22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

4 CEYDA KARAN (Cumhuriyet) RENGİN ARSLAN (BBC Türkçe muhabiri) 5 Fikirlerimle baş edemiyorlar ESRA AÇIKGÖZ CNN’deki programda, Çetiner Çetin lafınızı çarpıtınca hakaretlere maruz kaldınız. Ne şeytanlığınız kaldı, ne travestiliğiniz... Bunları duymak size ne hissettirdi? Saçmalık hissiyatı. Memleket idaresine dair bir meseleyi tartışamaz olduk. Konuşulamasın diye insanlar üzerinden bir linç edebiyatı yapılıyor. Artık memlekette popülizm eleştirisi yapamayacaksınız. Biliyorsunuz, popülizm iktidarı hedef alır, onların ahaliyi kendi çıkarları uğruna yanlış yönlendirmesiyle alakalıdır. Aydınların, gazetecilerin görevi de iktidarın popülizmini eleştirmektir. Ben bunu yaptım. Ancak bunları ifade edince, sanki halka aptal diyormuşsunuz gibi bir duruma düşürülmek istendiniz. Karşımdaki şahıs siyaset bilimi okuduğunu söyledi ama nerede okuduğunu ben anlayamadım. Üniversitede bunları mı öğrenmiş? İktidarın icraatlarını eleştirmek olay haline geldi. Özellikle de bunu yapan gazeteci bir de kadınsa hemen hakaretlere maruz kalıyor. Zaten üzerine oturulan otoriter bir mirasımız var. Baba figürünün baskın olduğu, pederşahi bir yapımız var. Her kesimde, entelektüel dediğimiz kesimlerde bile, hatta kadınların içlerinde bile var. Bir kadının dış politikayla ilgilenebilmesinin bunların kafasında yeri yok. Bir kadın ille de siyasete dair akıl yürütecekse bunu onlara fayda sağlayacak şekilde yapmalı. Onlar için kullanışlı olmalı. Kimi kadın gazeteciler gibi. Aslında hakaretleri biçare olmakla da alakalı. Benim aklımla ve ortaya koyduğum fikirlerle baş edemediği, beni eleştirecek bir şey bulamadığı için saç rengimle, eteğimle ilgileniyor, hakaret ederek küçük düşürmeye, kendince toplum önünde bir resim çizmeye çalışıyor. İktidarın başındaki şahsiyet, memleketin okumuş insanlarını aşağılayabileceğini zannediyor. Kedi ulaşamadığı ciğere mundar der ya, o hesap. Kendisi entelektüel kapasiteye, birikime sahip değil. O zaman aşağılıyor. Ben buna sinirlenmem, üzülürüm. Cinsiyet üzerinden yapılan bu hakaretler sadece sizin için değil, eşiniz, aileniz için de üzücü olmalı... Evet, ama eşim de onların basitliğini ve zavallılığını bildiği için bakıp geçti. Bu süreçte sizin için destek kampanyaları başlatıldı... Hayatımda böyle bir destek hatırlamıyorum. En tanınan aydınlardan sıradan insanlara kadar her kesimden binlerce destek aldım; yurtdışından, yurdun her yerinden. “Ay korktum” hissiyatına girmedim. Tersine insanlar artık bunların bayağılığını o kadar net görüyor ki, derhal tutumlarını takınıyor. Geçen seneden beri kime, ne çamur atmaya kalktılarsa hepsi geri tepti. Bu da onun son aşaması. Nihal Bengisu Karaca, bu konuda yakınıyordu oysa, sizin aksinize Mehmet Baransu’nun kendisine attığı tweet karşısında yalnız bırakıldığını, sizin ve Amberin Zaman’ın o zaman nerede olduğunuzu sordu. Neyin benzerliğini kuruyor? Kadınlıkla ilgili maruz kaldığı saldırıyı elbette eleştiririm, ama bu iki vaka aynı değil. Muhalif medya onun için “aşağılık, şeytan kadın” diye başlık atmıyor. Bir siyasi parti onu binlerce insana yuhalatmıyor. O, ikisi arasında bir tartışma olarak kalıyor. Çirkin bir laf ediliyor, ama medya bunu alıp organize bir linç kültürü için kullanmıyor. Kıyaslama yaparken biraz daha adaletli olsunlar. l Kadına saldırmanın dayanılmaz hafifliği Soma’da yaptığınız haberin ardından Başbakan’ın saldırılarına maruz kaldınız. Sosyal medyadan da bunun çok daha ötesinde hakaretler aldınız.... Benim o dönem yaşadıklarımın, diğer gazeteci arkadaşlarımın başına gelenlerden bir farkı var sanırım. O da Soma gibi 301 kişinin can verdiği bir felaket sırasında yaşanması. Sosyal medyada ilk mesajlar geldiğinde içeriden son madenci henüz çıkarılmamıştı. Ben Soma’da; aynı diğer gazeteciler gibi, aynı katliamı evlerinde izlemeye bile yüreği dayanmayan milyonlarca insan gibi uykusuz, bitkin ve üzgündüm. Bu yüzden sosyal medyanın saldırıları da, haberler de pek değmedi. Hakaretleri hayal meyal hatırlıyorum ama Soma’da gördüklerim hâlâ zihnimde. Bu söylemler, hakaretler size neler hissettirdi? Twitter’da yazılanlar, facebook’ta bazen arkadaşların bana ilettiği paylaşımlara yapılan yorumlar karşısında ilk aklıma gelen şu oldu: Bunları yazanlar; burada, Soma’da olsaydı bunları yazmazlardı. Oturup ağlarlardı. İnsanların madende son nefeslerini bile tam alamadan ölüp gittiğini belki daha yakından görselerdi, sosyal medyada başka birini mevzu etmek akıllarına gelmezdi. Haberimizin, iddia edildiği gibi “kurmaca” olmadığını da ifade ettik. “Vatan hainliği” gibi Türkiye’de kolaylıkla harekete geçirilebilen milliyetçi duygulara hitap eden söylemlere maruz kalmak sizi kaygılandırdı mı? Hayır. Üzerime almadım. Asıl kaygılandıran insanların hiç tanımadıkları birine –bu illa gazeteci veya kadın olmak zorunda değil bir hınçla söz söylemesi. Bunun işaret ettiği durum daha kaygı verici. Gazeteciler baskı altında ama bir de işini yapan bir kadın gazeteciyse bu baskı bir had bildirmeye, hakarete varıyor. Neden sizce? Kadına saldırmanın dayanılmaz hafifliği “sayesinde”. Hem sanal dünyada, hem gerçek hayatta kadına illa gazeteci olması gerekmiyorsaldırmanın gündelik hayatta bir yaptırımı yok. O yüzden geçen hafta gazetecilerin kullandığı “hashtag”i çok önemsiyorum: Tehdit etme, taciz etme, hedef gösterme, küfretme. BBC gibi uluslararası bir kuruluşta değil de, Türkiye’deki bir yayın organında çalışsaydınız sonunuz ne olurdu? Konu farklı olsaydı kurumların ne tepkiler vereceğini daha iyi biliyorum. Ama bu konuda bir fikrim yok. Belki bu soruyu medya organları yanıtlamak ister: Bir çalışanınızın başına bu gelseydi sonu ne olurdu? l ATAOL BEHRAMOĞLU Çin’e yolculuk (1) Çin’i görmek hayali, uzak ülkelere yolculuk hayallerimin başında geliyordu… Şimdi düşündüğümde, bunun biraz modası geçmiş, gerilerde kalmış bir hayal olduğunu görüyorum. Çin’de ne masalların bilge, gizemli Çin’iyle, ne de üzerlerinde üniformamsı Mao giysileriyle kadınlı erkekli bir bisikletli kalabalığıyla karşılaştım. Güney Çin Havayolları uçağı Pekin (Beijing) hava alanına inerken, içimde, uzun süre hayal edilen bir şey gerçekleşirken duyumsadığımız, “geç de olsa bu da gerçekleşiyor işte” duygusu kıpırdıyordu. Fakat uçağın penceresinden gördüğüm ilk hava alanı görüntüleriyle, bu duygum yerini hayal kırıklığına bırakmaya başladı… *** Yolculuğun ilk anlarından başlayalım… Hepsi uzun boylu, hepsi çok güzel hostes kızlar… Ünlü Laz fıkrasına benzeterek, “güzellik geçicidur” diyelim… Fakat boy konusunu kızlardan birine sormaktan kendimi alamadım... Hosteslik için uzun boylu olma koşulu mu vardı? Soruma açıklayıcı bir yanıt gelmedi… Böylece, Çin Halk Cumhuriyeti yurttaşlarıyla, sadece sokakta ya da alışveriş yerlerinde değil, uçakta ve otelde de İngilizce anlaşmak zorluğunun, hatta olanaksızlığının ilk deneyimini yaşamış oldum… Pekin’deki otel odasından telefonla resepsiyona ulaşmak, bu konudaki deneyimlerimin en zorlularından biri olacaktı... Öncelikle Çin alfabesini çözmeniz gerekiyor. Bu olabilecek bir şey değil. Sonra sıfır, dokuz gibi numaraları çeviriyorsunuz, sonuçsuz. Koridora çıkıp rastladığım temizlikçi hanımlara sözle olmayınca işaretle derdimi anlatmaya çalışmam boşuna bir çaba… Kıkırdayıp uzaklaşıyorlar… Sonuçta ele geçirebildiğim bir delikanlı telefon üzerinde sihirbaz gibi bir şeyler yaparak beni resepsiyonla görüştürebildi… Yine zorlanarak da olsa derdimi (internet bağlantısı, klima sorunu vb…) az çok anlatarak çözüme ulaştırabildim… Buraya kadar sanki hep yakınmalarımı sıraladım… Fakat Çin yolculuğumda baştan sona, kadınından erkeğinden, kibarlık, incelik, henüz yapaylaşmamış bir içtenlik gördüğümü hemen söylemeliyim… *** Havaalanında gördüklerim en az yarım yüzyıl öncelerden kalma toplu taşıma araçları, yine eski yılların Rusya’sında görmeye alıştığımız kadınlı erkekli işçi topluluklarıydı… Bunların sağlıklı ve güler yüzlü topluluklar olduklarını söylemeliyim... Tıkış kakış bindiğimiz, son kullanma tarihi gerilerde kalmış havaalanı otobüsünün getirdiği iç mekânlar ise, her hangi bir Batı ülkesi hava alanının şıklık ve düzenliliğini aratmayacak nitelikteydi. Yirmi bir milyonu aşkın nüfusa sahip başkentinin üzerindeki hava kirliliğinin hiç eksilmediği, bu başkentte üçüncü dünya metropollerini aratmayacak gökdelenlerin yükseldiği Çin belli ki bir geçiş döneminin çelişkilerini, karşıtlıklarını yaşıyordu… Bu geçiş döneminin nereye doğru evrildiğini söyleyebilmek ise pek kolay olmasa gerek… *** Çin yolculuğunun kapısı, Jidi Majia imzalı bir davet mektubuyla açıldı… İmza sahibi “Qinghai 2014 Dünya Şairleri Uluslar arası ÇadırYuvarlak Masa Forumu Yöneticisi” olarak tanıtılıyordu... Çağrı aynı zamanda, ilki 2007’de gerçekleştirilen “Qinghai Gölü Uluslararası Şiir Festivali”ni de kapsıyordu. Çağrı metninde “Tibet Yaylası” diye iki büyülü sözcük de geçmekteydi... Fakat bütün bunlardan söz etmeyi bu ilk yazıya sığdırabilmem olanaksız. Yaklaşık on ülkeden gelen şairler topluluğuyla Pekin’de bir gece kaldıktan sonra Qinghai özerk bölgesinin başkenti Xining’e hareketimizin ve ertesindeki birkaç günde otobüsle Tibet Yaylasında kurulan çadıra, Sarı Nehir dolaylarına ve Çin’in en büyük gölü Qinghai Gölü çevresindeki festivale doğru yol alışımızın öyküsünü sonraki yazılara bırakıyorum… l ataolb@yahoo.com DENİZ ÜLKÜTEKİN Hakaretle değil aklınızla başa çıkın Hakarete uğruyorlar, hedef gösteriliyorlar, cinsel kimlikleri üzerinden aşağılanarak fikirleri değersizleştirilmeye çalışılıyor... Kadın gazeteciler, tarafları ne olursa olsun, sesleri yankı bulmaya başladığı anda sindirme mekanizmasıyla karşı karşıya kalıyor. Sindirenler mi? Kimi zaman modern Türkiye’nin savunucuları, kimi zaman sol görüşlüler, kimi zaman özgürlük getirdiğini iddia eden iktidar ve yandaşları... Erkek egemen zihniyetin hâkim olduğu her alanda, söz konusu kadınsa tavır hiç değişmiyor. Biz de bu saldırılara maruz kalmış kadın gazetecilerden Ceyda Karan, Yazgülü Aldoğan, Rengin Arslan, Tuğçe Tatari, Ömür Şahin Keyif ve Hidayet Şefkatli Tuksal’la konuştuk. Son çıkışıyla odak noktası olan Amberin Zaman da olsun istedik. Ancak yorgundu, “Artık haber olmak değil, haber yapmak istiyorum” dedi. Nihal Bengisu Karaca ise kırgın; “Mehmet Baransu bana, ‘seninle ilgileneceğim ama çocuklar uyuduktan sonra’ dediğinde, Amberin Zaman ve Ceyda Karan neredeydi” demekle yetindi. “Muhafazakâr görüşlü kadın gazetecilerin bu tip saldırılara sık sık uğradığını ama bu kadar ‘yaygara’ koparmadıklarını” da ekleyerek... ÖMÜR ŞAHİN KEYİF (BirGün muhabiri) Acaba o soruyu soran bir erkek olsaydı... Demirtaş’ın basın toplantısında sorduğunuz sorunun ardından sosyal medyada bir linç kampanyası başlatıldı. Ne gibi tepkilerle karşılaştınız? Tepkiler Selahattin Demirtaş’ın gazeteyi arayıp üzüntülerini belirtmesine rağmen önü alınmaz bir şekilde arttı. Buna linç denebilir mi bilmiyorum ama hem şahsım, hem de BirGün gazetesi hakaretlere ve mesnetsiz iddialara maruz kaldı. Olay benim, Sayın Demirtaş’ın, gazetemin iradesini aşan bir nitelik kazandı. Süreç bir gazeteci olarak çok yıpratıcı ve yaralayıcıydı. En ağırı, hiçbir gerçekliği olmamasına rağmen diğer cumhurbaşkanı adayının militanı olmakla suçlanmam, hatta bu iddiayı ağzımdan doğrulayan ifadelerin kullanılmasıydı. Sizi en çok rahatsız eden ne oldu? Çok genç olduğum konusunda hemfikir olan söz sahipleri, emeği hiçe sayarak beni iş bilmezlikle suçladılar. Genç bir kadının bağımsız bir aklının olabileceği konusunda en ufak bir fikirleri olmadığından olsa gerek, sorunun “abiler” tarafından elime “tutuşturulmuş” olduğunu iddia ettiler. Konu yüzümdeki makyaja, saçımdaki tokaya kadar gelerek taciz boyutunu aldı. Bunun yanında neredeyse bütün yorumlarda, “bizim kız”, “kızımız”, “hanım kız” şeklinde anılmam çok düşündürücüydü. Cinsiyet vurgusuyla, “bizim” diye bahsetmek yerginin şiddetini artırıyor demek ki. Bu yaşadıklarınız size ne hissettirdi? Kendi kendime “40 yaşında bir erkek olsaydım aynı şeyi yaşayacak mıydım” diye sorup durdum… Anladım ki ciddiye alınmak için bir yaş ve cinsiyet mecburiyeti var… Bir gazetecinin basın toplantısında sorduğu soru, artık sadece bir soru değil, bir “eylem” kabul ediliyor. Oysa yaptığımız iş, üniversitenin konferans salonuna gelen siyasiye tepki göstermekten farklı. Zaten orası “Abbas Güçlü’yle Genç Bakış” programı olmadığı gibi Demirtaş da benim karşı durduğum bir siyasi hattın temsilcisi değil… Gazeteci birilerinin merak ettiğini düşündüğü için soru sorar. Türkiye’de basın özgürlüğü olmadığını biliyoruz. Ancak işini yapmaya çalışan gazeteci bir de kadın olunca bu baskı bir had bildirmeye, hakarete varıyor... Kadın gazeteciye had bildirme alışkanlığını, trafikte kadın şoförü sıkıştırarak taciz etmekten farklı bir yerde göremiyorum. Bir gazete yöneticisinin, haberle ilgili tartışma içinde olduğu kadın gazeteciye “Sen git evinde kek yap” diyebildiği bir sektörde çalışıyoruz. Zorda kalan ayrımcılık silahına davranıyor. Kadının varlık sınırlarını ev içinde çizen erkek egemen düşünce, kamusal alanda kadının “bağımlı”, “aptal”, “aciz”, “beceriksiz” ve “absürt” olduğu varsayımını kabul ettirmek zorunda. Bu süreçte yeterli destek gördünüz mü? TMSF’nin el koyduğu Akşam gazetesinden istifa etmiştim. BirGün’de çalışmasaydım, mesleği bırakacaktım. Yalnız hissetmedim; pek çok meslektaşımın yanı sıra gazete yönetimi, çalışma arkadaşlarım ve okurlarımız çok destek oldu. Çalıştığım yer BirGün olmasaydı ya da yöneticileri farklı olsaydı, bu tartışma beni işimden edebilirdi. Bu olay sırasında koca koca insanların mesleğime, mesleki becerime uzattıkları dili bu açıdan “işçi düşmanlığı” olarak yorumluyorum. Bu kişilere en güzel cevabı Demirtaş’ın kendisi, daha sonra bana verdiği söyleşide, “istismar edildi” sözleriyle vermiştir. l YAZGÜLÜ ALDOĞAN (Posta gazetesi yazarı) HİDAYET ŞEFKATLİ TUKSAL (Köşe yazarı) Bizi sivrisinek gibi görüyor ve ezmek istiyor Soma faciasından sonra Başbakan mitinglerinde insanları size karşı kışkırtmaya çalışmış, “gördüğünüz yerde yüzüne tükürün” gibi ifadeler kullanmıştı. Bu sözlerden sonra yandaş medyanın ve AKP’lilerin size nasıl bir tepkisi oldu? Başbakan’ın bir hafta boyunca giderek dozajı artan hakaret ve hedef göstermeleri sırasında kendimi “vurun kahpeye” pozisyonunda hissettim. Ama ilginçtir, yandaş medya dahil olmak üzere kimseden ters tavır görmedim. Hatta Başbakan’ın savcıları göreve çağırması, hakkımda en az elli kişinin suç duyurusunda bulunduğu iddiasına rağmen ifade vermeye çağıran Cumhuriyet savcısının ağzından kaçırdığı üzere sadece dört kişi suç duyurusunda bulunmuş. Başbakan’ın inandırıcılığı hayli düşük olmuş anlaşılan! Bu süreç hayatınızda ne gibi sıkıntılara sebep oldu? İlk günler sokağa çıkarken bile korktum. Ben öyle özel arabalarla, korumalarla gezmiyorum. Metroya, otobüse biniyorum, sokakta yürüyorum. Delinin biri çıkar, taciz eder diye rahatsız oldum açıkçası. Ama tersine göz göze geldiğim pek çok kişi, gizli bir tebessümle, bazen de yanıma gelip “sizi seviyoruz, yanınızdayız” diyerek destek gösterdi. Öte yandan Soma’ya gitmek istiyordum, “yanlış anlayanlar olmuştur” diye vazgeçtim. Bunlar yaşanırken farklı cenahlardan kadın gazetecilerden destek gördünüz mü? Meslektaşlarımdan çok fazla bir destek görmediğimi söylersem haksızlık etmiş olur muyum acaba? İlk günlerde, ki canım en çok ilk günlerde yandı kimse olayı fazla ciddiye almadı. Hatta Başbakan parti Muhafazakârlar adına ben utanıyorum Öncelikle mesleğimin gazetecilik olmadığını belirteyim. İlahiyat doktorası yaptım. Din, toplumsal cinsiyet ilişkisi ve feminist teoloji ile ilgileniyorum. Gazetecilikle ilişkim, Star ve Taraf gazetesinde köşe yazarlığıyla oldu. Star’dan, Başbakan’ın talimatlarından hiç haberim olmadığı halde, Mustafa Karaalioğlu bana yansıtmadı bunlarıisteğimle ayrıldım. Son yazım bunun delilidir. Kaset ortaya çıkınca, bütün açıklamalarıma rağmen “Başbakan’ın kovdurduğu kadın yazar” payesine terfi ettim. Taraf’tansa işlerine son verilen editörlerimize destek olmak için kalabalık bir grup ayrıldık, ancak kimsenin umurunda olmadı. Çünkü o sıralarda Hasan Cemal’in işinden edilmesi konuşuluyordu ve ortada “işte Başbakan’ın kovdurduğu gazeteciler!” diye haber yapılabilecek bir durum yoktu. Şu sıralarda Amberin Zaman ve diğer bazı kadın gazetecilere yapılan çirkin saldırılar, yine iktidar kanadından geldiği için gündem oluyor maalesef. Ama bu durum, bu gazetecilere yapılan saygısızlıkları mazur göstermez. Ülkemizdeki erkeklik kültürü, ne yazık ki dindar seküler ya da geleneksel modern pek fark etmeksizin, narsistik ve fallosantrik bir kültürdür. Bu kültürle yetişip “erkek” olan bireyler “dil” ile mücadeleye girdiğinde, ya kadını kadın olduğu için aşağılayan sözcükler kullanır ya da edepsizlik düzeyleriyle doğru orantılı biçimde fallosantrik küfürlerle saldırır. Bu yaygın tavırdır ancak yadırgatıcı olan, “edep ve hayâ” kelimelerini bayraklaştıran kesimlerin, bu tür saldırılara maruz kalan bir kadını korumak yerine, muhalif kimliği sebebiyle adeta “oh olsun!” moduna girmesi. Belki unutmuşlardır, hatırlatayım; kimsenin başörtüsü sorununu ağzına almak istemediği ve böyle bir sorun yokmuş gibi davrandığı günlerde Amberin Zaman bu konuda en çok konuşan, başörtülü kadınların uğradığı ayrımcılığı en çok dile getiren yazarlardandı. Hiç olmazsa bu tavra karşı bir kadirşinaslık göstermeleri gerekmez miydi? Maalesef kadirşinaslığı bırakın, Zaman, bir cümlesi yüzünden Başbakan tarafından seçim meydanlarında suçlanmış, aşağılanmıştır. Bunun sosyal medyadaki yansımasıysa çok daha kötü oldu. Bu tavır her bakımdan tehlikeli ve yanlış. Öncelikle din konusunda konuşmayı, popülist yaklaşımların dışında bir görüş ifade etmeyi neredeyse imkânsız hale getirmektedir. Bu tarz aşırı tepkiler, neyin eleştiri, neyin aşağılama olduğu konusundaki sınırların iyice muğlaklaşmasına, ifade özgürlüğünün ortadan kalkmasına, hedef gösterilen kişinin “hayati risk” de dahil olmak üzere pek çok risk altına girmesine sebep olmaktadır. Geçmiş dönemde dindar kesim baskı altındayken, pek çok dindar yazar ve siyasetçi, bu baskıları eleştirip şikâyet ederken, özledikleri ideal demokratik ortamı Voltaire’in şu meşhur sözüne atıfla dile getirirlerdi: “Fikirlerinizden nefret ediyorum, ama onları savunabilmeniz için hayatımı feda etmeye hazırım.” Bu çok büyük bir vaatti, “bakın biz sizin gibi olmayacağız, baskı yapmayacağız, farklı fikirlere saygı göstereceğiz!” mesajını veriyordu. Yine o dönemlerde, gazete köşelerini, kurumlarını, hatta partilerini farklı görüşlerden insanlara ilk açanlar da onlardı, bu konuda haklarını yemeyeyim. Ancak artık durum değişti, fikirlerinden nefret ettikleri insanları bırakın savunmayı, adeta konuşamaz hale getiriyorlar. Gerçekten çok yazık... Ben onlar adına utanıyorum... l toplantısında açıktan hakaret ettiği halde pek çok gazetecinin haberi bile olmadı. Kendisini pek izlemiyorlar galiba! Daha sonra bazı köşe yazılarında destek çıkanlar oldu. Ama muhafazakâr camiadan tık çıkmadı! Hatta yandaşlardan hakaret bile geldi ama ciddiye almadım. Ben daha çok destek çıkan ve çıkmayan “dostların” listesini tuttum. Bu arada kurumsal olarak fazla bir destek de olmadı, olduysa da geç geldi. Bu gazetecilerin ne kadar yalnız olduğunu gösteriyor. Kendinizi yalnız hissettiniz mi, diyecektim ki yanıt vermiş oldunuz. Evet, halkın desteğini alana kadar kendimi çok yalnız hissettim. Özellikle de avukatıma “ne yapabiliriz” diye danıştığımda ve o “Dava açalım, suç duyurusunda bulunalım” dediğinde... “Ben bir çocuğu olan, yalnız bir kadınım, koskoca kudretli Başbakan’a nasıl dava açarım, bu adalet düzeninde” diye itiraz ettim. Adalete güvenememek beni çok yalnız hissettirdi. Adalet benim söylediklerimi soruşturdu. İfade verdim. Neyse ki takipsizlik kararı verildi. Neredeyse suçlu çıkacaktım! İktidarın, özellikle de Başbakan’ın, kadın gazetecilere, köşe yazarlarına takması ve onları yok etmeye kalkması ilginç. Erkeklere bu kadar öfkeli olmuyor. Sanırım bunun kadına bakışıyla ilgisi var. Yani zaten kadını küçümsediği için, bir de kendini dokunulmaz saydığı için, hor gördüğü bir yaratık kendisine laf ediyor, ne tahammül edilmez bir şey diye öfkeleniyor! Nuray Mert’le başladı. Gerisi geldi. Bir de tabii kendisine tamamen biat etmiş ve hayatını adamış kadın yazarlar varken bazılarının böyle laf etme cesaretini bulmasına ve onların yok olması için uğraşmasına hak veriyorum. Bizi sivrisinek gibi gördüğü ve ezmek istediği hissine kapılıyorum! Twitter’daki kimliği belli olmayan, kadın gazetecilere çirkince saldıran bazı hesapların siyasi partilerle bağlantılı olduğu söyleniyor. Bu konuda herhangi bir yetkiliye başvurdunuz mu? Uğraşmaya değer bulmuyorum, twitter’da bloklama kolaylığı var, engelle gitsin! Kendi kendine bağırsın! Aslında yapmak lazım ama hangi biriyle uğraşacaksın? Yok ol diyorum, yok oluyorlar! O da keyifli. l TUĞÇE TATARİ ( Gazeteci yazar) Hemcinslerimiz bile rahatsız olmuyor Muhalifsen ve kadınsan mutlaka özel hayatınla malzeme ediliyorsun. Hiçbir konu bulunamıyorsa, saç rengin veya fiziksel özelliklerinle saldırıyorlar. Ceyda Karan’a edilen sözler gibi ve bu bir kere yaşanıp bitmiyor. Her ayrıştığınız konuda ki neredeyse her konuya bakış da farklı oluyor yeniden o hakaret çarkları dönüyor. Açıkçası bana bugüne kadar takılan lakaplar, edilen hakaretler, yakıştırılan tanımlamaların hepsine güldüm geçtim. Ama ailem ve arkadaşlarımın rahatsız olduğu, zaman zaman da endişelendiği oldu. Dönem dönem birçok hemcinsim de benzer saldırılara uğradı. Kadına düşman dil kullananlara karşı bir mücadele biçimi geliştirebilmiş değiliz. En fazla imza toplanır, kınama yazıları yayınlanır, bir sonraki hedefe kadar konu rafa kalkar. Kendi deneyimlerime dayanarak şunu söyleyebilirim ki; muhafazakâr kanattan çok sağlam bir destek almamakla beraber tek tük uğradığım hakaretlere itiraz eden isim de olmuştur, ama genelde haksızlıklara karşı ses çıkartmasıyla tanıdığımız isimlerdir bunlar da. Bir avuç insanı geçmez. Solcu, sağcı, ulusalcı, liberal hangi görüşten olursa olsun ortaya çıkan yayınlarda ciddi bir dil ve bakış açısı sorunu var. Kadın sevilmiyor. Sadece medyada da yaşanmıyor bu. Ülkenin çoğunluğu, kadına düşman. Evde kadını döven, öldüren, hakaretleriyle yok eden insanların gazete sayfalarında da aynı metodu uygulamaları normal. Sanıyorum “dayak yiyen gazeteci kadınlar” sorunu resmin sadece küçücük parçası. Gazetede hemcinsi hakkında yazan yüz kızartıcı hakaretlere tepki duyan kadınlar çoğaldıkça, o haber dilinden sorumlu hastalıklı arkadaşlar da ister istemez sistemden elenmeye başlanacaktır. Okur hangi cinsiyetten olursa olsun insana edilen hakaretten rahatsız olacak duyarlılıkta olmalı. Fakat son günlerde Amberin Zaman ve Ceyda Karan’ın, daha önce de nicelerimizin yaşadığı deneyimlerden görüyoruz ki bizlerin hakarete uğraması hemcinslerimizi de rahatsız etmiyor. Hakkımızda yapılan tüm o çirkin yorumların yazıldığı gazetelerde çalışan kadın arkadaşlarımız isyan etmiyor bu dile. “Yandaş” ya da ana akım gazetelerin dili kadın düşmanlığına yatkın ve buna içeriden de dur diyen yok. Kadından nefret eden toplumlar tedaviye tabi tutulmalı. Bu uzmanların işi. Bize düşense daha doğrusu mecburen geliştirdiğimiz; tüm pislikler karşısında dirayetle durabilme ve şahsi mücadelemizi verebilme sanatını icra etmek. l İmtiyaz Sahibi: Cumhuriyet Vakfı adına Orhan Erinç Genel Yayın Yönetmeni: İbrahim Yıldız Yayın Yönetmeni: Miyase İlknur Görsel Yönetmen: Aynur Çolak Sorumlu Müdür: Ayşe Yıldırım Başlangıç Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ İdare Merkezi: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sok. No: 2 34381 Şişli / İstanbul (0212) 343 72 74 (20 hat) Reklam Genel Müdürü: Özlem Ayden Genel Müdür Yardımcısı: Nazende Körükçü Reklam Grup Koordinatörü: Hakan Çankaya Reklam Müdürü: Beste Paydaş Ertan Rezervasyon Yönetmeni: Onur Tunalı (0212) 251 98 74/75 (0212) 343 72 74 (554555) Baskı: DPC Doğan Medya Tesisleri Hoşdere Yolu 34850 Esenyurt / İstanbul Cumhuriyet gazetesinin parasız pazar ekidir Yerel süreli yayın cumdergi@cumhuriyet.com.tr / @cumdergi C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle