Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
2 31 AĞUSTOS 2014 / SAYI 1484 Oyunculuğun şifalı bir hali var Canan Ergüder’in hikâyesi uzun ve zorlu. Amerika’da yaşadığı, garsonluk yaptığı yıllarda çok şey öğrenmiş. Özellikle de yalnız yaşamayı, ayakta kalmayı ve kendi kendine yetebilmeyi... Oyunculuğun zor ve hayal kırıklıklarıyla dolu bir meslek olduğunu söylüyor, “Oyunculuk insanın ruhunu kırıyor” demesi de bundan. Her rolünüz bir öncekini siliyor, “Güllerin Savaşı”ndaki Gülfem de hastalıklı, izlediğimde beni öfkelendiriyor. Dedim ya beni zorlasın istiyorum rol! Bu işte de tedirginliğim, Behçat Ç’den sonra klişe bir işte olmak istemememdi. Güllerin Savaşı’nda da klişe denebilecek çok şey var. Burada ise beni çeken karakterin tek renk değil çok renkli olması, buna hayat vermek zor. Oyuncu arkadaşlarımla inanılmaz iyi paslaşıyoruz, benim için en önemlisi işin psikolojik tarafı. Dizideki aşk üçgenini çok önemsemiyorum diğer taraf daha ağır, daha derin. Gülfem duyduğu hastalıklı durum, çok yaşanabilir, hissedilebilir. Bu Gülfem nasıl yürür, neye evet neye hayır der, nasıl bakar, nasıl öfkelenir, gülerken bile nasıl kibirlenir... Bunlar üzerine epey kafa yordum. Mesela kamera ile Gülfem’in yalnız kaldığı anlar onun en gerçek, en sahici ve en çıplak kaldığı sahneler. Zaten oyunculuğun şifalı bir hali var, bu arada herkes beni Gülfem gibi sanıyor. Benden korkanlar, “soğuk kadının teki” diyenler de çok. l Oyunculuk insanın ruhunu kırıyor Söyleşiler: ALİ DENİZ USLU Russell Crowe iyi ki beni seçti Tiyatro ne âlemde? Tiyatro hayatımda olmak zorunda! Geçen yıl Haluk Bilginer ve Ayça Bingöl ile Nehir’i oynadık. Aralık sonuna kadar o devam. Ondan sonra bir projem var ama onu henüz söyleyemiyorum. Berkun Oya ile çalıştım “Bayrak”ta, dört yıl oynadık, efsane bir oyundu. Berkun ile “Bomba”yı yaptık sonra da. Şimdi arasın hemen onunlayım. Ne kadar yoğun olursam o kadar iyi hissediyorum. Hatta en başarılı olduğum zamanlar zamanımın hiç olmadığı zamanlar! Bu arada Russel Crowe ile oynamak bu senin benim için en iyi kariyer hareketiydi. Küçük bir roldü, sahnem onunlaydı. Özel bir deneyimdi. Öğreterek yaptı, zaten o yönetiyordu. Yönetmenin de ötesin de bir yeteneği var. İki saat içerisinde ışık ve kamera bilgisini bile aşıladı bana. İyi ki beni seçti! l C andan Ergüder belirsizliği sevmiyor, Araf’ta kaldığında hem yoruluyor hem de çevresindekileri çok yoruyor. Karar verdiğinde ise geri dönüşü yok. Kendini sınıyor, zorlu işleri seviyor. Ne kadar yoğun çalışıyorsa o kadar verimli olduğunu anlatıyor. Hayat verdiği karakterin psikolojisine inmek istiyor, sahiciliği de böyle sağlıyor. Küçük bir zaman yolculuğu yapalım ve şimdiye gelelim. Amerika’ya 18 yaşında gittim. Küçükken ise hep balerin olmak istiyordum. Bir gün bedenimin baleye uygun olmadığına karar verdim. Çünkü çabuk büyüdüğümü düşünüyordum. Sanırım 14 yaşındaydım. Lise yıllarında tiyatro girdi hayatıma. Amerika’ya da tiyatro için gittim ama annemleri mutlu etmek için sosyoloji de okudum. Elbette bu çok iyi oldu. Orada Geoffy Pywell isimli bir hocam vardı ve hayatımı o değiştirdi. İlk yıllarımda bir ukalalık yapıp “sosyolojiyi bırakıp konservatuvara gideceğim” dediğimde hayatımdaki en büyük aptallığı yapacağımı söyledi bana. “Yetenek ya vardır ya yok ama kültür öğrenilir. Yeteneklisin, ama önce kültürü depola çünkü bu yaşlar bunun için uygun. Sonra da yeteneğinle yola devam edersin” demişti. Ben de sosyolojiyle tiyatroyu aynı anda okudum. Bana iyi bir ders vermişti. Sonra da oyunculuk üzerine yüksek lisansımı yapmıştım. Sonra tüm oyuncular gibi New York’ta garsonluk yaptım. Ama şansım Türkiye’den geldi. Bu iş yani oyunculuk insanın ruhunu kırıyor. Zaten hayatınız boyunca kabulden daha çok ret alıyorsunuz. Yeteneğin olsun olmasın çok fark etmiyor, fiziksel görüntünüz ile elde ediyorsunuz bazı şeyleri başta. Biraz tanınmış ve başarılıysanız yeteneğinize göre değerlendiriliyorsunuz. Hiç vazgeçmeyi düşündüğünüz oldu? Hep! Depresyona giriyordum altı ayda bir. “Ömür boyu garson mu olacağım?” diye soruyordum kendime, bu arada garsonluğu da seviyordum. Ama hayatta yapmak istediğim iş bu değildi. Bir de garsonluk hareket alanı sağlıyordu, başka işlerin peşinden koşabiliyorduk. İş görüşmeleri için arkadaşlarımızla mesailerimizi değiştiriyorduk. En çok ne öğrendiniz o zamanda? Amerika’da öğrendiklerimin haddi hesabı yok... Bir kere yalnız yaşamayı öğrendim, ayakta kalmayı, kendi kendime yetebilmeyi, insanları idare etmeyi mesela. Çünkü garsonluğun temelinde bu yatıyor. İnsanları tanımayı öğreniyorsunuz. Kim ne yer ne içer, neyi sever. Kimden ne kadar bahşiş alabilirim? Pek çok sorunun cevabını biliyorsunuz. İnsanı tanımak için büyük bir okuldur garsonluk. Tüm bunlar sanırım beni buraya hazırladı. Oyunculuk ise insanın ruhunu kırıyor demiştiniz? İş nereden geliyorsa oraya gidiyorsunuz bir kere. Eğer hayatının belirli bir noktasında değilsen, iş seçme ve geri çevirme özgürlüğün yoksa rüzgâr seni önüne katar götürür. Gençken bunu çok takmıyorsunuz ama sonra yoruyor. Bana da tam o yorgunluk sırasında Türkiye’den teklif geldi Bıçak Sırtı dizisi için. Tabii teklif ciddi bir karar demekti. Çünkü Türkiye’den tam 14 yıl uzak kalmıştım. Bıraktığım ülke ile döneceğim ülke arasındaki uçurum büyüktü. Yaptığım işlerde beni zorlayacak şeyler istiyorum Pek flu biri değilsiniz, “ya evet ya hayır” gibi bir tavrınız var sanki. Evet, hayatım siyah beyaz. Flu yani belirsizlik zamanlarında çok yoruluyorum. Çevremdekileri de çok yoruyorum. Netleştiğimde ise geri dönüşüm olmaz, arkama bakmam. Eşiği geçmem yeterli ama o zamana kadar çok sancılıdır süreçlerim. Araf’ta olmayı sevmiyorum. Zaten bilmediğim şeyleri yapmayı seviyorum, önce yapmadığımı. Yapamayacak gibi göründüğüm her şey beni kendine çekiyor. Ya aidiyet? Çok uzun zaman memleketin bir parçası olduğumu hissedemedim, zaten Türkiye’ye asla dönmem gibi büyük laflar da ediyordum. Geldikten sonra yine Araf’ta kaldım. Gelmek, kalmak, kalamamak, dönmemek, dönememek... Hepsi sırtıma yük oldu. Türkiye’ye geldiğimin ikinci ayında ise buradaki hayatı sevdim, burada yaşayabileceğime inandım. Burayı yeniden keşfetmek için heyecanlanıyordum. Sanki yine 18 yaşındaydım! Tabii döndüğümde 32 yaşında ve evliydim, eşim de Amerikalıydı. Yine Araf’a düşmüştüm. Çünkü Türkiye’de kalmak istiyordum ama bunu ne eşime, ne aileme ne de arkadaşlarıma söyleyemiyordum. Bıçak Sırtı bitip, Binbir Gece’den teklif gelince işler değişti. Hemen kabul ettim, kimseye sormadım! Zaten sonrasında da eşimle ayrıldık. Böyle anlatınca hepsi sıralı ve düzenli şekilde yaşanmış gibi duruyor, elbette gerçek bu değil. Binbir Gece’den sonra bir buçuk yıl bekledim ve Behzat Ç geldi. Sonra da bu iş için yaklaşık iki buçuk yıl bekledim. Bu işi kabul ederken de uzun bir süre emin değildim. Yaptığım işte beni zorlayacak şeyler istiyordum. Ben aldığım saygıyla ölçüyorum başarımı, değerlendirmelerim de içimde. Bu sektör içinde aldığım saygı beni çok yükseltiyor. Bununla besleniyorum. l Birlikte yaşayabiliriz Hiçbir şey siyasetten bağımsız değil artık ülkede. Siz nasıl yorumluyorsunuz bunu? İnsanlar politik, insanlar öfkeli, insanlar gergin... İnsan bazen kendi nabzını hissedemez ama gençler hatta gençler de değil herkes kendi nabzını hissediyor artık. Birlikte yaşamayı öğrenmemiz şart. Kavga gürültü ile ilerleyemeyeceğimizi fark etmiş olmamız gerekli. Başka çıkış yolumuz yok! Ben en çok değiştiren şey ise geçen yıl gittiğim Anadolu turneleri oldu, buradan ahkam kesmek kolay. Ama Türkiye’ye yalnızca Batı’dan ibaret değil. Bunu fark ettiğimizde her şey değişmeye başlıyor. l Organik Paranoya, keşfe değer İ Alternatif poprock âlemlerine yeni katıldı Organik Paranoya. Şarkılarında varoluşsal sorunlar da var, gündelik dertler de. Bestelerine de güveniyorlar. Çünkü tecrübeli ve müziği iyi bilen müzisyenlerden kurulu bir ekipler. Şimdi yeni albümlerini sahnede paylaşmak için heyecanlanıyorlar. gereken dinamizmi veremiyordu maalesef. Bu noktada Serkan Çalar iki gün kala geldi ve (soyadından anlaşılacağı gibi) başarılı bir performansla kayıtları tamamladı. Son anda abimin bas gitardan yapımcılığa geçme kararı ile Gürkan Bozacı gruba dahil oldu ve albümde basları çaldı. Böylece bugünkü kadroya ulaşmış olduk. Poprock soundu biraz zor bir kulvar. Müziğinizi nasıl tanımlıyorsunuz? Biz her şeyden önce bestelerimize güveniyoruz. Evet çok haklısınız, rock müzik sound olarak sertlik nedeniyle pop müziğe kıyasla daha zor algılanabilir bazı kesimler tarafından. Ancak biz “ben rock dinlemem ama bu şarkılar hoşuma gitti” diyen insanlarla karşılaştıkça çok mutlu oluyoruz. “karşıtlığın, zıtlığın yalanlanmasıdır,” “negatif olanı pozitif olana dönüştürmektir,” “doğal olmayanı doğal olana çevirmektir.” Kısacası Organik Paranoya ismi ve özellikle ne anlama geldiği merak uyandırıyor ve bu da bizim için, şu an itibariyle yeterli. Günümüz rock camiasını nasıl değerlendiriyorsunuz, bir yandan sertleşme sorunu öte yandan popüler kaygılarla “eller havaya” giden yeni tarz... Rock müzik bütün dünyada gitar ağırlıklı bir müzik türü. Maalesef ülkemizde rock adı altında başka işlerin yapıldığını görüyoruz. Türkücülerin, arabeskçilerin ya da Türk sanat müziği ile uğraşan insanların rock müziğe yöneldiğini görmek sevindirici. Çünkü gerçekten müzisyen olan insanların diğer türlerle ilgilenmesi son derece doğal. Ama rock yaptığını söyleyen şarkıcı ya da grupların şarkılarında gitar soloların dahi olmamasını ben şahsen anlayamıyorum. Bir de sounduyla, melodik yapılarıyla, kullanılan enstrümanlarla rock ile uzaktan yakından ilgisi olmayan insanların rock kategorisinde yer almaya çalışmalarını çok şaşırtıcı buluyorum. Şarkıların dertlerinden ve anlattıklarından bahsedelim biraz da. İnsanlığın ortak soruları ve sorunları stanbul Müzik Akademisi’nin kurucusu Cumhur Göktuna ve birçok reklam müziğinde imzası olan Jingleist’in kurucusu Çağdaş Göktuna tarafından 2011 yılında temelleri atılan grup, yanına başarılı müzisyenleri de alarak kendi isimlerini taşıyan ilk albümünü piyasaya sürdü. Gitarıyla birçok grup/sanatçıya verdiği destekle tanınan Alp Tiner, dinamik vokali ile Emre Dönmez, davul tekniği ile dikkat çeken ve tanınmış pek çok müzisyen ile çalışmış Serkan Çağlar da grupta. Cumhur Göktuna’nın, bas gitarı, yine ülkemizdeki birçok grup ve sanatçıyla yaptığı çalışmalarla bilinen Gürkan Bozacı’ya devredip yapımcılığa geçmesiyle de grup son şeklini almış. Çağdaş Göktuna anlatıyor... Organik Paranoya nasıl biraraya geldi, grubun kuruluş hikâyesi nedir? Uzunca bir süredir yaptığımız beste, söz ve aranje çalışmalarından sonra, bunları bir albümde toplama fikri ile yola çıktık. Öncelikle rock müzik tarzına uygun bir solist bulmak kolay olmadı. Doğrusunu söylemek gerekirse bizim şarkıların vokal partisyonlarının çok da kolay olmadığını biliyorduk. Sonra Emre ile yolumuz kesişti. Deneme kayıtlarında tatmin olunca grubun solisti de böylece belli oldu. Daha sonra Alp Tiner gruba dahil oldu. Grubun davulcusu olarak düşündüğümüz bir arkadaşımız Babajim stüdyolarındaki kayıtlara iki gün kala bu işi yapamayacağını belli etti. Kendisi caz davulcusuydu ve rock müzik için Şüphe etmek yararlıdır Grubun isminin hikâyesi nedir? Grup ismi düşünürken bir çok şey aklımızdan geldi geçti, birgün Cumhur Göktuna ( kendisi abim olur) Organik Paranoya ile gelince benim çok hoşuma gitti fakat ne anlama geldiğini sorunca önce açıklama yapmak yerine sizce ne anlama geliyor diye sordu ve herkes birtakım açıklamalarda bulundu. Bu benim daha da hoşuma gitti. Sonra yakın çevremizden çok ilginç açıklamalar geldi. Bunlardan şu an aklıma gelenler “şüphe etmek yararlıdır,” varken yanıtlar oldukça farklı olabiliyor. Temel olarak insanın bir arayış olduğunu söylemek mümkün. Bu arayış sürecinde varoluş en köklü problem olarak kalırken bizce bu problemin çözülemeyişi ve yaşamın bir gizem olarak kalması, sanatı tetikleyen en önemli olgu. Dolayısıyla şarkılarımızda yaşama dair her olgudan bir iz bulmak şaşırtıcı olmayacaktır. Sonbahar geliyor, sizi nerelerde ve nasıl dinleyeceğiz? Organik Paranoya esas olarak bir konser grubu. Ayrıca müzik severler resmi sitemiz organikparanoya.com adresinden hem konser bilgilerine hem de kliplerimize ulaşabilirler. Twitter, facebook ve instagram hesaplarımız ise “organikparanoya” adı ile ulaşılabilir. l C M Y B