17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Cumhuriyet Ankara 265/31 Temmuz 2009 Biret ve Alperen Yersiz Karşılaştırmalardan Kaçınma Gereği.. erçek anlamda “dinlenmek” ve “kafayı boşaltmak” istiyor musunuz? Eğer olanağınız varsa, “tüm kepenklerinizi kapatarak” ve “ülkenizden ayrı durarak” bir gezi yapın! Gazete görmeyin, televizyon seyretmeyin, internete girmeyin, hâttâ cep telefonunuz bile kapalı olsun! Sonunda gerginliklerden arınmış, duru bir kafa ile döndüğünüzü göreceksiniz. Birikmiş konuları yazıp bırakarak gittiğim Norveç’te yaptığım gezide de yan gelip yattığımı sanmayın, eşimle birlikte pek çok müzeyi gezdik, ünlü besteci Edvard Grieg’in Bergen’deki evini ve adına kurulan müzeyi ziyaret ettik, Oslo’da dünyada açılan son büyük operaevinde yutkunarak incelemelerde bulunduk. Sonra da ayağımın yeşiliyle (çünkü Norveç’te insanın ayağı toza bulaşmıyor!) Kapadokya’da bir oda müziği atölyesi ve konserleri izledim. Tüm bunları önümüzdeki haftalarda sizlerle paylaşacağım. Ama bu hafta öncelikle dönüşte karşılaştıklarım ve yaşadığım şaşkınlıklarla ilgili yazmak istedim. İlk “sıcak temas”ı uçakta günün gazeteleriyle yaşadım! Günümüzdeki gazetesite yapıcılarının pek sevdikleri moda tabirle tam bir “şok”tu bu temas! Neler olmamış ki! Alperenler’in İdil Biret konserine, görevi kışkırtma olan bir gazetenin yayını sonrası giriştikleri saldırı, “ajitasyon ve provokasyon”un “saplantı sahipleri” üzerinde nelere kâdir olduğunu gösterivermişti! Ankara’dan İstanbul’a gittikten sonra pek çok olumlu kültürsanat projesine imza atan, İlber Ortaylı’nın deyimiyle “tertipçi” Hakan Erdoğan’la yapılmış söyleşiyi okudum. İdil Biret’in güler yüzüyle Alperenler’in haşin bakışlı başkanının birbirlerine verdikleri armağanlarla çektirdiği “özür buluşması” fotoğrafını gördüm. Fazıl Say’la yapılmış bir söyleşiyi okudum. Gelip bilgisayar başına geçtiğimde yüzlerce iletiyle karşılaştım, aralarında İdil’in eşi sevgili adaşım Şefik Büyükyüksel’in malum gazetenin birinci sayfasına bakmamı uyaran hayli eskimiş iletisi de vardı! Sonraki günlerde kimi politika yazarlarının değerlendirmelerini de okudum. Kim ne demiş, buna girmenin âlemi yok ama bir noktaya dikkati çekmek isterim. Kimse, özellikle politik tavırlar açıklamalar yönünden Fazıl Say’la İdil Biret’i açıkça veya gizliden karşılaştırmaya kalkışmasın. Çünkü çok farklı ortamlarda ve dönemlerde yetişmiş, üretimleri, birikimleri, ülkeyi temsil yetenekleriyle “sanatçı” nitelendirmesini hak etmiş iki değerli müzisyenimizi “şöyle davransaydı, böyle söyleseydi” gibi öneriler getirerek, kimse hırpalama girişiminde bulunmasın. İki müzisyenimizin ortak noktası, “yurtsever olmaları ve kendi çizgilerinde dik duruşları”dır. 39 yaşına dayanan, ilerici bir aile ortamında Ankara’da yetişip sonra dışarıya açılan Fazıl, İdil’in oğlu yaşındadır. Son söyleşisindeki özellikle Biret’le ilgili dikkatli değerlendirmesini okuduktan sonra, ilk gençliğinde sergilediği bazı atak söylemleri bırakarak dikkatli, olgun bir noktaya evrildiğini görerek memnun oldum. Medyanın 12 Eylül 1980 sonrası geliştirdiği “kişile G Yans malar Şefik KAHRAMANKAPTAN [email protected] ri birbirine düşürerek lâfla haber yapmak” yönteminin, değerli müzisyenlerimiz, sanatçılarımız için bilerek ya da alışkanlık sonucu uygulanmamasını diliyorum. AÜDK’den teşekkür ve eleştiriler Yüzlerce iletiyi tek tek tarayıp, gerekli olanları yanıtlamaya çalışırken, Ankara Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nın diploma töreniyle ilgili yazıma ilişkin hayli iletiye rastladım. Kimileri “teşekkür” ediyordu, bazı öğrencilerden gelen iletilerde “Hocam bizim okulu kötülemeyin lütfen” diyen bile vardı. Herhalde yazılanları ve amacı anlayamamışlardı. En uzun ve akademik görünümlü olanı, Prof. Mustafa Apaydın’dan gelendi. Özellikle koroların yaygınlaşması ve dayanışması konusundaki dernekçilik