23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Cumhuriyet Ankara 272/18 Eylül 2009 ANKARA ANKARA Talât HALMAN Karamsar ruhlara göre, dünyada ve bizde şiir öldü, klasik müzik cansızlaşıyor, tiyatro değilse bile, dram ve trajedi can verebilir. Neden mi oluyor bütün bunlar? Şiirin ölümü, tüm yeryüzünde hüküm sürmeye başlayan “Büyük Roman İmparatorluğu” yüzünden. Klasik müzik, CD’lerde yaygın bir yaşam sürdürüyor. Canlı resitalleri ve konserleri izleyenler de az değil, ama içinde bulunduğumuz “Televizyon Çağında” kulaklar, görkemli musikiye değil, ekranlardaki çığlıklarla kaotik takırtılara dikilmiş durumda. Dolayısıyla besteciler, TV için reklam müziği ve pop şarkıları yaratmayı tercih ediyor. Tiyatro şimdilik canını kurtarmışa benziyor ama, büyük ölçüde, komedilerle müzikaller sayesinde. Denebilir ki trajedi ve dram ölüm döşeğinde. Ülkemizde de, yurtdışındaki sahnelerde de, insanlar acıklı konulara rağbet etmiyor. Ciddi tiyatro itici oldu. Her yerde dert çok, hem dert yok. Ağlamak, hatta anlamak istemiyor tiyatroseverler, kah kah gülmeye razılar, o kadar. Belki artık “tiyatrosever” terimi bile doğru değil. Yalnızca “komedisever” terimi geçer akçe. Komedi ne denli değerli, onu söylemek de zor. Galiba yaşadığımız yıllar, laubalilik, sululuk, pespaye mizah, küfür ve sille tokat güldürüsünü baş tacı ediyor. O yüzden, TV’de diziler egemen – çoğu cıvık, hatta vıcık vıcık. Bazı diziler ise komedi değil de, seviyesiz melodram, korku filmi, Türk gangsterliği vs. Hepsi öyle popüler ki... Eskiden çok yanlış ve gaddar bir atasözü (hata sözü) vardı: Kızını dövmeyen dizini döver. Bugün başka bir berbat düşün AKKARA Tiyatro Can Çekişiyor? ce çıktı ortaya: Dizi yapmayan dizini döver. (TV dizileri milyonlarca Türk ailesini öylesine esir aldı ki pek çok insanımız artık sanal ve uydurma olayları gerçek sanıyor.) Rağbet o ölçülerde ki dizi yarışında geride kalan kanallar (ya da dizilerden uzak kalanlar) şimdi bin pişmanmış. En ciddi haber ve belgesel kanalları da dizi kervanına katılırlarsa şaşmayın. Canlı tiyatronun yerini sahte ekran oyunları alırken, sahne sanatçıları da hızlı ve yaygın ün ile hatırı sayılır gelir için dizilerden medet umuyor. Konservatuvarlardaki tiyatro öğrencilerinin çoğunun emeli başlıca dizilere kapağı atmakmış, çünkü onlar için dizi, ani şöhret ve çabuk servet demekmiş. Dizilerde rol almayı beceremeyenler de dizini dövüyormuş. Özel tiyatrolar, oldum olası, maddi sıkıntılarla kıvranıyordu. Şimdi, büsbütün zor durumdalar. Büyük güçlüklerden biri, Türkiyemizde de, dünyada da güçlü tiyatro eserleri yazılmamakta olmasıdır. Bizim oyun yazarlarımızın pek çoğu suskunlaştı. Başka ülkelerde –İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve ABD’de bile– bu alanda üzücü ve ürkütücü bir kısırlık var. Geçici bir sendrom ve bunalım mı bu? Yoksa, tiyatro can çekişmekte mi? Ne mutlu ülkemize, koskoca Devlet Tiyatrolarımız var, hem de çok etkin ve sağlam. DT kapanacak olsa tiyatromuz yaman bir çöküntü yaşar. DT, 60 yaşında yaratıcı ve yaşatıcı bir genç. Muhsin Ertuğrul, minnetle andığımız bir vizyonla 1949’da kurdu, sonra Cüneyt Gökçer ve başkaları geliştirdi, bugün Lemi Bilgin, övgüye değer bir enerjiyle yönetiyor. Dünyada pek az ülkede bizim Devlet Tiyatrolarımız gibi geniş ve etkin bir ulusal tiyatro kuruluşu var. Eskiden komünist ve sosyalist devletler, buna benzer bir kuruluşa sahipti. Ama artık, biz dünyadaki ender örneklerden biriyiz. Devlet Tiyatrolarımızın 60. yılında 60 Türk oyununun prömiyer yapacağı müjdesini Genel Müdür Sayın Lemi Bilgin ilan etti. Bu, gerek tiyatro sanatımız, gerek piyes yazarlığımız bakımından olağanüstü bir gelişmedir. Tiyatronun ülkemizde –can çekişmekten çok uzak olduğu gibi– dinç ve canlı olarak süreceğinin kanıtıdır. 60. yıl bereketini tiyatroseverler heyecanla bekliyor. Bu arada, ne yazık ki Kültür ve Turizm Bakanlığı Türk tiyatro eserleri bölümünün kapatılmasına karar verdi. Umarım, tiyatro yazarlarımızın çalışmalarına sekte vurmaz. Böyle yaşamsal bir alanın genişlemesi için kırk yıldır düşündüğüm bir tasarı var: Devlet Tiyatrolarımız, Ankara, İstanbul ve İzmir’de sadece eski ve yeni yerli oyunlarımızı hayata geçirecek, bir yandan da meddah, Karagöz ve ortaoyununu (geleneksel ve çağımıza uyarlanmış) örneklerle canlı tutacak birer büyük sahne açmalıdır. Çok sevindirici bir haber de Ankara Sanat Tiyatrosu’nun Ankara’da devamının sağlanması. Çankaya Belediye Başkanı ile Kültür Bakanı’nı, bu değerli hizmet için kutluyoruz, alkışlıyoruz. AST’nin temel direklerinden Rutkay Aziz, geçen hafta, televizyonda kendisiyle yapılan söyleşide, hem tiyatro sanatı, hem AST’nin uzayan ömrü bakımından gelişmeleri öyle güzel anlattı ki. Kötümserler ne derse desin, ben tiyatromuzun yakın geleceği bakımından iyimserliğimi sürdürüyorum. Hatta gerek Anadolu turneleriyle, gerek trenlerle gerçekleştirilecek tiyatro gezileriyle, gerekse ülkemizin dört bucağında yeni sahneler açılmasıyla, yeni bir ulusal gelişme olmasına özlem duyuyorum. Tiyatro can çekişmiyor. Aksine, çok canlı. Yaşıyor, yaratıyor. Umarım, cana can katmayı sürdürecek. RamazanBozan M übarek Ramazan ayı sona ererken, TV’deki yemek programlarından ve reklamlarından şikâyet etmekte haklıyız. Ramazanda ülkemizde büyük bir kitle oruç tuttu. Allah bilir, kaç milyon kişi? Çocuklar hariç, 50 milyon Müslümanın yarısı niyetli ise, demek ki 25 milyon kişi. Herhalde bu milyonun en az 15 milyonu televizyon seyrediyor olsa gerek. Yazın ve eylülün ilk yarısında günler çok uzun olduğu için, oruç tutmak kolay değildir – hele su içememek. Bu durumda, karnı aç, damakları susuzluktan kurumuş insanların gözünün önünde, yaz sıcağında, ekrana mükellef yemekler ve serinletici içecekler getirmek, iz’ansızlık değil de nedir? İştah açıcı görüntüler, en mümin ve oruca en dayanıklı insanlarımızı yaman sınamakta olsa gerek. Ramazanda yiyecek programlarıyla reklamlarını azaltmak ya da iftara kadar hiç göstermemek düşünülemez miydi? Aslında “sultan” olmayan aylarda da, yemek programları bakımından bir sorun var. Gösterilen yemeklerin çoğu, yoksul ailelerin çoğu tarafından satın alınamayacak kadar pahalı maddeler ve mutfak araçları gerektirmektedir. Ülkemizde milyonlarca aile –açlık çekmekte olmasa bile– en ucuz yiyeceklerle karın doyurmaya çabalamak zorundadır. Kentlerde, kasabalarda, köylerde iki somun ekmek almak için para bulmakta güçlük çeken insanlarımız var. Çoğunun –çoluk çocuk– yakın gelecekte (belki ömür boyu) yiyemeyeceği lüks yemeklere özendirilmesi vicdansızlık değil midir? TV’lerdeki yemek, lokanta, restoran, besi programlarında ve yiyecek içecek reklamlarında gösterilen, anlatılan, peşkeş çekilen maddelerin çoğunu satın almaya ailelerimizin yarısından fazlasının gelirinin el vermeyeceğini tahmin etmek zor değil. Böyle bir kesimi imrendirmenin, ağzının suyunu akıttırmanın anlamı var mı? Yoksullarımıza âdeta ekrandan işkence ediliyor. İletişimcilerimizden, şirketlerden ve reklamcılardan biraz daha düşünceli olmalarını bekleyemez miyiz? 19
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle