20 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 25 OCAK 2015 / SAYI 1505 Hayatımızda umutsuzluğa yer yok Hayatla aran nasıl? Kendimi iyi hissediyorum çünkü tiyatro yapıyorum. Bu gezegende huzurlu bir şey varsa o da işini iyi yapmak, sevdiğin işi yapabilmek. Bu kendimiz kadar insanlığı da kurtaracak. Buhranlarımdan öyle çıkıyorum. Çalışmadığım zaman dibe çekiyor hayat beni. “Tiyatro, sinema yapmadan yaşayamam” artistiğinden bahsetmiyorum. Çalışmam lazım, iş yapmam lazım, bu marangozluk da olur, terzilik de. Sürekli yaşamak, biriktirmek zorundayız. Ya memleket halleri? Herkes zırhını oluşturmaya, güçlendirmeye çalışıyor. Boğuluyoruz, nefes alamıyoruz. Bazen nefes alamıyorum, bazen nefes alamayanları seyrediyorum. Bu umut kırıcı ve yaralayıcı. Belki de büyümek acıyla geliyor Türkiye’de. Can simidimiz okumak, yazmak, üretmek. Tek tutunacak dalımız bu. Ne isterdim biliyor musun? Çok isterdim Hrant Dink’in hayatta olmasını, bu oyunu izlemesini sonra da oturup sohbet edebilmeyi. Benciliz, hem de çok bencil. Hayatta olduğumuzun farkında olmamız gerekli. Umutsuzluğa yer yok hayatımızda, bunu hakkımız da yok. Hâlâ görünmeyeni görenler var, inatla. Birileri muhtaçların ellerini de tutuyor. “Biz” ve “onlar” dediğimiz zaman zaten en büyük yanlışla başlamış oluyoruz hayata. “Ama”lı cümleler kurmadan vicdanımızın ve merhametimizin yolunda gitmemiz gerekli. l Fotoğraflar: KAAN SAĞANAK Aslında hepimiz bir aidiyet arıyoruz Rıza Kocaoğlu’na göre aslında hepimiz bir aidiyet arıyoruz. Betonla, demirle, metrekareyle ölçülen bir aidiyet değil. Dinlenilmek ve anlaşılmak adına bir aidiyet. “Ormanlardan Hemen Önceki Gece” oyunu da bu aidiyetsizliğe dikkat çekiyor. Kocaoğlu’na göre tiyatro çözüm üretmiyor, iyi fikirler veriyor. Yani dünyayı değiştirmiyor “dünya değişmeli!” dedirtebiliyor. O yüzden de tiyatronun tahrik ediciliğine ihtiyacımız var. “Ormanlardan Hemen Önceki Gece” hem ruhsal hem de fiziksel anlamda üst düzey performans gerektiren bir metine sahip. Oyunun sonuna kadar hiç nokta yok, hep virgülle ilerliyor, şiir gibi akıyor, bazen azgınlaşıyor bazen de duruluyor ama durmuyor. Mizah da var içinde trajedi de. Seyirci için de kolay bir seyirlik değil, çünkü yansımalarınızı gördüğünüzde huzurunuz da kaçabilir. Hepimizin trajedilerinden parçalar taşıyor. “Ormanlardan Hemen Önceki Gece”yi Ayberk Erkay’ın çevirisiyle Melis Tezkan ve Okan Urun sahneliyor. Ömer Sarıgedik’in de özel bir ses tasarımı var. Rıza Kocaoğlu iki yıl aradan sonra döndüğü tiyatro sahnesini belli ki özlemiş, oyunun metni ile mücadele edip tenine ve ruhuna hikâyeyi yerleştirmiş. Zaten oyunda geçen yalnızlığı, yabancılığı ve sistematik yalnızlıştırmayı da hissettiğini söylüyor. İşte hikâyenin devamı. Fransız yazar BernardMarie Koltès’in “Ormanlardan Hemen Önceki Gece”si oyuncuyu olduğu kadar seyirciyi de sınayan bir metne sahip. Akış virgüllerle sürüyor, nokta ise sonda. Nasıl bir hazırlık geçirdiniz? Zihinsel ve fiziksel performansta çatışma, çarpışma yaratan bir metin bu. Hikâyeden hikâyeye sıçrayan nehir bir anlatım söz konusu, bunu yaparken de bütünlüğünü koruyor. Küçük hikâyelerden tüme varıyoruz. Evet, iki anlamda da yorucu. Kendimi denediğim, sınadığım, ağırlığımı tarttığım bir çalışma. Metinle çok yatıp, kalktım mücadele ettim, didiştim. Tiyatroya iki yıl ara vermiştim, “biriken” yani Melis Tezkan ve Okan Urun böyle bir teklifle gelince onlarla yola çıkmak istedim. Koltès’in metni güçlü ve güçlü bir metin iyi bir girdaptır, kendine çeker insanı. Okan ve Melis ile çalışmak da çok iyi geldi çünkü taze ve dinamik bir yapıları, özgün bir dilleri var. Yaptığınıza doyuyorsunuz böyle olunca da. Oyunun dünyası girersek. Yalnızlık ve sistematik yalnızlaştırma fikir kurgusunda öne çıkıyor. Nedir hikâye? Akan bir nehir “Ormanlardan Hemen Önceki Gece”. Fark etmeden duygu dünyanızda geziniyorsunuz. Metnin derdi bizim derdimiz. Kendimi çok yalnız hissettiğim ve yalnızlaştırıldığımızı düşündüğüm, çevremin boşaltıldığını, bunun da sistematik yapıldığını fark ettiğim bir dönemde oyunun teklifi geldi. “Çok paralel” dedim, epey de yansımamı gördüm burada. İşte yola çıkmama neden de bu oldu. Herkes yansımasıyla karşılaşsın istedim. “Oyunda virgül yok” dedik, şiir gibi akıyor. İsyan da var ama sanırım aşk düşüyor gölgesine. Sert olsa da bu bir aşk oyunu. Tek kişilik bir aşk oyunu ve o yüzden dramatik. İnsanın yalnızlığını, çaresizliğini derinlemesine, bir o kadar da nahif ve mizahı bir yaklaşımla anlatıyor. Her yerde gezinen sıradan trajedilerin bir bütünü. Senden, benden, bizden, ondan. Yıllar önce yazılmış ve bugünü anlatan, geleceğe kurulmuş bir hatırlatma. Oyundaki yüzleşmeyi hayatına vursan ne çıkar karşına? Ben oyundaki metin gibi hızlı akmayı seviyorum. Nerede duracağımı da biliyorum. Oyun iki kişiyle oynanır. Elbette tek başına da oynadığımız zamanlar olur. Gerçek yalnızlık oyun arkadaşı bulamamaktır. Bizim karakterimiz de dışarıda bırakılmış, belki de tercihi, net olan bu dünyada “öteki” olduğu. Hepimiz büyüyoruz, cesaretimiz kadar olgunlaşıyoruz. Sistemin karşısında ne kadar dik duruyorsak o kadar yaşıyoruz. Kendi gibi olmayanı, kendinden olmayanı sırılsıklam eden, eve almayan, ona bir odayı bile çok gören bir dünya var. En temel ihtiyaçlarını karşılayabilen ve karşılayamayan insanlar olarak dünya ikiye ayrılmış durumda. Yoksullar ve zenginler, evsizler ve evliler. Hepimiz pisliğin ortasında bir melek arıyoruz. Sığındığımız yer eviniz, odanızdır. Koltès bunu bir yabancı hikâyesi olarak anlatıyor. Yabancı hisseden yabancı olduğu kadar, yabancı görülen de zorunlu yabancılaşır. Bu yüzden hepimizin hayat odalarına ihtiyacı var. Metinler ağır, izleyiciyi yoruyor, hırpalıyor. Rafine fikri veriyor, ya sonrası? Sokakta olanları görmeye çalışan biriyim. Bu metinle boğuşmaya başladığımdan beri de ıskaladığım şeyleri fark ettim. İçimde başka bir kararma oldu. Tiyatro bir çözüm üretmez, Söyleşiler: ALİ DENİZ USLU Daha anlatılacak çok şey var Koltès’in dünyasını yaşadığımızı tersten görüyor biraz da. Metinleri de kolay anlaşılır değil. Bilinçli şekilde kendini sistemin dışına atmış bir adam Koltès, kendini odaların, evlerin dışında görüyor. Nedir oda? Adamın cebinde çok kelimesi var ama onları anlatacak birini bile bulamıyor. Dünyanın en temel ihtiyacı derdini anlatmak, işte bunu bile karşılayamıyor. Hayatta kalmak için gereklidir anlamak, anlaşılmak, zaten öyle tedavi olmaz mıyız? Metindeki adam da devamlı konuşuyor. Kendiyle, geçmişiyle, geleceğiyle. Paylaşmak için birini arıyor, anlamak ve anlatmak için. Seyirci de burada kendini o yansımada görüyor belki de. Oyunun sonunda anlatılan aşk hikâyesinin gerçek mi, yalnızlığın bir yan etkisi mi olduğu da seyircinin kararına kalıyor aslında. iyi bir fikir verebilir. Vicdanı hatırlatır, dünyayı değiştirmez, “dünya değişmeli!” dedirtebilir. Tahrik eden bir yanı var tiyatronun. “Ormanlardan Hemen Önceki Gece”, orman metaforunu açsak biraz da? Oyunda “bir odam olsa, bir çimenlik olsa oturup konuşsak seninle” diye sesleniyor karakter; “dinlesek birbirimizi o zaman anlarız milletin derdini. Anlarız az çok birbirimizi dinlersek hepimizin yabancı olduğunu. Otursak ağaçların gölgesinde, anlasan beni. İşte orası da benim evim”. Aslında bir aidiyet arıyoruz. Betonla, demirle, metrekarayle ölçülen bir aidiyet değil. Dinlenilmek ve varlığımızın görülmesi bu belki de. Dinlemek ve anlamak beceremediğimiz şeyler. Anlamayı başardığımızda başlayacak hayat. Ya orman? Hikâyede Nikaragua’nın adı geçiyor. Bir general ve onun askerlerinin varlığı ironik olarak anlatılıyor. General ormandan hiç ayrılmıyor. Ormanda kıpırdayan ne varsa sıkıyor kurşunu. En çok da rengi başka olanlara... Rengi ağaçların, suyun, taşın renginden başka olanlara sıkıyor, onlar gibi kıpırdamayanlara... Karakter de diyor ki “ama ben kıpırdamak istiyorum, sıkacaklarsa sıksınlar. Anlatabilmek istiyorum, konuşmak istiyorum” diyor. Herkesin kıpırdayan bir şeyler olmak istediği zamanlar olur, olacaktır. l Umut insanın omurgası Aydın Öztürk söylemek isteyip de söyleyemediğimiz, derinlerimizde sakladıklarımızdan şarkılar yapıyor. “Aydın Öztürk Bestelerini Söylediler 3” işte böyle bir albüm. Yüreğinin yelkenlerine dolan rüzgârla dinleyiciyi istediği denize, sahile götürüyor. Umudun da insanın omurgası olduğunu hatırlatıyor. A ydın Öztürk, “Aydın Öztürk Bestelerini Söylediler 3” albümünü yayımladı. Bu serinin üçüncü, Öztürk’ün dokuzuncu albümü. Bu albümde de dostları onun şarkılarına hayat veriyor. Kimler yok ki? Ali Asker, Arzu, Seyfi Yerlikaya, Lütfü Emre Gültekin, Abidin Biter, Zeynel Aba ve daha pek çok güzel ses bu albümde. Öztürk halk türkülerinin yüzlerce yıllık geleneğinden besleniyor. Öztürk “bu ülkedeki renkleri görüp, sesleri duyup, acıları ve mutlulukları yaşayıp üretmemek mümkün mü?” diyor. En çok da altüst oluşların bizi biz yaptığını anlatıyor. Her şeyi “normal” görmenin de en büyük sıkıntı olduğunun farkında. İşte anlattıkları. “Aydın Öztürk Bestelerini Söylediler” serisinin üçüncüsü, toplamda dokuzuncu albümünüz bu. Edebiyatla başladı aslında her şey. On sekiz kitabım var arkamda. Müzik sonradan sızdı hayatıma. Dinleyiciler solo albümlerim kadar serileri de çok seviyor. Tabii bu tür albümleri yapmak biraz zor. Müzisyenleri bir araya getirmek kolay değil. Hep dostluk ve gönül işleriyle oluyor bunlar. Yeni albümdeki 16 eserin 15’i yeni. Sadece ‘Elimden Gelseydi Üzmezdim Seni’ eski albümlerimden. Tümünün söz ve müzikleri bana ait. Şarkılara ruh verenler de daha önceki serilerde olmayan arkadaşlar. Eserlerimi yorumlayan dostlarımı dinlediğinizde eserlerin sesleriyle ne kadar özdeşleştiğini ve hissedilir olduğunu anlayacaksınız umuyorum. Zaten benim her albümüm böyle kısa ama yoğun yolculuklar aslında. Dert anlatan sözler, iyi müzik ve güçlü sesler. Nasıl başlıyor üretim süreciniz? Ben şarkı yaparken, ruhunu yakalarken önce ikna olmayı koyuyorum önüme. Dinlemeliyim ürettiğimi, iyi dinlemeliyim. Yaptığım şarkıları milyonlar ezbere biliyor. Sade, içten, derin belki de sakladıkları duyguların üstlerini açıyorum, ama kimseyi incitmiyorum. Ortak oluyorum her şeye. Ne çok şey var söylemek istenip de söylenmeyen. Ben bunları dillendirdiğimi düşünüyorum. Yüreğimde yakaladığım şey, bu ülkenin insanlarının yüreğinde yakaladıkları şeyden fazlası değil. Ortak bir dil bu. Ben eşeleyip bunları ortaya çıkarıyorum. Halk türkülerimize baktığımızda bunlar yüz yıllar öncesinden geldiğini görüyoruz. Çünkü türküler gönüllerde, ruhlarda demleniyor ve taşınıyor. Samimiyet, sıcaklık böyle geliyor günümüze. Yüreğinin yelkenlerine dolan rüzgârı insan eksenine oturttuğunda kalıcı ve sahici şeyler çıkıyor ortaya. Bu da bizi istediğimiz denize, istediğimiz sahile götürüyor. Şiir ayrı bir yol mu? Şarkı yapacağım diye oturmam, şiir yazacağım diye de yola çıkmam. Onlar kendi gelir. Bir melodi yakalar beni, bir mısra tutar kolumdan. Tabii o an ıskalamamak gerekli bunu, çünkü sonra kaybedersin ve bir daha gelmez yanına. Müzik ve sözün buluşması, el ve eldiven gibi gelir. Zaten bu işlerin siparişi de olmaz. Söz ve müzik alır götürür beni, ben orada üretir sonra dönerim. Şiirin melodisi de okuyana aittir zaten. Büyük savruluşlarımız var Bağlama tendir, tindir, uzuvdur bir yandan... Bağlama toplumun bir bireyidir. Dediğiniz gibi de elin, dilin, gözün zihnin devamıdır. Bağlama dediğimizde altüst oluşların, acıların, toplumsal olayların, gidişlerin, gelişlerin, tüm yaşanmışlıkların, Anadolu’nun hüznünün, duruluğunun, aydınlığının, zenginliğini tanımını yaparız. Saz, ruhtan, ateşimizden bir parça. Ben bağlamayı yanımda onurla taşıyorum, haksızlığa karşı bir mücadele silahı çünkü bağlama... Nasıl besleniyorsunuz? Bu ülkedeki renkleri görüp, sesleri duyup, acıları ve mutlulukları yaşayıp üretmemek mümkün mü? En çok da altüst oluşlar bizi biz yapıyor. Bu altüst oluş hepimizde derin yaralar bırakıyor. Bu yaralar iyileşmiyor, kabuk tutuyor, sızısı kalıyor. Sızı gidiyor izleri kalıyor. Bu kadar çok adaletsizliğin, haksızlığın ve ötekileştirmenin olduğu bir ülkede insanların yüreklerinde çok şey birikiyor. Her şeyin üstünün bu kadar kolay örtüldüğü, hayatın silikleştirildiği Türkiye’de yalnızlaşıyoruz. Büyük savruluşlar yaşıyoruz. Ama umut öyle bir şey ki geveze bir kuş gibi. En kötü zamanınızda bile sesini duyuyorsunuz, kulaklarınızı tıkasanız da zihninizde o. Hayat derin bir denizde yüzmeye benzer, durmadan yüzmek zorundasınız, bırakırsanız boğulursunuz. İşte o umut boğulmama duygusu, boğulmamaya duyduğumuz direncimiz. Umut insanın omurgası. O gidince bir şey kalmaz geriye. “Yeni Türkiye” nasıl bir yer? Adalet duygusunu yitirmiş, ertelemiş, gerçekliğini kaybetmiş, gördüklerini anlatmaktan korkmuş, ifadesi kesilmiş bir topluma doğru evriliyoruz. Hırsızlığın mubah görüldüğü, yolsuzlukta, entrikacılığın, yalancılığın kutsandığı bir topluma döndük. Soygunu, talanı, vurgunu göre göre yaşamak da en büyük işkence. Her şeyi “normal” görüyoruz. Ölümü aşarız zamanla. “Normal görmek” derdini aşmamız zaman alacak. Bu yaşadıklarımız yaşamın parçası değil. l C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle