Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
3 Aralık 2010 Cuma 335 07 Tenten, Atatürk’ünÇiftliği’nde... IŞIK KANSU 12 Eylül’ün hort zort paşaları yasaklamıştı 1 Mayıs’ı. 1 Mayıs çocukluğumun Bahar Bayramı... Babam, annem, ablam, anneannem Atatürk Orman Çiftliği’ndeki (AOÇ) Merkez Lokantası’na gider, bahçede, gül ağaçları altındaki bir masaya otururduk. Lokantanın bahçe kısmına döşenmiş mıcırlar ben koştukça ayaklarımın altında kuş gibi şakırdılar. Hemen arkadaki çocuk bahçesine giderdim. Ahşaptan kaydırak, tahterevalli, zıplayan atlar vardı, rengarenk. Lokantadan yükselen piyano sesi –genellikle klasik Türk müziği parçaları çalardı piyanist– eşliğinde dıgıdık atlara binerdim, götürürlerdi beni ovalara... Babamın öğle rakısı bir tekti. Ankara tava yenirdi. Yemeğin sonunda masaya o çekici görüntüsü ile peşmelba tatlısı gelirdi. O zamanlar peşmelba, gerçek şeftaliden yapılırdı. Yazın şerbetiyle birlikte kaynatılır, buzluğa konurdu. Üstüne AOÇ’nin doyumsuz kaymaklı dondurması konulduğunda olurdu sana adıyla sanıyla peşmelba... Şimdilerde şeftali konservesi ile yapılıyor –ki zaman zaman o da bulunmuyor– genellikle ve ister istemez madeni bir tat bırakıyor ağızda. Çocukluğumuzun peşmelbası gitti gider. Merkez Lokantası’nın arkasındaki çocuk bahçesi de zamana yenildi, tıpkı Gazi İstasyonu gibi. Mehmetzade Köftecisi olmuş o tarihi istasyon, önünde koskoca camdan bir fırın kurmuşlar kuzu çeviriyorlar. Kokoreç ve et koku ları, geçmişin kendine has kır kokusunu bastırmış. Geçmişimiz yağlı ızgaralara atılmış, evrile çevrile kebap yapılıyor sanki. Bereket, Gazi İstasyonu’nu yakmıyorlar, Haydarpaşa gibi... Zamanında özelleştirildiği ve de kendilerine benzetildiği için yakılmıyor da olabilir... Tekel Bira Fabrikası hemen istasyonunun yanındaydı. Koyu kahverengi, uzun şişesinden lingo lingo dökülürken Anadolu güneşini emmiş arpa suyu, ayrı bir köpürürdü... Kapattılar, fabrikayı. Yerine, iddialı bir adı olup ne iş yaptığı doğru dürüst kestirilemeyen bir şey koydular: “Tütün, Tütün Mamulleri, Tuz ve Alkol İşletmeleri Anonim Şirketi Genel Müdürlüğü Kurumsal İlişkiler Müdürlüğü Ankara Sosyal Tesisleri.” Hani “Bu memleket uzun sözden battı” derler ya, işte bire bir örneği... Tek avuntumuz, bira fabrikasının çatısındaki leylek yuvasının duruyor olması. Çiftliğin, eskilerin deyimiyle alametifarikası (onaylı marka) gibidir o yuva çünkü. Süt fabrikasına da dokunmadılar şimdiye değin. Ankaralının en sevdiği süt ve yoğurdu ürettiği için dokunamıyor da olabilirler... Çiftliğin, süt fabrikasının karşısından İstanbul yoluna kadar olan geniş arazisindeki vişne, armut, ayva, elma ağaçlarının, şarap ve şıralık üzümlerin sökülmesinin üzerinden çok yıllar geçti. Hayvanat Bahçesi yolu üzerindeki şarap, şıra, vişne suyu fabrikası kapatıldı. AOÇ’nin adı da, tadı da güzel “Boğakanı” şarabı üretilmiyor artık... Hayvanat Bahçesi de “Zoo” oldu zaten. Çocukken de coşkuyla gider, hüzünle dönerdim oradan. Yine öyle oldu. Yılanlar, maymunlar hayatlarından bezmişlerdi. Sincap başka yapacağı hiçbir şey olmadığı için kafes arkasında yer fıstığı yiyordu. Vaşak, küsmüş uyuyordu. Şempanze neredeyse pörsümüş, su aygırı Memiş sudan çıkardığı burnundan oflayıp duruyordu. Şahinler çığlık çığlığaydı, kızıl akbabaların iştahı kaçmıştı. Deve gelen geçene dudak büküyordu. Hemşerim Yak öküzü –kendileri Çin’in Kansu eyaletinden olurlar– çamur içindeydi. Devekuşları yemlerini yankesici güvercinlere bırakmışlar, kurdun birinin ayağı sakat, sırtı yaralıydı. Ayılar kış uykusuna sırt çevirmişlerdi. Lama kızsa da tükür müyordu. Sürmeli zürafa yanındaki kavağın dallarına uzanmaktan usanmıştı. Flamingolar, Kırşehir’deki Seyfe Gölü kurutulduğundan beri burada, Hayvanat Bahçesi’ndeki üçbeş metrekarede idare ediyorlar... Ah canım Muhini... Öldüğünde gazeteye ölüm ilanı verdiğim çocukluk arkadaşım, Ganj kıyılarından gelip bizleri kahkahaya boğan fil Muhini... Yerini dolduramamışlar. Hayvanat Bahçesi’nin bir fili yok artık. Baktık, o koca evinin kapısından sarman bir kedi çıktı, patisini yaladı, şımarıkça döndü, gitti... Aslanlar ve kaplanların alanları genişletilmiş, ama tutsaklar. Duvardan duvara sıkkın sıkın, takıntılı deliler gibi gidip geliyorlar, gidip geliyorlar. Puma yavrulamış, baktık dilini çıkarmış, yavrusunu temizliyordu. Düşündük, hani dedik, biz insanlar dünyasında da durum hiç farklı değil. Yıllardır birilerini alır atarlar içeri. Dışardakiler, onları izlerler, garip garip hareketler, anlamsız sözlerle... Zaten burnu yaralı, yaşlı erkek aslan da yan gözle bile bakmıyordu kafesin ardında, öylesine bıkkındı. Çek git kardeşim, git işine der gibiydi... Biz de bir gün çekin gidin diyebilsek, ah bir diyebilsek...