Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
aranlıktakiler bir anne ile bir oğlun öyküsü. Çağan Irmak’ın “Babam ve Oğlum” filmi bir babayla oğlunun filmiydi oysa. Farklı içerikte, farklı işleniş biçimleri ve farklı bir anlatım da olsa, aynı duyguyla beyaz perdeye aktarılan öykülerdir. Babaoğulun çatışması, anneoğul çatışmasına oranla daha keskin ve daha kırıcı; babaoğul yakınlaşması anaoğul yakınlaşmasına göre daha uzak ve daha mesafeli ve babaoğul ilişkisi, anaoğul ilişkisine oranla yazgı birlikteliğinde daha ilgisiz. Ne ki iki film de duygu yüklü. Aile ilişkisi bağlamında, annebabanın çocuklarıyla olan ilişkilerinde, yaşamın tüm çarpıklığına karşın içtenlikli bir alışverişin varlığının göz ardı edilemeyeceğini belirten yazar/ yönetmen Çağan Irmak, söz konusu içtenliğin azıcığının insan ilişki K “Karanlıktakiler” ? Prof. Dr. Necdet ADABAĞ Cumhuriyet Ankara 278/30 Ekim 2009 lerinde de olması gerektiğinin beklentisi içinde olduğunu göstermek gibi bir çaba içindedir sanki. Oysa özelde ülkemizde, genelde dünyada artık çıkar ilişkileri üzerine kurulu bir yeni dünya düzeninin sonucu özgürlükçülük kandırmacısıyla insana dayatılan yoğun bir sömürü sarmalı içine çekilen çağımız insanı tüm kötülüklerle karşı karşıya kalmak zorunda bırakılmıştır. Bu bağlamda çağımız insanının yaşadığı yalnızlık, çevresine yabancılaşma, yozluk, çürümüşlük, kısacası, insansızlık, insanımızın açlık sorunu yanında bir başka temel sorun yaşamasına neden olmuştur. Ne ki gün be gün artan insan ilişkilerindeki duyarsızlık, insanı daha çok içine kapanmaya ve giderek yalnızlığıyla baş başa kalmaya itmiştir. İnsanoğlunun yazgısını bire bir paylaşan bir tek yalnızlığı kalmıştır sanki yanında. Ancak yalnızlık da başlı başına bir sorundur. Bu sorunu göğüslemenin farklı yolları vardır. Kokuşmuşluk içinde kıvranan in sanın yalnızlığı seçmesi yaşam sorunsalını çözdüğü anlamına gelmez. Gerçekte bir yandan benimsediği, öte yandan kaçmak istediği yalnızlığına karşı ortaya koymuş olduğu tepkiler çeşitli biçimlerde sergilenirken Karanlıktakiler’deki Gülseren Hanım (Meral Çetinkaya) karanlık korkusu ve insan korkusunu yalnızlığına karşı bir tepki olarak kullanmıştır. Yalnızlıktan çıkmak, dışarıdaki dünyaya özlem duymak ama çıkamamak gibi bir çaresizlik ruhsal yönden Gülseren Hanım’ı çöküntüye uğratmıştır. Dışarıyla olan ilişkisini ancak oğlu Egemen (Erdem Akakçe) ve bir de, binde bir uğrayan kızkardeşiyle sağlamaya çalışmıştır. Pencere perdesi arkasındaki çarpıntılı soluk alışverişlerine, ayrıca kendisini sürekli gözaltında tutan komşu çocuklarına olan kızgınlığına karşın kadının yüzündeki perdelenmiş hınzırca gülüşleri ve yarı kızgın tavırları, çocukların, kendisini de öyle ya da böyle oyunları içine çekmiş olmalarından ötürü duyduğu mutluluğunun işareti olarak gös terilebilir. Çocuklarla, annelerine olan sataşmaları ya da onlarla yaptığı ağız kavgaları, söz kalabalığı da gerçekte kendisinin var olduğunu, yaşadığını ve sokak havasına duyduğu özlemi kendi kendisine kanıtlamaya dönük bir çabanın ürünüdür sanki. Meral Çetinkaya bu incelikli gelgitleri çok güzel örüyor kafasında ve uyguluyor. Görkemli bir başarım (performans) sergiliyor. Öykünün iki temel öğesinden biridir. Çetinkaya’yı tiyatroda izleme olanağım olmadı hiç. Ben, sanatçıyı “Bizimkiler” adlı dizide tanıdım. İzleyebildiğim kadarıyla, öz karakteriyle özdeşleşen rolünde çok başarılıydı ve dizide öne çıkan sanatçılardan biriydi. Meral Çetinkaya bu filmde de oynadığı rolüyle kusursuz özdeşleşmiş, bir anlamda kendisini oynamıştır. Sanatçının karakterine özdeş bir rolde oynaması rolüne çokça sahicilik kazandırır, bunda kuşku yok. Bu anlamda, örneğin, Marilyn Monroe’nin en başarılı filmi, bana göre, “Uygunsuzlar”dır. ‘Varmısınyokmusun’oyunu! ÖYKÜNÜN ikinci temel öğesi oğul Egemen’dir. Annesi gibi yalnızdır. Bir işi vardır. Çarşıda pazarda koşuşturan biridir. Çalışmak zorundadır, çünkü geçim kaynakları dardır. Ev kiralarından sağladıkları kazanç, teyzesinin kendilerine verdiğiyle sınırlıdır. Çalıştığı işyerinin sahibesine yoğun duygular besler. Karşılık göremeyince büyük bir düş kırıklığına uğrar. Gerçekte, onunki, bir kumar oynamaktır. “Var mısın yok musun” oyunudur sanki. Yitirir. Yitirmesi doğaldır. Bu, zaten toplumsal sınıf farklılığının gereğidir. İşinden de olur. İnsanoğlunun tüm niteliklerini taşımaktadır; kin ve zaman zaman annesinin aşırı taşkınlığına tepki olsun diye sergilediği kızgınlık anlarını saymazsak, öfkeden yoksundur. İnsancı ve insancıl yaklaşımlarının karşılığını görmez. O da toplumdan soyutlanmış tek başına bir insandır. Umutsuz ve umarsız bir yaşam çizgisinde devinirken karanlıklardan çıkmanın yollarını aramaya koyulur. Bu arayış salt Egemen’e özgü bir arayış değildir; günümüzde herkesin ama herkesin aydınlık yolların arayışı içinde olduğu tartışma götürmez. Ne ki insanla insan arasına artık uçurumlar sokarak, insanla insanı birbirine düşüren, ardından insanın insanla hesaplaşmasını engelleyen ve insanı yazgısıyla baş başa bırakan küreselleşen dünyanın koşullarında Egemen de yazgısıyla hesaplaşmanın yollarını aramak zorunda kalır. Sanki onu o hallere düşürenin yazgısı olduğu varsayımından kalkarak… Başvurduğu yol bir başkaldırı olabilir. Öyledir de çoğu kez. Bu yola başvuranların çoğunun kafasındaki tasarım gibi. Küçük Brutus, örneğin, yazgının kendisine oynadığı oyuna bir karşılık vermek ister ve Tanrıların çok gocundukları bir oyun oynar yazgıya. Yitiren kim olur bilinmez ama Brutus kendince yazgıya kafa tutmuş olmanın gururunu yaşar. Acaba Pavese de böyle bir gurur yaşadı mı? Kendi eliyle ölüme giderken, kafasındaki, yalnızlığını sonlandırmak mı yoksa yazgısına kafa tutmak mıydı ? Belki de yalnızlığına aynadaki imgesinin yanı sıra bir de ölümü ortak etmek gibi! Gülseren hanımefendi ve Egemen beyefendi iki tekerlekli bir motosikletin üzerinde, yaşamak ihtirasını bir yana iterek, dünyanın ne olduğunu çok da anlamadan, bilinmeze doğru yol alırlarken aslında bir karanlıktan çıkıp, sanki bir ötekine uzanıyor, belki de gidip Dite’nin karanlıklarına saplanıyorlardı. Bana göre Karanlıktakiler filmi yaşamak isteyen ama yaşayamayanların karmaşık öyküsüdür. Türk sineması giderek boyut kazanmakta ve çok yönlü olmaktadır. Bu da yönetmen ve yazarların bir tek dalda durmayıp çok yönlü okumuş olmalarına ve kendilerini sinema okulları olmasa da kendi başlarına eğitmiş olmalarına bağlıdır. Doğru olanın,Yeşilçam gibi çok film yapmak değil, az ve öz film yapmak ve Avrupa’da, Amerika’da ses getirmektir. Ayrıca gene Yeşilçam’dan farklı olarak bu topluma bir şeyler kazandırmaktır. Ne ki bu genç yönetmenlerin yetişmesinde gene de Yeşilçam’ın kimi ustalarının payı olduğunu düşünüyorum. Halit Refiğ gibi. 2