01 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 12 NİSAN 2020 İstanbul’daki eski salgınlarda kullanılan “caranta” sözcüğü zaman içinde “karantina” olmuş LALEHAN UTKAN [email protected] İ stanbul’un büyüleyici güzelliğini en kısa yoldan ifade eden tek cümle, şüphesiz, Napolyon’a ait olandır: “Dünya tek bir ülke olsa idi, başkenti kesinlikle İstanbul olurdu.” İhtişamının yanı sıra, tarihi boyunca geçirdiği salgın hastalıklar ve uğradığı yıkımlar da damgasını vurmuştur bu güzel kente. Tarihöncesi çağlardan bu yana hep bir ticaret kenti olmuş İstanbul. Haliç olarak adlandırdığımız, Bizanslıların ise şeklini benzetmeleri sebebiyle keras (boynuz) dedikleri körfez, Marmara Denizi’nden içlere doğru uzanan korunaklı yapısından dolayı ticaret limanlarına ev sahipliği yapmış asırlar boyunca. Güney kıyılarında bulunan Neorion, Prosphorion limanlarının yanı sıra, X. yüzyıldan itibaren Venedikli, Cenevizli, Amalfili Latin tüccarların, Bizans’ın başkentinde iskeleler kurma ve ticaret yapma imtiyazlarını sağlamasıyla günümüzdeki Tophane ve Azapkapı arasında kalan bölgede, irili ufaklı limanlar inşa edilmişti. Özellikle deniz ticaretini elinde tutması sebebiyle geleni gideni eksik olmayan, her daim kozmopolit bir demografik yapıya sahip olan bir şehirdi İstanbul. Limanlara gelen denizcilerin yanı sıra seyyahlar, maceraperestler, sanatçılar, yüzyıllar boyunca salgın hastalıkları da beraberlerinde taşıdılar kente. Eski çağlarda, gemiciler aracılığıyla gelen hastalıklardan korunmak amacıyla kente gelen gemiler, 40 gün boyunca Kız Kulesi çevresinde bekletilir ve Haliç’teki limanlara giremezlerdi. Bu 40 gün bekletme olayından sebep, “caranta” sözcüğü zaman içinde değişmiş, “karantina” şeklinde konuşma dilimize yerleşmiştir. KEDILERIN DEVRI Alınan tüm önlemlere karşın kara ölüm denilen veba salgını görülür kent tarihinde. Veba hastalığına sebep olan bakterinin, Çin ve Orta Asya’dan çıktığı, göçler ve ticari faaliyetlerle birlikte tüm dünyaya yayıldığı biliniyor. 1894 yılında yapılan çalışmalarla adı konulan bu bakteri öncelikle vahşi kemirgenlerde görülür, kan emerek yaşayan pireler aracılığıyla yayılarak çoğalır. İnsanlara geçmesi, kemirgenlerin ısırması ile olduğu kadar yoksul kesimlerde bu hayvanların yiyecek olarak da tüketilmesinden kaynaklanmaktadır. Özellikle Bizans devrinde fareler, kara ölüm vebanın kaynağı olarak görülmüş, farenin en büyük ilacı olan kediler ise başlıca sokak hayvanları olarak bu devre damgasını vurmuşlardır. Bizans devrindeki en yıkıcı salgınlardan biri, Vl. yüzyılda İmparator Justinianus döneminde yaşanmış. Daha sonraları Galata olarak adlandırılacak olan, şehrin 13. bölgesi Sykai’deki salgın, şehir nüfusunu neredeyse yarı yarıya azaltmış. Tarihçi Prokopios, şehir surlarındaki kulelerin ölü bedenlerle doldurulduğunu, salgın sonrasında şehri dayanılmaz bir kokunun sardığını anlatır. Bir başka büyük salgın ise 697 yılında meydana gelir. Haliç’in güney kıyısında bulunan ve o sırada dolmuş olan Neorion Limanı’nın temizlenmesi sonucu çıkan cüruf, şehirde korkunç bir veba salgınına sebep olmuştur. Şehir nüfusunun tarih boyunca salgın hastalıklar sebebiyle darbe aldığını kanıtlayan en kapsamlı çalışmalardan biri, 19131919 yılla Koronavirüs ilk 1829’daki kolera ve 1836’daki 30 bin kişinin ölümüyle sonuçlanan veba salgını sırasında Kız Kulesi karantina hastanesi olarak kullanıldı... değil Kolera salgını sırasında Fransa’dan gelen iki rahibe, Galata’da kule dibinde kiraladıkları bir odaya koydukları 8 yatak ile evsizleri tedavi eder. rı arasında günümüzde Arap Camii olarak bilinen, 13231337 arası Cenevizli Dominikenlerin yaptığı ve Aziz Dominucus’a adadıkları yapıda gerçekleşen onarım çalışmalarıdır. Bu çalışmalar sırasında döşeme kaldırılmış, pek çoğunun üzerinde 1347 tarihi bulunan mezar taşlarına ulaşılmıştır. Anlaşılan o ki Avrupa’yı vuran veba salgını, öncesinde, 1347 yılında, İstanbul’a da uğramıştı. EN UZUN SÜREN CAMI Şehrin kaderi, fetih sonrası Osmanlı payitahtı olduğunda da değişmemiş, irili ufaklı veba ve kolera salgınları, İstanbul halkının korkulu rüyalar görmesine sebep olmuştur. Tek tek sayılamayacak kadar fazla olan bu salgınlardan biri 1597 yılında yaşanan salgındır. İnşasını Safiye Sultan’ın henüz başlattığı Yeni Camii’nin mimarı Davud Ağa da bu salgından sebep hayatını kaybetmiş, yarım kalan inşaat 1663’te tamamlanarak Osmanlı tarihine “en uzun sürede tamamlanan cami” olarak adını yazdırmıştır. 1826 yılında ortaya çıkan salgın ise II. Mahmut’un yeniçeri ocaklarını ortadan kaldırmasının sebepleri arasındaki yerini alır. Eminönü taraflarında halkın “melek girmez” olarak adlandırdığı bölgede bulunan yeniçerilere ait bekâr odaları, fuhuşun ve her türlü kanunsuzluğun merkezi haline gelince, günde 1000 kişinin ölümüne sebep olan salgının buradan çıktığı iddia edilmiş, bölgedeki tüm yeniçeri odaları sultanın emriyle yıkılmıştır. HASTANELER KURULDU 1829’daki kolera ve 1836’daki, 30 bin kişinin ölümüyle sonuçlanan veba salgını sırasında ise Kız Kulesi karantina hastanesi olarak kullanılmıştır. 1865 yılındaki kolera salgını ise İstanbul halkının, modern sayılabilecek belediye hastaneleri ile tanışmasına sebep olur. Salgın sırasında Fransa’dan gelen iki rahibe, Galata’da kule dibinde kiraladıkları bir odaya koydukları 8 yatak ile sokaktan topladıkları evsizleri tedavi etmeye başlarlar. Salgın söndüğünde halkın takdirini kazanan rahibelere, şimdi Beyoğlu Belediyesi olan Vl. Daire, aynı yerde ahşap bir ev kiralar. Yönetimi belediyede, işletmesi rahibelerde olmak üzere ilk belediye hastanesi de böylece açılmış olur. Böylece, 1836 yılına dek bimarhaneler, sonrasında, ordu ihtiyaçları sebebiyle kurulan askeri hastanelere, bu salgınla birlikte belediye hastaneleri de eklenir. XIX. yüzyıl sonlarına doğru salgınları önlemek üzere “tebhirhaneler” kurulur. Bir çeşit dezenfektan üreten bu kurumlar, Tophane, Gedikpaşa ve Üsküdar’da faaliyet göstermişler. 1970li yılların başında görülen kolera salgını ise yaş aralığı 55 üzeri olan İstanbul sakinlerinin hafızalarındaki yerini koruyor. Büyük salgınlar, İstanbul gibi büyük ve kozmopolit bir yapıya sahip olan şehirlerin değişmez kaderi... Kendimizi evlerimizde izole etmek, moral ve pozitif enerjimizi en yüksek noktada tutarak bağışıklık sistemimizi güçlendirmek ise hastalıkların olmazsa olmaztedbirlerinden biri gibi. Sağlıklı günler en yakın zamanda bizlerle olsun... Hem sağlığa hem de çiftçiye destek Arayın evinize gelsin Sağlıklı gıdaya ulaşmanın da zorlaştığı günlerdeyiz. Daha doğrusu markete gitmek, alınan ürünleri evde dezenfekte etmek büyük bir mücadele gerektiriyor. Bu süreçte ekolojik tarım yapan ve eve sipariş gönderen çiftlikler, kooperatifler hayat kurtaran alternatifler arasında. İşte size minik bir liste... u Kendine Bostan (Eğlenceli Çiftlik): Antalya Kaş’ta ürettikleri sebzeleri doğrudan sofranıza ulaştırıyor. Sürdürülebilir tarım modelini uaygulayan çiftliğin internet adresi www.kendinebostan. com’dan ürünleri inceleyibilir, sipariş verebilirsiniz. Telefon: 0505 573 83 71 u Gelibolu Çifliği: Çanakkale Gelibolu’da bir aile çiftliği. Taze sebze ve meyvenin yanı sıra reçeller, turşular, bakliyatlar ile doğal aromatik bitkiler de satışa sunuluyor. www.geliboluciftligi. com’dan bilgi alabilirsiniz. Telefon: 0542 250 13 00 u Vakıflı Köyü Kooperatifi: Hatay Vakıflı’da, Türkiye’nin ilk organik köylerinden. Tüm ürünler kadınların dayanışmasıyla hazırlanıyor. Kooperatif, Çiftçiden Eve hareketinin de üyesi. Kooperatifçi kadınları ve pek çok üreticiyi www.ciftcideneve. com’dan takip edebilirsiniz. Telefon: 0538 894 34 31 u Kaz Dağı Kadınları Kooperatif Girişimi: Çanakkale Ayvacık’a bağlı Nusratlı köyünde kadınlar evde ürettiklerinin fazlasını satıyorlar. Reçel, turşu, tarhana, sirke, zeytinyağı dahil geniş bir ürün seçenekleri var. Telefon: Süheyla Doğan / 0533 455 2102 u Eski Tadında: Balıkesir’de atalık tohumlarla organik tarım yapan bir çiftlik. Meyve, sebze, süt ve süt ürünleri, kuruyemiş dahil pek çok ürüne ilişkin www. eskitadinda.com’dan bilgi alabilir, sipariş verebilirsiniz. Telefon: 0532 211 19 93 Botoks, retweet, like, kelle paça! 1 “ H erkes bir gün on beş dakikalığına ünlü olacak” derken Andy Warhol kehanette bulunmuyor du, eldeki verileri iyi tartmış, popüler kültüre duyduğu ilginin sonucunda bu ka nıya varmıştı. O günlerdeyiz artık. Bilişim olanaklarının zenginliği, sosyal medyanın tuhaflığı sayesinde uçucu ünlenmeyi herkes yaşıyor. Bilinmek, sevilmek, takdir edilmek her kişinin farklı tonlarda da olsa hoşuna gi decek duygular doğurur. “On beş dakika lık şöhret için kişi ne yapıyor peki”, asıl so ru budur. “Her ne olursa olsun adım, fotoğ rafım görünsün, tanınsın” diye çabalamanın anlamı nedir? Kılıktan kılığa girerek kendini rezil etme pahasına öne atılanlara rastlıyoruz sıkça. Hangi gerekçeden fikrinin sorulduğunu bil mediğimiz kimseler akıl verir oluyor, gide rek bu kolay kavranan (!) sözler bilgi sayıl maya başlanıyor; bu kez yanlışı düzeltmek için çırpınanlar, esas görevlerini unutup on beş dakikalık şöhretlerle boğuşmak zorun da kalıyor. Üstelik müritlik öylesine güç lü bir bağ kuruyor ki bu ne olduğu belir siz ünlülerle takipçileri arasında, bir de on ların koro halinde hakaretlerine, iftiraları na maruz kalıyorsunuz. Bunca iletinin, bil ginin bombardıman halinde yaşamımızı iş gal ettiği dönemde özgün olmak, kendin gi bi davranmak pek kolay değil. Diyeceğim; sosyal medya ün getiriyor, hızlı iletişim/et ki sağlıyor, lakin özgün fikre, nitelikli tar tışmaya rastlayamıyorsunuz. Oğuz Atay 2 K işilerin kolaylıkla birbirine ulaşması, iletişim kurması demokratik bir ortam sağlıyor gibi durabilir ilk bakışta. Oysa ölçüt kaybolunca, değerler yitince, görüntüde sağlanan eşitlik, özgürlük cehaletin egemenliği halini alıyor. Bilime en çok gereksinim duyulduğu süreçte “kelle paça lobisi” iktidarı ele geçiyor; “neden?” derseniz, çok izlenme fetişizmi geniş toplulukları uyuşturarak ele geçiriyor, buna karşı özgür düşünceyi savunmaksa neredeyse suç sayılıyor. Ekrana çıkıp yazar/psikolog sıfatını kullanan bir kişi, tepeden ayağa yalan yanlış bilgileri (!) çekinmeden savuruyor. Herhangi bir ölçü, ilke, değer olmadığı için de bu tutum demokrasi içinde meşru sayılıyor. Olağan koşullarda kültür/bilim dünya sından silinmesi beklenen bu tipler, tersine, güçlü bir iktidarı paylaşıyor. 3 M uzaffer Buyrukçu içinde bitip tükenmeyen ünlü olma duygusun dan söz açar Günlükler’inde! Bir zaman utanır bu halinden, oysa bugünden bakınca kendi demesiyle yaratısının fark edilmesini istemek, gelecek kuşaklara kalmayı arzulamak, insanlık için yararlı işler yaptığını göstermek kötücül bir arzu değildir. Çocukça bir yanı varsa da bu duygunun, anlaşılır olduğunu kabul etmeliyiz. Oğuz Atay, tek tük satan romanlarının ardından üzüntüyle baktığında, onu avutmak için söylenen “Büyük yazarsın, gelecekte anlaşılacaksın” sözlerine “Ben şimdi anlaşılmak istiyorum” yanıtını verir. Elbet uçuşu, on beş dakikalık ünlüler dünyasında, bu türden insanlara yer yoktur. Herkesin ederi, RT ve like ile ölçülür halde şu günlerde. Aslında ömrü de o kadar. 4 K orona günlerinde, eve tıkılınca tuhaf sorunlar açığa çıkmaya başlıyor. Botoks zamanı gelen kimselerin derdini düşünsenize ya da saç dipleri görünmeye başlayan insanların talihsizliğini, çaresizliğini. Önemsiz değildir bu türden sorunlar da, insan nasıl olmak, görünmek isterse öyle olabilmelidir; koşullar öncelikleri değiştiriyor, sonuçları daha ileride görmek kaydıyla erteliyoruz bazen. Aile içi şiddet vakalarının artması şaşırtıcı değil, boşanma davalarının artması da! Bir de onca yıllık emeğini bir çırpıda yerle bir edenlere rastlıyoruz. Ekrandan birilerine yaranmak için bilim insanı olma vasfını feda edenler, en acıklı durumda olanlar. Ün, beraberinde iktidar getiriyor; nasıl geldiği önemli olmazsa eğer, hızla tükeniyor, geri de insan enkazları kalıyor. Hazin... 5 “ Dostlukların da ömrü vardır” diye yazmıştım “Dostlar Kitabı”nda. Zorlamak, uzatmak için çabalamayı yersiz bulduğumu söylemiştim. Bir süre kendini kandırsa bile kişi, sonra inadından vazgeçmek zorunda kalıyor. Ölüm nasıl yaşamın doğal parçasıysa dostlar da, koşullar değişince ilişkinin sona erdiğini kabul edebilmeli. Ölüm yenilgi değildir. Aşk nesnel gerekçe istemeyebilir, dostluk için aynı cümleyi kuramam; birini neden sevdiğimizi, söyleştiğimizi, bilmeli, tarif etmeliyiz. Gülünç, anlamsız, başkası tarafından boşuna sayılsa da artık o gerekçe ortadan kalktığında ısrar etmenin anlamı yoktur. 6 Gecikmiş olarak “Kör Baykuş”u okudum. Sadık Hidâyet’in romancı olarak intiharını nasıl kurguladığını gördüm. 9 Nisan 1951 günü Paris’te oturduğu evin gaz musluğunu açarak intihar eder Hidâyet. Tertemiz giyinmiş, tıraş olmuştur. Parası vardır. “Kör Baykuş”un bir yerinde kahramanı şöyle diyor Hidâyet’in: “Yazmak bir ihtiyaçtı, zorunlu görevdi benim için. Uzun süredir bana işkence eden bu devi öldürmek istiyordum, çektiklerimi kâğıda geçirmek istiyordum.” Evinde cansız bedenini bulan arkadaşları, yanı başında yakılmış müsveddeleri 7 Kni görecekti. apitalizm ahmakla bilgeyi eşitler. ENVER AYSEVER KURŞUNKALEM Aşk nesnel gerekçe istemeyebilir, dostluk için aynı cümleyi kuramam; birini neden sevdiğimizi, söyleştiğimizi, bilmeli, tarif etmeliyiz. Artık o gerekçe ortadan kalktığında ısrar etmenin anlamı yoktur.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle