20 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 Duyguların yüzlerini yapmaya çalışıyorum Ressam Can Tatlıparmak resimlerinde yalnızca duygulardan oluşan yüzler yapıyor. Bedenin diğer parçaları ve resimdeki dünya yalnızca buna yardımcı. Yüzlere benzeyen formlarla algılar yaratıyor. İzleyicinin ruh hali ifadeyi belirliyor çoğu zaman. Resimleri birer tanıklık. Böyle olunca da en çok şiddet düşüyor payına. Bunu yapmaktan da sıkıntılı çünkü üretirken şiddeti yeniden tekrarladığını düşünüyor. Resimleri birer davet ama onunkine değil, bilmediğiniz kendi dünyanıza. ALİ DENİZ USLU C an Tatlıparmak ressam, müzisyen ve daha bilmediğimiz pek çok şey. Tüketmeyi sevmediği için sokaklardan topladığı, çöplerden aldığı nesneler üzerine çalışıyor. Kazalar ve talihsizlikler de eserlerinin yaratım sürecinin birer parçası. Günümüz dünyasının ölümcül rekabetinden ve ticari sanat algısından uzakta kurtarılmış bir hayat yaşıyor. Geceleri Beyoğlu’nda müzik yapıyor, geçimini de buradan sağlıyor. Resimlerini de satılıyor ama “Resimler satıldığı zaman mı sanat eseri oluyor” sorusu hep aklında, böyle bir sergi açmışlığı da var. Diyarbakır’dan New York’a dünyanın ve Türkiye’nin pek çok yerinde toplamda 30’dan fazla sergi açmış. Hayatında çok fazla flu alan var. Beylik laflar etmeyi de sevmiyor. Kısa ve net. Eğer bir miras bırakıyorsak “anlamaktır” diyor o “sevdiklerimizi anlayabilmek”. İşte hikâyenin devamı... Resimlerinizde buralardan çok uzak ama duyguları buradan bir dünya var. İzleyiciyi davet ediyor. Pek çoğunda kırılgan, öfkeli yüzler var, hepsinde de belirgin bir yorgunluk. Nedir bu hayaletlerin hikâyeleri? Bedenler ve yüzler olsa da resimlemeye çalıştığım duygular. Ben duyguların yüzlerini yapıyorum. Beden ve anatomik özellikler yardımcı uzuvlar. Bazı resimlerimde bedenler de yok, hatta yüzler de. Yüzlere benzeyen formlarla algılar yaratıyorum. İzleyici oraya ifadesini koyuyor bazen. Melankoli ve korku üretimimin mayasını oluşturuyor, bir de tüm bunlara karşı duyduğum insani karşılaşmalar. Hiper realist resimler yapıyorum. Öte yandan tüm bunlar tanık olduğum şeyler. Sokaktaki, şiddeti görüyorum, tanık oluyorum, sonra eve geliyorum o şiddeti resimlerimde yeniden üretiyorum, tekrarlıyorum. Çözüm üretmeden onu yeniden yaşatmak en büyük marazım belki de. Eserlerinizi ne bulursanız onun üstüne aktarıyorsunuz, bunlar bazen çöpler oluyor bazen de sokaktan topladığınız nesneler. Tüketmeyi sevmiyorum, bununla da alay etmek istiyorum o yüzden resimleri köpüğün üzerine, sokaktan bulduğun nesnelerin üzerine yaptığım çok oluyor. Bazen de hiç param olmuyor. Ayrıca çöpün kokusunu severim, aldığım nesnelerin çoğu kedi çişi kokar mesela. Böylesi steril değil, hayattan ve sahici. Mesela Almanya’da bir sergi açmıştım teması “Resimler satıldığı zaman mı sanat eseri oluyor?”du. Bunu iddia ettim ve resimler satılmadı, kimse de gelmedi. Dertlerim günümüz dünyasının koşullarından bağımsız. Çocukken de yalnızlığı severdim, evlerin tenhalarındaydım. Bodrumlar, çatı katları, terk edilen eşyaların konulduğu odalar... Benim oyuncağım bunlardı, her şeyi çizerdim, müzik yapabilmek, ses çıkarabilmek için de elime ne geçerse kullanırdım. Çocukken de ressamdım. Bir dönem Boğaziçi Üniversitesi’nde felsefe okudum, aradığımı bulamadım. Felsefe yapmak için okula gitmek gerektiğini düşünmüyordum. Hayattan alabilirdim bu bilgiyi. Zaten eğitimle, okulla, kariyerle, aile ile hep sürtüşmelerim oldu. Bu sürtüşme eserlerinizle aranızda oldu mu hiç? Bazen yaptığım resimlerin üstünü örtüyorum çünkü görmek istemiyorum. Hayalimi, duygumu yansıtamadığım zamanlar çok oluyor. Sonra an geliyor, örtüyü kaldırıyorum ve tamamlıyorum. Bu çok açıklanabilir bir tavır değil, profesyonellik de değil. Neyse işte o! Peki, nasıl çalışırsınız? Önçalışma yapmam, eskiz çizmem. Hatasıyla sevabıyla düzleme girişiyorum, atölyenin kendisidir benim yaptıklarım. Resmim atölye kazalarına da açık, beden dokunuşlarına da. Resmi hortumla yıkadığım, kazıdığım, bezlerle sildiğim de olur. Sanırım belli bir yolum yok, yoldayım yalnızca. Bu sorumsuzluk gibi görünürken aslında içimde ağır bir sorumluluk hissi yaratıyor. Kendim olmak için bu anlamda epey şey feda ettim. Bu yüzden çürümüş her şey var resimlerde. Resim yaparken acı çekiyorum, bile isteye bunu yapıyorum. Sokakta mutluyum Sokakta müzik yaparak geçiniyorsunuz, müzikle serüveniniz nasıl geldi bugünlere kadar? Müzik baba mesleği. Babamın Ankara Gar Gazinosu’nda beni piyanonun üstüne oturttuğunu hatırlıyorum. İyi bir cazcıydı, hayatı da caz gibiydi. Bize de çok yer yoktu orada. Savrulduk geçti çocukluk ve ilk gençlik. Ben de yirmili yaşlardan sonra müziği el yordamıyla öğrendim, genlerimde varmış demek hızlı ilerledim. Sonra şirketler, oteller, barlar, restoranlar da epey çaldım. Cici yerlerde, bazen sürekliliği olsa da sigortasız Fotoğraflar: KAAN SAĞANAK şekilde çalıyordum. Bu hayatı sevmiyordum, yavan ve yabancı geliyordu. Beni mutlu edecek yer sokaktı, herkesin içinde ortasında ama yalnız. Metroda çalan bir arkadaşım kendine bu şekilde bir ev bile aldı. Şu an hareketli gecelerde iyi kazanıyorum. Dönem dönem de resimlerimin iyi sattığı oldu ve nefes aldım. Aslında müziği hiç bırakmadım ama resme sıkça ara verdim. Ben koşulların adamıyım. Hayatın bana ne vereceğine de biliyorum, tek derdim özgür kalabilmek. Tüm bunları yaparken hayat neredeydi, bir hayat var mıydı? Belki de yoktu, ya da ben yoktum o hayatta. İnsanlara ters bir hayat sürdüm, asosyal yaşadım. Iskalanmış da olabilirim pek çok anlamda. Boğaziçi felsefeyi terk ettim, Mimar Sinan Üniversitesi’yle boğuşup zorlukla bitirdim. Diyarbakır’dan New York’a dünyanın ve Türkiye’nin pek çok yerinde toplamda 30’dan fazla sergi açtım, hep yalnızdım, kimse de bilmedi beni. Belki de seçimlerim yanlıştı. ÇukurcumArt başladı ve bitti. Orada neler oldu ya da olmadı? Çukurcuma’da 2010 yılında dolaşıp ev ararken izbe, yarı zemin bir daire buldum. Kirası çok uygundu, orasını üç dört ay uğraşıp temizledim, boyadım, yaşanır hale getirdim ve bir galeri olarak hayata geçti. Dört yılda yedi galeri açtık. Emel Akın, Erkman Senan, Cemal Gökhan Söyleyen ve daha birçok isim... İki tane de 1 Mayıs sergisi yaptık. Bahadır Baruter’in ilk yağlıboyalarını da orada sergiledim. Ama ÇukurcumArt nedense arkadaşlar arasında bir evcilik oyunu gibi algılandı. Katılımcılar da pek paylaşmadı, sahiplenmedi oluşumu. Sanırım şüphe uyandırdı, çünkü sokakta müzik yapan, resimleri az satan bir adam bu deliliği nasıl yapabiliyordu, kimse anlamamıştı. Resmim inşaatta kullanıldı Eserleriniz çöpe gidiyor, çalınıyor. Nedir bu talihsizlik? Hafriyat grubunun “Hain Geceler sergisi için Asmalımescitte’ydik. Mekân temizlenirken ki çöplerden bir enstalasyon yaptım ve çöplerden yaptığım için olsa gerek çöp olarak değerlendirildi ve atıldı. Bu sergide saldırgan bir işim daha vardı. Ahşap üzerine akrilik bir resim yapmıştım, resmin bir sanat eseri olmadığı, bir dart tahtası olduğunu iddia ettim ve insanların ona gönül rahatlığı ile dart atabileceklerini söyledim, yanına da okları koydum. İnsanlar başta tereddüt ettiyse de daha sonra herkes hedefi buldu. Bu hareket yayıldı başka resimlere de atmak istediler, tabii o zaman işler epey karıştı. Bu eser oradan ya çalındı ya da alındı onu bilemiyorum ama bir yıl sonra sokak müzisyenleri arkadaşlarım resmi buldu getirdi. Üzerinde çivi, çimento izleri vardı, bir kısmı kırılmıştı. Büyük ihtimalle de bir inşaatta kullanılmıştı. Sanırım son dokunuşu da başına bu gelenler yaptı ve iyi bir resim çıktı ortaya! Şimdi ne var desen hayatında, yine geceleri müzik yapıyorum, oradan kazandığımla da resimlerimi. Umutlu hayallerim, ihtiraslı hedeflerim de yok... l Can Tatlıparmak bazı resimlerinde hiper realizmin sınırlarında kendini arıyor (üstte). Koleksiyon: Ayçin Bayraktaroğlu Hafta sonları geceleri ona Beyoğlu’nda rastlamanız mümkün (solda). M SELÇUK EREZ Altın bayrakla ayran içmek evsim sonbahardı. Bandar Seri Begavan’da hava sıcaktı, yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Brunei Sultanı o gün geç uyanmıştı, eşiyle kahvaltımsı bir öğle yemeği yiyordu. Sofrada kuş değil ama hindistancevizi sütü ve nas lemak, pteri nanas ve havlayan geyik eti vardı. Sultan’ın keyfsiz olduğu her halinden belliydi. Eşi, günlerdir hissettiği bu çökkünlüğün nedenini öğrenmeden daha fazla yaşayamayacağını hissetti ve sordu: Canım Sultanım, nedir bu senin depresif halin? Ben yıkılmayayım da kim yıkılsın? Yapma! Ne oldu? Sarayımız artık yeryüzünün en büyük sarayı değil! Bunu geçen hafta öğrendim. Nasıl olur? Şu koskoca bina, Luvr’dan, Versay’dan, Buckingham Sarayı’ndan da büyük değil miydi? Türkler bizimkinden de büyük bir saray yapmışlar, öne geçmişler; şimdi orada altın bardaklarla ayran içiyorlarmış da biz farkında değiliz. Böyle bir şeye nasıl dayanılır? *** Salt rastlantı olmalı; Brunei’de kulakları çınlatılmakta olan çift de o sırada aynı konuyu konuşuyorlardı: Adanalılar her yıl altından portakallar dağıtıyorlar, ses çıkaran yok; biz elimize altın kenarlı bardak alınca kıyamet kopuyor! O vekillerin kaç tanesinin ağzında altın diş bulunduğunu açıklayalım; bak nasıl kaçacak delik arayacaklar! Sen onlara boş ver; hatırla, Alev Alatlı ne demişti? “Rönesans yapıyor” demişti.   Bugüne kadar onlarca, yüzlerce reform yaptık; artık sıra Rönesans yapmaya gelmişti! Altın sırmalı elbiseler ilk kez Rönesans resimlerinde görülmüştür. Bizim altın bardaktan ayran içmemiz bu nedenle Rönesans’tır, Rönesanslardan sadece bir tanesidir! Bu sırada kapı çalındı, kripto memuru, Brunei’den gelen bir yazıyı ve çevirisini iletti. Neymiş? Brunei’deki saraya kat çıkılacak, saray dörtte bir oranında genişletilecekmiş! İhalenin duyurulması isteniyor. Ha demek öyle. Hemen ara; ilk adımımızı atalım: Ailece piknik yapmayı, bakanlar kurulunu beraber toplamayı önerelim. Sonrasını görürler! l www.selcukerez.com C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle