02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

10 AĞUSTOS 2014 / SAYI 1481 5 Direk dansı; kimilerine göre ahlaksızlık, kimilerine göreyse olimpiyatlarda yer alması beklenen oldukça ciddi efor gerektiren bir performans sanatı. Bu sanatın Türkiye’deki temsilcilerinden biri de Sevinç Gürmen. Kimbilir, belki bir gün Bülent Arınç’ın tasvip etmediği bu dansla ülkemize madalya getirmek bile nasip olabilir kendisine. Kendiyle barışık kadının dansı B ülent Arınç’ın oldukça cinsiyetçi hakaretlerine maruz kaldı kadınlar bir süre önce. Ancak Arınç’ı hedef gösterdiği yerde duran bir topluluk vardı ki, bu açıklamalar en çok onlara yönelikti. Direk dansı, ya da bilinen adıyla “pole dans.” Kimileri için ahlaksızlığı çağrıştırsa da, oldukça köklü ve estetik yönü kuvvetli, bir hayli de zorlu bir performans sanatı. Bu işin Türkiye’de önemli bir temsilcisi de var. Sevinç Gürmen; “ne zaman başladığımı bile bilmiyorum” dediği dans hayatının en önemli kısmını pole dans oluşturuyor. Bu uğurda oldukça da çile çekmiş. Fiziksel zorluklar bir yana, Türkiye’de kendisine Bülent Arınç zihniyetiyle bakanların sayısı hiç de az olmamış. Buna rağmen yılmamış, şu sıralar Wow Dance isimli mekânda bildiklerini öğrencilerine aktarıyor. Hikâyesini kendisinden dinledik... Öncelikli konumuz pole dans, ama sizin tek uzmanlık alanınız bu değil. Biraz kendinizden, dansa nasıl başladığınızdan pole dans ve diğer branşlara nasıl yöneldiğinizden bahsedebilir misiniz? Dans etmek benim için içgüdüsel bir kendini ifade şekli. Ne zaman başladığımı hatırlamıyorum bile, kendimi bildim bileli dans ediyorum. Bale, modern dans, jazz dans, hip hop, aerial dans ve pole dans olarak gerçekleşti sürecim. Liseden sonra dans okumak için yurtdışına çıkma planlarımı, yaşadığım ciddi bir sakatlıkla değiştirmek durumunda kaldım. Çok moralim bozulmuştu, ama sanatçı bir aile ortamında yetiştiğimden; dans dışında resim çizmek, oyunculuk ve müzik de hep hayatımın parçasıydı. Doktorlar “bir daha dans edemezsin” dediklerinde, ben de Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin yetenek sınavlarına girip iç mimarlik bölümünü kazandım. Neredeyse bir iç mimar olacakken, içimdeki hareket etme dürtüsü galip geldi ve doktorların söylediklerinin aksine kendi kendimi tedavi etme sürecine girdim. Bu süreçte sirk performansları ile tanıştım. Havada bir kumaşla dans etme fikrine âşık oldum. Kaslarım güçlendikce daha başka aletler (trapez, aerial rope, chinese pole) ile dans etmeyi deneyimlemek için dünyayı gezmeye başladım. Yolculuğumun Avusturalya ayağında pole dans ile tanıştım. Tamamıyla tesadüf eseri kendimi bir stüdyoda buldum ve bir daha da çıkmak istemedim. Kendimi buldum pole dansta diyebilirim. “Bu güzel deneyimi Turkiye’deki kadınlar da yaşamalı” diye düşündüğüm için kendimi geliştirirmenin yanı sıra bir de eğitmenlik eğitimine başladım. Böylece, hayatımın en tatmin edici dönemi başladı. Pole dans görsel olarak oldukça etkileyici ve cezbedici bir performans alanı. Ancak işin profesyonelleri bunu sırf böyle görmüyordur mutlaka. Pole dans benim kendimi keşfetme yolculuğum. Sadece fiziksel değil, mental olarak da zorlayıcı bir performans sanatı. Yapmayı hayal ettiğiniz bir hareketi başarmak yıllar alabiliyor. Bu süreç içinde umutsuzluğa düşmeyip, kendini motive edebilmek bence en zor kısmı. Dolayısıyla korkularınız ve güvensizlikleriniz, kendinizle barışıklığınız sürekli test ediliyor. Bir insan hayat yolculuğu olarak bundan daha başka ne isteyebilir ki? Pole dans benim hayatımın başladığı ve bittiği yer. İstanbul’da bu kültür nasıl oluştu? İstanbul’da pole dans kültürü eğitim olarak yayılmaya başladı ilk başta. Benden önce Türkiye’de ders veren 34 kişi vardı zaten, ama henüz popüler olmamıştı. Performans olarak yaygınlaşmasına biraz daha var, ben ise genelde yurtdışında veya yabancı firmaların etkinliklerinde sahne alıyorum. Zaten pole dans gösterisi Türkiye’de henüz bir performans veya sahnede izlenecek bir sanat olarak görülmediğinden, burada sahneye çıkabilmek pek mümkün değil. Sanılanın aksine, kulüp veya barlarda sahne almıyorum, zaten akşamları dışarı çıkmayı bile sevmem. Bu alana ilk girdiğinizde bakış açısı nasıldı. Bülent Arınç’ın kafa yapısıyla duruma yaklaşanlar oldu mu? Avusturalya’dayken mutlu bir pole dansçı baloncuğunun içinde yaşıyordum açıkcası, orada insanlar inanılmaz saygı duyuyorlar bu performansa. Tahmin edersiniz ki Türkiye’ye dönünce bu baloncuğum patlayıverdi. Özellikle Yetenek Sizsiniz programından sonra aldığım mesajların çirkinliği yüzünden üç gün evden çıkamadım. Biz dansçılar bedene cinsel bir obje olarak değil, yaptığımız işin fonksiyonel ve vazgeçilmez bir parçası olarak bakarız. Bu bir genelleme olamaz tabii ki, ama beni en çok şaşırtan, direklerimizi yapmaya yardımcı olan sanayideki ustanın “yahu ne kadar zor işmiş o senin yaptığın, kendini nasıl sadece koltukaltınla sıkıştırarak tutabildin öyle!” demesinin karşılığında, üniversiteler bitirmiş profesör olmuş tanıdıklarımın yaptığım performansı ‘ahlaksız’ diye tanımlamaları oldu. Önyargı her yerde var, umursamadan yolumuzda gitmeye devam ediyoruz. Pole dansın kadınlara yaşattığı kendine güveni ve güçlü duruşu nahoş bulacak çok insan olacaktır. Politikada yer alması ilginç oldu bizim için tabii ki! Dediğiniz gibi, Yetenek Sizsiniz de müthiş bir performans sergilemiştiniz. Bu yarışmaya katılmanız konusundaki motivasyonunuz yaptığınızın kötü bir iş olmadığını göstermek miydi? WOW Dance ekibi. Çok teşekkür ederim! Beğendiğinize sevindim. Yarışmaya katılmaktaki motivasyonum, dediğiniz gibi pole dansın kötü veya ahlaksız bir şey olmadığını, çok ciddi ve güç gerektiren bir spor olduğunu göstermekti. Aynı zamanda Türkiye’de gittikçe çoğalan ögrencilerin ve performansçıların, hobisini saklamak yerine gururla anlatabilmelerini de çok istiyorum. Şu sıralar bir yarışmaya hazırlanıyorsunuz bildiğim kadarıyla bundan da bahseder misiniz? Ekim sonunda gerçekleşecek, uluslararası bir yarışma olan Pole Art’a hazırlanıyorum. Türkiye’yi temsil edecek ilk yarışmacı olacağım için çok heyecanlıyım. Bu yarışma koreografi ile pole sporunun birleşiminden oluşuyor. Kendimi teknik olarak geliştirmek için bir ay yurtdışında, bir nevi kampta olacağım. l [email protected] DENİZ ÜLKÜTEKİN UMBERTO ECO’dan Bülent Arınç’a yanıt! Gülmek, korkuyu yok etme sanatı Gülmek, sadece bu dönemin değil, geçmiş yüzyılların muktedirlerinin de korkusuydu. Umberto Eco’nun “Gülün Adı” romanında da bu korku anlatılıyor. “Ne de olsa; kiliseyi korumak, köylünün isyan etmesini engellemek için korkuyu diri tutmak gerek. İnsanlar gülerlerse korkuyu yenebilirler, otoriteye başkaldırabilirler. Eğer gülme halktan insanların eğlencesiyse, halktan kimselerin özgürlüğü dizginlenip aşağılanmalı, sertlikle yıldırılmalıdır.” TÜREY KÖSE kurumsallaşmış din ve sorgulayan inanç tartışmaları bugün de çok şey söylüyor. Umberto Eco, romanını 14. yüzyılda bir manastırda kurgulamış. Ve, romandaki tartışmalar 7 yüzyıl sonra da güncel. Egemenler hep kelimelerin kudretinden korkmuşlar. Ve, bir “korkuyu yok etme sanatı” olarak da gülmekten... Romanın kahramanları eski bir sorgucu olan rahip William ile kör rahip Jorge’nin tartışmaları iki farklı bakış açısını ortaya koyuyor. Arınç’ın sözleriyle başlayan tartışmaya edebiyat dünyasından bir katkı olarak, bu kitaptan altını çizdiğimiz bazı bölümleri paylaşıyoruz: Güldürüler, kafirler tarafından seyircileri güldürmek için yazıldı; iyi de olmadı. Efendimiz İsa, hiç güldürü ya da masal anlatmadı; yalnızca cenneti nasıl elde edeceğimizi bize öğreten açık seçik meseller anlattı o. İsa’nın gülmüş olabileceği düşüncesine niçin bu kadar karşısınız? Gülmenin tıpkı banyo gibi bedendeki sıvıları ya da bedenin öteki sayrılıklarını, özellikle nedensiz can sıkıntısın sağaltmaya yarayan iyi bir ilaç olduğuna inanıyorum ben. Banyolar bedendeki sıvıların dengesini yeniden kurar. Oysa gülme bedeni sarsar, yüz çizgilerini bozar, insanı maymuna benzetir. Maymunlar gülmezler; gülmek insana özgüdür; insan ussallığının belirtisidir. Söz de insan usunun belirtisidir, ama sözle Tanrı’ya küfredilebilir. Gülmek delilik belirtisidir. Gülme kuşkunun kışkırtıcısıdır. Ama kimi zaman kuşkulanmak doğrudur. Gülme, kötüleri şaşırtmaya, onların aptallıklarını açığa çıkarmaya da yarar. (...) Ama gülmekle ilgili bu incelemede seni korkutan neydi? Bu kitabı ortadan kaldırarak gülmeyi ortadan kaldıramazsın. Gülmek köylünün eğlencesi, sarhoşun özgürlüğüdür. Gülmek, köylüleri şeytan korkusundan kurtarır; çünkü aptallar şenliğinde, Şeytan da zavallı bir aptal olarak belirir; bu yüzden de denetim altına alınabilir. Ama bu kitap insanın kendisini Şeytan korkusundan kurtarmasının bilgelik olduğunu öğretebilir. Köylü, şarap boğazından lıkır lıkır geçerken güldüğü zaman kendini bey sanır. Gülmek, bir köylüyü bir an için korkudan kurtarır. Ama yasa korku aracılığıyla kendini kabul ettirir; yasanın gerçek adı Tanrı korkusudur. Oysa bu kitaptan, tüm dünyayı yeni bir ateşle tutuşturacak iblisçe bir kıvcılcım çıkabilir. Ve gülme, Prometeus’un bile bilmediği gibi yeni bir korkuyu yok etme sanatı gibi tanımlanacaktır. Babalarımızın sağgörüsü seçimini yapmıştı: Eğer gülme halktan insanların eğlencesiyse, halktan kimselerin özgürlüğü dizginlenip aşağılanmalı, sertlikle yıldırılmalıdır. Niçin? Kendi zekâmı başkalarının zekâsıyla çarpıştırırdım. O zamana kadar sen kendin de Şeytan’ın tuzağına düşmüş olurdun. Sövgü bizi korkutmaz. Ama eğer bir gün alay sanatı kabul edilebilir kılınacak olursa; bir gün biri “Tanrı’nın insan olarak ortaya çıkmasına gülerim” diyebilirse o zaman bu küfrü durdurmak için hiç silahımız olmayacak. Peygamberlerden kork Adso; gerçek uğruna ölmeye hazır olanlardan da... Jorge Aristo’nun ikinci kitabından korkuyordu; çünkü o kitap, belki de gerçekten, kölesi olmayalım diye tüm gerçeklerin yüzünü nasıl değiştirebileceğimizi öğretiyordu. Belki de insanları sevenlerin görevi, onları gerçeklere güldürmektir; gerçeği güldürmektir; çünkü biricik gerçek, gerçeğe duyulan çılgınca tutkudan kendimizi kurtarmayı öğrenmektir. l B aşbakan Yardımcısı Bülent Arınç, geçen günlerde “Kadın iffetli olacak. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak” diye fetva verdi. Bu sözlerle başlayan tartışma; İtalyan yazar, orta çağ uzmanı, tarihçi, filozof, estetikçi Umberto Eco’nun Gülün Adı romanını akla getirdi hemen. 14. yüzyılda bir manastırda geçen bu romanın merkezinde labirentlerle, cinayetlerle ve hatta intiharlarla korunan daha doğrusu ulaşılması engellenen bir kitap var. Aristo’nun Poetika’sının ikinci kitabını gülmeye ayırdığı ve gülmeyi yücelttiği bu kitabı henüz hiç kimse okumamış. Kütüphaneye kütüphaneci ve çömezinden başka kimsenin girmesi yasak! Bazı “sapkın” kitaplara ve özellikle gülmeyi öven bu kitaba hiçbir gözün değmemesi için cinayetler işleniyor. Sayfalar boyunca “gülmenin caiz olup olmadığı” tartışılıyor... Arınç’ın sözlerinden sonra, Şadan Karadeniz’in dilimize çevirdiği Gülün Adı’nı kitaplıkta buldum, altını çizdiğim sayfaları yeniden okudum. Ne çok korkmuşlar yüzyıllar boyu gülmekten? Ne de olsa; kiliseyi korumak, köylünün isyan etmesini engellemek için korkuyu diri tutmak gerek. İnsanlar gülerlerse korkuyu yenebilirler, otoriteye başkaldırabilirler. Redhack soruşturmasında gözaltına alınan oyuncu Barış Atay’ın o kocaman gülümsemesini anımsayın. “Gülmek devrimci bir eylemdir” demişti o günlerde. Bülent Arınç belki de kadınların kahkaha atmasından korkmakta haklı! Üstelik sadece “gülmek” de değil, “kahkaha” şiddetinde gülmek! Gülün Adı kitabındaki Ortaçağ Hristiyan dünyasında din ve bilim, bağnazlık ve özgürlük, korkuya bağlı inanç ve kuşkuya dayalı güler yüzlü bilim, kilisede C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle