02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 5 MAYIS 2019 Ege’de bir huzur YAZGÜLÜ ALDOĞAN D idim’e her gidişimde Apollon Tapınağı’nı ziyaret etmek dışında yeni bir yer keşfediyorum. Bu kez de şahane lokanta keşfettik: Gelebeç! Söke Güllübahçe’de, sahilden uzaklaşıp biraz tırmanıyorsunuz ki manzara şahane olsun. Ova, deniz ve mehtap tam karşınızda, hemen yanı başında ise kaderine terk edilmiş Aya Nikola Kilisesi. Gelebeç, ekabir bir işletme, kapısında kahvaltı filan veremeyiz anlamında “14.00’ten sonra açığız” yazılı. Gece uzun sürüyor tabii. Bazen saz, bazen gitar, şarkı ve muhabbet eşliğinde. Biraz da seçiciyiz gelenlere karşı: Kapıdaki “Faşistler giremez!” yazısı nedense jandarmayı rahatsız ediyor, gidip gelip bakıyorlarmış ama Coşkun Uyanık, “Size ne, burası benim evim aynı zamanda, kapıma da istediğimi yazarım” diyormuş! Yazıyor da nitekim. Oturduğu ve lokanta olarak işlettiği taş evi tasarlamış, yemekleri ve mönüyü de. Öyle alçak gönüllü ki, “Sanatçı filan değilim, PTT’den emekliyim” diyor. Bu kadar iyi yemekler ve en önemlisi bu güzel enerji nereden çıkıyor? Burası bir aile işletmesi, müşteriler de sanki misafirleri. Bir gelen bir daha mutlaka geliyor. Beğenmedim diyen yok. Ortam, manzara iyi. Yemekler şahane! Coşkun Bey, malzemeyi bizzat seçiyor. Zeytinyağı, içmelik. Yaş mayalı ekmeği, banmalık. Kuru biber kızartması ve yaprak ciğer tava, on puanlık. Fava, börülce salatası, kabak çiçeği dolması, birbirinden lezzetli. OCAK DA YANIYOR, DOSTLUK DA ISITIYOR Coşkun Bey, masaları dolaşıp muhabbet ederken eşi Binnaz Hanım mutfağı teftişte. Not aldığımı gördükçe servisi yapan Ahmet, “Üç yıldır burada hizmet ediyorum, beni de yaz” diye tembihlemede. Açlık bastırılınca müziğe kulak verme zamanı. Şarkılar, müzik, soldan soldan geliyor hep! Didim Belediye Başkanı, Deniz Atabay de ailesiyle katılıyor aramıza. Burayı sever, sık sık gelirmiş. Şarkılar hep beraber, bağır çağır söyleniyor. Sıra tatlıda. Öyle çok çeşit yok. Ama kabak tatlısı, kireçte yapılandan. Tek lokmalık, üzeri tahinli ve cevizli. Tadımlık. Müthiş. Yazın terası çok keyifli olur, biz rüzgârdan içeride oturduk. Ama ocak da yanıyor, dostluk da ısıtıyor. Gelebeç ne demek derseniz, mübadele öncesi Rumların yaşadığı zamandan kalan adı. Şimdi Güllübahçe olmuş. Taş patikalar, taş evler ve kilisesi ile tepeköy Gelebeç, sahil ise Güllübahçe. Tabii buraya gelmeden önce Doğanbey Köyü’ne de uğrayın. Patika yollardan taş evlerin arasında dolaşın. Bir huzur yuvası köyün eski sakinlerinin anısına buraya yerleşip bahçesine bir zeytin ağacı, bir üzüm kökü diken, kimsesiz kedileri besleyen, gelen ziyaretçilere bir çay ikram edenleri görün. Hatta belki sessizlik hoşunuza gider kalırsınız bile, pansiyon da var! Şeytan lakaplı Halil dedenin anısına açılan ‘Şeytanın Kahvesi’nde sohbet şahane Ege’nin harikalarından Ayvalık, dar ve gölgeli sokakları ile karşılar insanı. Bir tarafta her yaprağında ayrı hikâyeyle salınan yaşlı zeytin ağaçları, bir yanda mavinin yeşile döndüğü deniz. Daracık sokakların iki yanı, rengârenk pencerelerinden güzel kokulu çiçeklerin uzandığı, masallardan çıkmış gibi duran eski Rum evleriyle süslü. Çeşit çeşit tokmaklarla bezenmiş ahşap kapılar gözlerinizin içine bakar “kalimera komşu” der gibi içten. Etrafta küçük küçük sanat evleri, kafeler, her biri kendi telaşında. Yaz sıcağında taş döşeli sokakları keşfederken sokak hayvanları ve durmaksızın esen rüzgâr peşinizi bırakmaz. İşte böyle rüzgarlı bir keşif günümde ilginç bir buluşma oldu, ayaklarım/adımlarım beni bu kahveye götürdü ya da önündeki yola doğru eğilmiş kocaman telli kavağın çağrısına kulak verdim. “Gel’ diyordu... “Gel otur...” Gölgesinde bulunan bir tahta sandalyeye oturdum. Yanıma sonradan adının Suat olduğunu öğrendiğim mavi gözlü güler yüzlü bir bey geldi. “Hoş geldiniz, ne arzu ederdiniz?” diye sordu, “Ne içeyim?” diye sorunca da tereddütsüz koruk suyunu önerdi. Kboriurkmtadoınlada DEDEDEN TORUNA... Yıllarca uğraşmış ve sonunda bugünkü formülü elde etmiş koruk suyunun. Henüz olgunlaşmamış üzümlerden elde edilen hafif ekşimsi, güzel kokulu, dertlere deva, ferah bir içecek. Bence zamane meşrubatlara kafa tutacak kadar lezzetli. Koruk suyu dışında her daim taze ve güzel kokulu çay ve koyu sohbetlerin arkadaşı kahve de tercih edebilirsiniz burada. Koruk suyunun ferahlığı içinde gözüm tabelaya gitti “ŞEYTANIN KAHVESI” İnsanlar neden kahvelerinin adını Şeytanın Kahvesi koyarlar diye düşünürken, kafamdan geçenleri okumuş gibi Suat Bey geldi yanıma ve başladı anlatmaya. Suat Bey’in dedesi namı diğer Şeytan Halil, eşi ve üç çocuğuyla birlikte 1922’de Midilli’den gelir Ayvalık’a. Suat Bey’in babası o zamanlar henüz anne karnında. Ayvalık’ta, Rumlardan kalan pek çok evden birine yerleşirler. O zamanlar devlet bir ev ve kişi başı 20 zeytin ağacı veriyor. Şeytan Halil burada koyun işi yapmaya başlar. Bir süre sonra eşkıyalar musallat olur başlarına. Eşkıya yataklığı yüzünden Şeytan Halil ile çoban tutuklanır ve işkence görürler, 9 ay ağır cezada yargılanırlar. O dönem gördüğü işkenceler sonucu rahatsızlanan Şeytan Halil Balıkesir Devlet Hastanesine kaldırılır, ancak tedaviler etkili olmaz ve orada 55 yaşında hayata gözlerini yumar. Kötü haber ancak 3 ay sonra ailesine ulaşır. Kötü haber üzerine Suat Bey’in babası Mustafa Adil ve amcası okulu bırakırlar. Ünlü bir kabadayı olan Parlak Hüseyin’in, şimdiki kahvenin karşısında bulunan kahvesini onun namı hesabına çalıştırmaya başlarlar. Bir yıl sonra da 150 yıllık bu binada kendi kahvelerini açarlar. Suat Bey dedesine şeytan lakabının neden verildiğini de şöyle anlatıyor: GÜVEN BAYKAN Damağımda koruk suyunun tadı, ayrılıyorum şeytanın kahvesinden. Ayvalık’ın rüzgârına bırakıyorum kendimi... “Halil dedem Midilli’de geçen çocukluk yıllarında komşunun bahçe duvarına çıkar ve gözleme yapan kadına taş atıp saklanır, kadın taşın nerden geldiğini anlamaya çalışırken dedem ikinci, üçüncü taşı atar. Sonunda kadın dedemi yakalar, yarı kızma yarı şaka yollu “şeytan seni, nereden çıktın o duvara” der. O günden sonra Halil dedem ömür boyu Şeytan Halil olarak anılır. Bu kahveye gelip şeytan arayanlar çok oluyor, ben de şeytan insanın içinde, diyorum gülüyoruz…” KÜTÜPHANESİ VAR Kahveden içeri girince eş dosttan kalan eski eşyalar, tahta üzerleri rengârenk örtülerle kaplı masalar, nostaljik ahşap sandalyeler ve duvarlardaki resimler karşılıyor sizi. Duvarlara baktıkça uzun ve duygulu bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Kocaman, silik bir eski Ayvalık fotoğrafı var sol tarafta. Gazete ve dergilerde çıkmış kahve ile ilgili haberleri de duvarda göre biliyorsunuz. Yeşilçam posteri, birçoğu hayatta olmayan sinema sanatçısı ve emekçisinin fotoğrafı… Adile Naşit elinde ziliyle koşuşturuyor Hababam Sınıfı koridorlarında. Münir Özkul o babacan bakışıyla selamlıyor. Erol Taş bir başka bakıyor…Çirkin Kral Yılmaz Güney memleket gibi! Dalıp gidiyorsun duvardaki fotoğraflara. Suat Bey çeşitli desteklerle yüzlerce kitabın, derginin ve gazetenin bulunduğu bir de kütüphane oluşturmuş kahvenin içinde. Kahve aynı zamanda pek çok filme ve dizi filme de ev sahipliği yapmış. Şerif Gören’in yönetmenliğini yaptığı, Necati Cumalı’nın aynı adlı öykü kitabından uyarlanan Ay Büyürken Uyuyamam filmi, Kırık Kanatlar, Kurşun Yarası gibi TV dizileri bunlardan sadece birkaçı. Damağımda koruk suyunun tadı, kulağımda Suat Kaçar’ın hoş sohbeti ayrılıyorum şeytanın kahvesinden, Ayvalık’ın rüzgârına bırakıyorum kendimi… Yeniden kayboluyorum ara sokaklarda… ‘Boşa geçen zaman mı?’ 1 “O n dokuzuncu yüzyılın en bilinen ve en çok övgü alan, sanat tarihine yön veren eserlere imza atan William Morris”in kitabı elimde. Sanatçı birinin siyasal metin yazması hoşuma gitti. Bildik, dayatılan kapitalist yaşama derin itirazı olan metin, üstadın yaptığı bir konuşma aslında. 30 Kasım 1884’te Sosyal Demokrasi Federasyonu’nun Londra’daki merkezinde yapıyor konuşmayı Morris. Kapitalizmin “rekabet” adını verdiği şeyin her neyse o, piyasacılık “birbiri üzerine basarak ilerlemek olduğunu” söylüyor ve bunun “savaş”la eşanlam taşıdığını açıkça ilan ediyor üstat. Dinleyicilerle söyleşirken bir türlü akıl almaz olan “boş zaman” kavramı üzerine tartışıyor. “Boş zaman” dediğimiz, yaşamak için ayırılan zaman değilse nedir? zaman nedir, nasıl akar, apayrı bir sorun Sinsi, kurnaz, yalancı muhafazakârlara sövüyor Morris ve diyor ki: “Kendini ilerici sayan liberaller günümüzün hamasetçileridir.” O gün bugündür! 2 “Zaman öldürmek” deyimi irkilticidir. Herhangi bir eylem yapmadan, ölüme doğru hızla ilerlemek için beklemek anlamına gelir. Her saniye biriciktir oysa Ölümcül çalışma çağında ortaya çıkan bir diğer kavram “boş zaman”! Burada değerli/anlamlı zaman düzen tarafından tarif edilendir. Dayatılmış Yani? İçinden geleni yapmak değersiz sayılıyor. “Boş zaman”, kapitalist kavganın dışında kalan bize ait değerli olandır aslında, doğrusu “özgür zaman” olmalı! Doğduğu günden itibaren, başka türlü yaşamanın mümkün olmadığını düşünen kişi, dayatılan yaşam biçimi içinde ayakta kalabilmek için kıyasıya yarışmaya koyulur. Artık teknolojinin gelişmesiyle, zaman iyice daralmıştır aslında. Kendini göstermek, tanıtmak, para kazanmak için sınırlı süre bulunmak tadır. Robotlarla nasıl yarışılır diye kara kara düşünen beyaz yakalılar türedi bile! Ya “boş zaman” nedir bilmez, zaten bunun özgürlük olduğunun ayırdına varmasın diye kurgulanmıştır sistem ya da bunu uzak bir olasılık olarak görür! 3 “Rekabet” sözcüğü neden kutsanır? Kişinin sürekli eksiklik duygusunda boğulması için geliştirilmiştir bu kavram: “Rekabet”! Daha iyi olma hırsı esir alır insanı. Ne denli iyi olursan ol, senden önde koşan biri hep vardır. Bitmeyecek bir yarışta en önde olma hedefi akılcı değildir! Bu gerçeklikten uzak arayışı, öylesine güzel, yaldızlı paketle pazarlar ki sistem, sorgusuz teslim olunur! “En iyi bankacı/borsacı/sigortacı olmanın yararı nedir?” sorusu bir yana; her gün, dünyanın bir köşesinde senden daha beceriklisinin doğduğunu bilmenin sancısı kişiyi delirtebilir. Sokakta önünden geçen her kişinin düşman olduğu varsayımıdır bu. Komşun, mahalle arkadaşın, mesaide yüz yüze bakmak zorunda olduğun kimseler yetmez gibi, koca yerkürede bir de tanımadığın milyonlarca insan başa beladır! 4 Erken emekli olma arzusu yaşama başlama/dönme heyecanından kaynaklıdır. Demek yarışırken geçen süreç esas yaşama dahil sayılmıyor! İş kolik kimse bile bir an önce yapacaklarına/hayallerine kavuşmak ister. Esas sorun buradadır aslında. Beyaz yakalıların ruh sağlığını bozan budur. Genellikle ne yapacağını bilemez. Ertelenen, “yaşam” sandığı şeyi bilmez aslında. Türlü hobiler, meşgaleler gülünçtür. Çalgı çalmaya çabalar, dalgıçlık kursu iyi fikir gibi gelir, o güne dek okunmamış kitaplar arasına beceriksizce gömülür, bir kısmı ruhani zırvalara yönelir. Dans kursunda hoplayan göbekten söz etmiyo rum bile! “Boş zaman” denen “özgür zaman”ı tanımamaktan kaynaklıdır tüm bunlar. Karşımızda yaşam beceriksizi vardır! Kravata, etek ceket takıma hasret başlar. Çaktırmadan da özler plazayı… “Rekabet” denen eksiklik duygusu, oyun dışında kalınca ölümü anımsatır. Hapishaneye gönüllü girme arzusudur kapitalizm, bu türden ölüm pek acıklı… 5 Sigmun Freud: “Psikanaliz tıptan çok edebiyata yakındır” cümlesini kurmuş mudur, tam olarak emin değilim. Eğer bir yakıştırmaysa da, bence en anlamlısı, söylemeliydi Freud. Takipçisi Wilhelm Reich de en az onun kadar çizgi dışıydı. “Bütün büyük adamlar yalnızdır” demiştir, haklıdır. O da yalnızdı, ustası Sigmund Freud da! Bir kez düşünmeye koyuldu mu insan ki kitaplarla yaşamaya alışınca, bunun dışında kalan her an boşuna gelir kişiye yalnızlık yelkeni hava ile dolar, geri dönülmez yola çıkılır. Aybaşını nasıl getireceği kaygısından öte beklentisi olmayan “Küçük Adam”la kavga etmek zorunlu hale gelir. Herkesten evren içindeki yerini sorgulamasını istemek gerçekçi ve haklı beklenti olmasa gerek! Yine de tencere kaynasın diye kişiliğinin örselenmesine izin veren, her iktidar karşısında diz çöken, kötülüğe bencilce göz yuman kimseyle aynı havayı solumak zorunda kalmak sinir bozar. Kutsallar içinde huzur bulan gününü gün eden o adama katlanmak zorunda olmak ayrı mesele! Küçük Adam’ın vatanı vardır, bayrağı ve kilisesi, bundandır kendi başına olmaya, birey tavrı göstermeye gereksinim duymaması Düşünmeye, yaratmaya, sormaya, takip etmeye, bilgeliğe ihtiyacı yoktur “Küçük Adam”ın. Hep başkası sırtından geçinmiştir, geçinecektir. 6 “Dinle Küçük Adam” derken Reich dev ayna tutuyordu yüzüne onun: “Aşk için can atıyorsun, çalışmayı seviyor ve geçimini ondan sağlıyorsun; çalışman benim ve başka insanların bilgisine dayalı. Aşkın, çalışmanın ve bilginin vatanı yoktur, onlar için gümrük tarifesi ve üniforma yoktur. Onlar uluslararasıdır, evrenseldir ve herkes anlar. Ama sen küçük bir vatansever olarak kalmak istiyorsun, çünkü sen sevmekten, sorumluluk yüklenmekten korkuyorsun. Bu nedenle başkalarının emeğini, aşkını ve bilgisini sömürüyorsun, çünkü kişisel yaratma gücünden yoksunsun. Mutluluğu bir gece hırsızı gibi çalıyorsun, başkalarının mutluluğuna kıskanarak bakıyorsun.” İyi okullarda okumuş, birkaç dil bilen “beyaz yakalı”; bu çağın “küçük adam”ı olmaktan diploması sayesinde kurtulabilir mi? 7 “B oş zaman” arar “Küçük Adam” boşa geçen ömrü hızla tükenirken; “Öyle hemen sinirlenme, küçük adam! İki çeşit gürültü vardır: birisi, yüksek tepelerdeki fırtına gürültüsü, öteki senin karnının guruldamasından çıkan gürültü. Sen yelleniyorsun ve bu sana çiçek kokusu gibi geliyor.” Kredi kartları arasında seçim yapmaya çalışırken, ağzına kadar dolu poşetler arasında, market kuyruğunda, sürekli bildirim gelen telefonuna bakmak için üçüncü el aramaktadır “küçük adam”, o sırada!
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle