesine yakın limon suyu ve baharatlar eklendikten sonra servis yapılır. lerin vaftiz teknesindeki suyuna karıştırılır. Hristiyan inancında, mironla mesh edilen bir insanın, “kutsal ruhun” bir parçası haline dönüştüğüne inanılır. Bu nedenledir ki, Ortodokslarda ölen kişilerin bedenlerine sürülen kutsal yağ olarak da bilinir. 14. Yüzyıldan bu yana İstanbul’da patrikhanede hazırlanan mironun yapımı; on yıl ERZURUM DAKI TAVAN Fotoğrafçıların belli konularda yoğunlaşmasını öneririm. Örneğin odaların tavanlarını ele alsa birisi, bu konuda araştırma yapıp il ve ilçeleri gezip tavan fotoğraflarını çekse, çok önemli bir kitap olur. Kültürel mirasın yaşaması, tanınması konusunda, önemli bir iş yapmış olur. Bu fotoğrafı Erzurum’da çektim. Erzurum, tümüyle bir açık hava müzesidir. Çifte Minareler’in arkasında Üç Kümbetler’in karşısında tarihi bir ev var. Bu evin mutfağı belki dünyada yoktur. Ahşap kalaslarla konik bir şekilde tabandan başlayıp evin damına kadar çıkıyor mutfak. Üst kattaki odanın tavını ise muhteşem. Ahşap adeta dile geliyor. Anadolu’da ustalar hünerlerini bu tavanlarda sergilemişlerdir. Motifler yöreye göre değişir. Geçmişten günümüze ulaşan motifler o coğrafyanın ruhudur, süsüdür, sözüdür... Fotoğrafı çekerken önce duygusuna dikkat edin. Estetik kaygılar, normlar kadar, duygu yönü de olmalı fotoğrafın. Bir şeyler anlatmalı. Fotoğrafa bakan insan, düşünmeli. Siz deklanşöre basarken düşünürseniz, izleyeni de düşündürürsünüz. lutfi@lutfiozgunaydin.com.tr C MY B C MY B