girişimlerini, bu yöndeki çalışmalarını, başarılarını hep takdir ettiğim Apaydın, yazımdaki kimi kanılarımdan, saptamalarımdan alınmış görünüyordu. İki sayfalık uzun bir ileti göndermişti. Benim konuya “bilgisizce” yaklaştığımı düşünüyordu! Öncelikle bilinmesini istediğim husus şu: Ben “müzikçi” değilim, SBFBYYO mezunu kırk yıllık bir gazeteciyim, uzmanlaştığım alan ise sanat. Müzikçiler arasında hiç akrabam yok! Eşim, çocuklarım müzikçi değil, bu alanda akademisyenlik iddiasında değiller. Baleci de değiller, şancı da... Akademisyen değilim, bu alanda bir iddiam da yok! Dolayısıyla bu câmiada beni “rakip” görecek, kendilerini “kıskandığımı”, yazılarımda kendimi, eşimi, çocuklarımı kayırdığımı düşünecek kimse bulunmaması gerekiyor. Hiçbir kurum ve kişiyle meselem yoktur. Kendime özgü söylemimle, olabildiğince objektif olmaya çalışarak ve “herkesin anlayabileceği bir dille”, dikkatlice eleştiririm, anlayan anlar! Bu durumu sanat camiasında “nepotizm akraba kayırmacılık” ve “nalıncı keserliği” örneklerine çok rast landığı için özellikle belirtiyorum. Çünkü Türkiye insanların kendi yetenekleri, becerileri ve evrensel doğrulara göre değerlendirildiği bir ülke olamadı. Akrabalık, cemaat, hemşerilik ilişkileriyle yürümeye başladı işler. Bileğinin hakkıyla bir kadro alana bile “Kimin nesi, hangi cemaatten, dernekten?” diye bakılır oldu! Birkaç gazeteci saptaması daha... AÜDK’de “OperaKoro Bölümü Başkanı” olan Sayın Apaydın, o yazımda kendisinin koro şefliğiyle ilgili bazı gözlemlerim konusuna hiç girmemiş, genel anlamda teşekkür ederek “yararlandım” demekle yetiniyor ama “OperaKoro diye bölüm olmaz, adam gibi Şan Bölümü, bunun altında Koro dersi olur! Öncelikli olan şarkıcılık tekniğinin öğretilmesidir. Şarkıcı solo da söyler, koro da!” saptamama belli ki çok alınmış! Sanıyorum ki Prof. Apaydın, kendisinin bir koro şefi olarak yetişme sürecinin, akademik olduğu varsayılan bir ortama nasıl uyarlanabileceğini kafasında tasarlamış ve tek doğru yolun bu olacağına inanıyor. Kendine göre model oluşturup, bunu “tek doğru” ve “bilimsel gerçek” gibi herkesi kabule zorlamayı doğrusu anlamakta güçlük çekiyorum. Buradaki sütunlar, Sayın Apaydın’ın iki sayfalık mektubuna yer verebileceğim uzunlukta değil, ayrıca genel okuyucumuzu da belki çok fazla ilgilendirmeyebilir. Çünkü bu yazıları ben “müzikçiler ve akademisyenler” için değil, genel okuyucu kitlem için yazıyorum. Bu nedenle Sayın Apaydın’ın görüşlerine Andante dergisinin gelecek sayısında yer ve yanıt vermeyi planlıyorum. Ama günümüzde Türkiye’nin sorunlarından birkaçı üzerine kısa saptamaları gene burada belirtmekte yarar görüyorum. Sunulan her “bilgi” doğru değildir. “Bilgi” diye sunulan, bilerek ya da bilmeyerek yanlış, kirli, saptırılmış olabilir! Bu tür bilgi sunumlarıyla (ve ihbarlarla) özellikle konuya yabancı olan politikacı ve kültür bakanlarının hayli yanıltıldığını çok kişi örnekleriyle anımsayabilir. Bu tür sunumlardan özenle kaçınmak, uzak durmak gerekir. Fizik, matematik, kimya gibi bir temel bilim, “pozitif” bir bilim değil, daha çok bir “sanat” olan müzikle ilgili konular, günümüzde üniversitelerin akademik sistemi içinde bölümlere verilen “ad”larla değil, evrensel doğrularla, yüzyıllar içinde gelişmiş, verimliliği saptanmış modellerle karşılaştırmalı olarak değerlendirilmelidir. Bölümler bürokratik anlamda verilen “adla” değil, içeriği ve eğitim yeterliliğiyle, mezunlarının evrensel anlamda denkliğiyle ölçülmelidir. Türkiye, “işe göre adam” yerine “adama göre iş” anlayışıyla yapılanlardan çok çekti. Operada “başrejisörlük” ve “başkoreograflık” unvanlarında olduğu gibi, 60 yıl önce birilerine göre yasayla tanımlanmış kimi “kadro unvanları”nın yarattığı olumsuzlukları bilen biliyor! Benzeri durumları yaşayan başka kurumlar da var! Koro şefi Prof. Mustafa Apaydın 18
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle