Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
4 10 AĞUSTOS 2014 / SAYI 1481 Peki Türkiye gibi insanların cinsel kimlikleri yüzünden nefret suçuna, lince, şiddete maruz kaldığı bir ülkede; o bütün bunları yaparken cinsel kimliği yüzünden ne gibi belalarla boğuşmak zorunda kaldı? Toplum acayip önyargılı olmakla beraber, sevmediğim bir tanım olsa da hoşgörüsüz olduğunu söylemek mümkün değil. Aslında hoşgörü göstermek, evet, sen “normal” değilsin ama hadi neyse, demek. O da ayrı. Ama karşılarında ne yaptığını bilen, hayatın içinde belli bir konum edinmeye, kendisini yaşamaya çalışan biri varsa verdikleri tepki önyargılı olsa da tamamen olumsuz değil. Ben 40 yaşıma giriyorum artık. Gençken birçok şeye heves ediyor insan, ancak trans bir kadın insanlara basit gibi gelen, hayatlarında önemli yer tuttuğunun farkında olmadıkları pek çok şeyi yaşayamıyor. Bu baskıyı bilmeyen insanların çoğu sevdiğinin elini tutmanın, insanlardan sakınmadan konuşabilmenin bile ne kadar değerli olduğunun farkında değil. Bunları yaşayamanın psikolojisiyle, gençlik yıllarında, doğal olarak aşırı tepkilerde bulanabiliyor insan. Ben bulundum. Ancak toplumda benim kimliğimdeki insanların muhakkak belirlenen bir şablona oturduğu düşüncesi var. Çok yanlış. Karavin’e göre bunu kırmanın yolu, o şablonların dışındaki insanların da görünür olmasını sağlamaktan geçiyor. Onun için bu aktivist tavır bir vazife hatta. O da pandomimci, yazar, grafiker kimliğiyle bunu yapmaya çalışıyor. Kabul ediyor, o aslında şanslı azınlıktan. Bu yüzden kendisini ailesine borçlu hissediyor. Çünkü LGBT bireyler ailede tökezleyip sarılacak birilerini aradığı zaman başlıyor asıl olumsuz hikâyeler. Onun ailesiyle hikâyesi mi? Bu süreç içinde ailemle bazı sıkıntılar çeksek de nihayetinde çok yol katettiğimizin farkındayız. Birbirimizden çok şey öğrendik. Bu süreçte geleneksel Türk ailesinde olan bütün o çarpıklıkları, psikiyatrik sorunları annembabam, kardeşim ve ben de yaşadık. Oturmuş yargıların sorgulanabilir olduklarını, doğru olanın, insan psikolojisine uygun olanın bu olmadığını hep beraber yaşayarak öğrendik. Şu an vardığımız nokta, çok mutlu olduğunu iddia eden tipik bir aile modelinin çok üstünde; çok daha samimiyetle mutlu ya da mutsuz olduğunu söyleyebilecek, sevgisini gösterebilecek ya da hoşnutsuzluğunu açık yüreklilikle ve nedenleriyle konuşabilecek, daha insanca bir yere vardık. Şimdilerde Beylikdüzü Belediyesi’nin desteklediği üç yıl düzenleyecekleri uluslararası edebiyat konferanslarının organizasyonu için uğraşıyor Karavin. İlk konferans Kafka adına. Bu konferans için Kafka çevirileri yapıyor. Üç Kafka kitabı Turgut Özalp’in çizimleriyle renklendirilerek yayımlanacak. Yeni kitaplar da sırada. Karavin, Düşülke Yayınları’yla düşlerini kurmaya devam ediyor. Ortak olur musunuz? l Pandomim de yazmak da tek kişilik eylemler Pandomime ilgisi olanlar onu İstiklal’deki gösterilerinden hatırlayacaktır. Edebiyatla haşır neşir olanlarsa kitaplarına denk gelmiş olabilir. Janset Karavin, şimdi bir de yayınevi kurdu: Düşülke. Sekiz ayda on kitap yayımladılar. Hedefi büyük; yayınevinin geliriyle bir sanat komünü kurmayı istiyor. ESRA AÇIKGÖZ Şimdi ben size onu, sokak sanatçısı, pandomimci, yeraltı edebiyatına ait kitaplar yazan kadın yazar diye tanımlasam hemen itiraz edeceğini biliyorum. Çünkü o “etiket”ler istemiyor. Öyle birbiri ardına sıralanmış ve ilgi çekici olmak için anlamları zorlanan sıfatlardan uzak duruyor. Öyleyse en iyisi ona kendini anlattırmak. Gelin bu sefer hızla başlayalım... Kimsiniz siz? Zor soruyla başladınız. Ben, Janset Karavin. Yaptığın şeylerle kendini tanımla dersen; en başta yazar derim ama bunun yanı sıra pandomimciyim. İpli kukla yapıyorum, oynatıyorum. Karagöz yapıyorum, oynatıyorum. Grafikerim. Kısaca böyle. Tabii kimsin deyince işin içine kimlik de giriyor; ben transeksüel, lezbiyen bir kadınım. Pandomim çocuklukta, sessiz sinemayla, Chaplin filmleriyle başlayan bir heves. Bunun sinema harcinde bir sahne sanatı olduğunu öğrenince, araştırmaya, Marcel Marceau kasetlerini edinmeye başlıyor. Türkiye’de hiç bilinen bir sanat dalı değil, hele o yıllar için. Deneyerek kendine özgü bir teknik oluşturuyor Karavin. 3.5 yıl İstiklal’de, Kadıköy’de, Ankara’da pandomim yapıyor. Niye mi sokak? Çok kolay çünkü sahne üstünde bir karşılığı yok pandomimin! İnsanlar hâlâ ne demek olduğunu bilmiyor ki. Hem sokak bambaşka bir yer. Hayatın kalbi. Öyle bir platform ki, herkes aynı düzeyde. Hiyerarşinin yok olduğu, zenginle fakirin, eğitimliyleeğitimsizin yan yana durduğu bir alan. Siz de onlarla aynı düzlemde bulunuyorsunuz. Hem çok samimi, hem de toplumun her kesimiyle bir ilişki kuruluyor. İşte son kitabı, “transdomim” bu ilişkinin meyvesi. Sokakta karşılaştığı insanları anlatıyor Karavin; haliyle önyargıları, onlarla çarpışmasını, onları kırma çabalarını, hayata ilişkin görüşlerini... Tabii ki en çok da cinsel kimliği yüzünden maruz kalıyor önyargılara. Zaten onun yazma serüveni de bu önyargılara karşı bir var oluş yöntemi. Neden mi? Yaşadığın olayların yarattığı kenara itilmişlik hissi, toplumun dışına atılma hali, biraz da kendini zaten geri çekme söz konusu olunca kendi kendine vakit geçirmeye başlıyorsun. Yaşadıklarım beni kendi kendine yapılabilecek eylemlere itti. Pandomim de, yazmak da tek kişilik. Biraz da mecburiyetler insanı belli noktalara getiriyor. Hiçbir şey siyah ya da beyaz değil ki. Kötü gibi gözüken bir şey bazen çok iyi sonuçlar doğuruyor. Kitapları da onun “iyi sonuçları”. İlk kitabı; “Galatı Aşk”ı eline alışının mutluluğu hâlâ yüreğinde. Her şey Monokl dergisindeki yazılarını bilen ve yayınevinde çalışan bir arkadaşının, yazdıklarını yollasana, bakayım, demesiyle başlıyor. Biraz da şansa. Onu Piç Kumbarası izliyor. Kitaplarının satılmasına dair bir hırsı yok Karavin’in. Çünkü biliyor ki, yazmak emek harcamaksa, okunduğunda tekrar tekrar bir emek söz konusu ve o da hırsla sağlanacak bir şey değil. Türkiye’de yazarak kazanmak bir rüya, malum. Ama bir de yazanlara destek olup kitaplarını basmak var ki, işte bu tam deli işi. Ona bu cesareti veren ne mi? Edebiyat sevgisi. Gençlere yardım etme isteği. Genç insanlar yazdıklarının değerlendirilmesi için muhatap bulmakta zorlanıyor. O kadar çok yıpratılıyorlar ki. Ben de yaşadım bunları. İkinci kitaptan sonra bile dosyalarımın üzerine çöp yazarak geri yollandı. O gün çöp olan dosyalar bugün basıldı, insanlara ulaştı, olumlu tepkiler aldı, acaba o yayınevlerinin nazarında hâlâ çöp mü? Nasıl bir Fotoğraf: VEDAT ARIK değerlendirme yapıyorlar? Merak ediyorum. Biz dosyaları mutlaka inceliyor, olumsuz olsa da motive edici yanıt vermeye çalışıyoruz. Zaten yayınevine dosya gönderen birinin aklının başında olduğunu söylemek mümkün değil, bu insanları dirsekle itmek kötülük. Ama tek amaç, edebiyatla ilgilinen gençleri örselemeden yol göstermek değil. Daha büyük bir hayali var Karavin’in. Latife Tekin’in kurduğu Gümüşlük Akademisi’nin esin kaynağı olduğu bir hayal bu; bir sanat komünü. Yayınevinin gelirinin büyük kısmı bunun için ayrılıyor. Şimdilik on kitap çıkmış yayınevinden, ne de olsa henüz sekiz aylık. Belki de pek çok insanın yayınevini tanımasını sağlayan en önemli isim, Yılmaz Odabaşı’nın yeni kitabı “Bana Yasak Sözler Söyle” ve bir önceki “Aşk Şiirleri” derlemesi. Onun dışındaki yazarlara gelince; Janset Karavin, Tamer Dursun, Hüseyin Kayaş, Eser Gündüz, Halil Emrah Macit, Mazlum Çetinkaya, Levent Karataş... Tamer Dursun’un Azze’ye Mektuplar adlı şiir kitabının yüz adetlik özel bir baskısı da yapılmış. Mıknatıslı bir kutu içinde, eskitilmiş mektuplara basılıp, zarflanıp, pullanarak satılıyor. Yazmak delirmemi engelleyen tek şey! ALİ DENİZ USLU A rzum Uzun “‘Aşkın 8 Kusuru’’, ‘’Süper Zeki Bir Kadının Über Salak Hikayesi’’, ‘’Nerdesin Aşkım’’ dan sonra yeni romanı “Bitli Pileyboy”u yayımladı. Uzun, kitabı Cihangir’de yaşadığı bir yıl içinde tamamladı. Kitap “erotik”, “melankolik” ve “komik” bir serüven olarak tanıtılsa da işin aslında derin bir trajedi ve dram yatıyor. Arzum Uzun’un “herkesin birbirinin eskisini giydiği dev bir yetimhaneydi Beyoğlu!” demesi de bundan. Yazmak olmasaydı nasıl yaşardınız? Ne de olsa marazlı bir iş yazmak ve sağlıklı bir ruh hali kalemin düşmanı. Sizin için yazmak zehir atmak mı şifa bulmak mı, yoksa bulaştırmak mı? Bir akıl hastanesinde, muhtemelen Lape’de camın önünde oturup bütün gün sigara içen bir akıl hastası olurdum. Yazmak delirmemi engelleyen tek şey. Yazmak benim için hem bir iyileşme hem de iyileştirme yöntemi. Sağlıklı bir ruh halim yok zaten. Hiç olmadı. Akıl sağlığı yerinde biri olsaydım, sıradan bir iş yapar, daha az riskli bir hayat sürerdim. Ne bir ofiste sekiz saat çalışmak –ki bunu da denedim ne de sistemin bir parçası olmak. Bütün sistemlere karşıyım! Ve malesef hepimiz, ne kadar karşı koymak istersek isteyelim bir süre sonra sistemin basit bir parçası olmaktan öteye geçemiyoruz. Edebiyat öyle bir şey değil. Edebiyat ruhun kurtuluşu. Bütün kalıpların yıkıldığı ve yerini düş gücünün, kelimelerin gücünün aldığı bir ülke. İstediğin an silip tekrar inşa edebileceğin. “Bitli Pileyboy”u Cihangir’de yazarak tamamlamışsınız. Cihangir pek çok bakımdan lanetli bir yer. Gecesi yaşıyor, gündüzü donuk. Belki de bir şeytan üçgeni... Ne ararsanız bulmanız mümkün. Bir yandan da ruhsal intiharı seçenler için iyi bir durak. Nedir sizin ilişkiniz? Her zaman kullandığım bir betimleme var Cihangir için, “ölü toprağı serpilmiş” diye. Gecesi de gündüzü de yaşıyormuş gibi, nefes alıyormuş gibi görünen, ölü, yitik, kayıp bir yer. İnsanı içine çeken bir bataklık. Malzemesi bol, insan çeşitliliği geniş, yazarın beslenebilmesi için elverişli. Ancak asla bir ömrü Cihangir’de geçirmeyi düşünemiyorum. Biliyorum, bunu okuyan Cihangirliler bana kızacak. Ama kızmasınlar. Alışkanlıklarımız bizi muhitlere, mekanlara bağlıyor. Bitli Pileyboy’da dediğim Yazar Arzum Uzun delilikten kendini yazarak koruyor. Tüm sistemlere karşı. Edebiyatın ruhun kurtuluşu olduğunu söylüyor. Düş gücüyle ve kelimelerle kurulu bu ülkede mutlu. Bu ülkede kalmak için de hayattan besleniyor, yazmak için yaşıyor. gibi “Müdavimi olduğumuz mekanlar inimizdir. Duvarları hakkımızda çok şey bilir.” Yalnızlık duygusu ve korkusuyla küçük ghetto’lara sıkışıp kalıyoruz şehirde. Benim için de bir süre öncesine kadar Teşvikiye böyleydi. 2002’den beri Nişantaşı vatandaşıyım. Ötesinde bir köy düşünemiyordum. Oysa yaşadığım bir yıllık Cihangir deneyimi, bana insanın her yere alışabileceğini, bir süre sonra o yerin vatandaşı olabileceğini öğretti. Bir sonraki kitap için belki bambaşka bir lokasyon seçerim kendime. Kitaplarınızdaki insan hikayeleri, ruhsal çözümlemeler ve deşifrelerle geliyor. Peki, yazmak için yaşadığınızı düşündünüz mü hiç? Beslenmek için hayatı kulladığınızı düşündüğünüz... Kesinlikle yazmak için yaşıyorum. Ve tabii ki beslenmek için hayatı kullanıyorum. Gerçek insanları gözlemleyerek, durum çözümlemeleri yaparak kurguya varıyorum. Hayatı ıskaladığım hissine kapılmıyorum ama. Başka bir hayat bilmiyorum çünkü. Hep böyleydim. Hep gözlemci koltuğundaydım. Bazen gözlemci koltuğunda oturup bu kadar acı çekmek yerine, gerçekten yaşamak istiyorum diye geçiyor içimden. Ama biliyorum, bu gerçek hayat. Benim hayatım. Varoluş biçimim. Roman aslında trajik, çünkü herkes birbirinden bir parça koparıyor ve yoluna devam ediyor. Bazen çürüdüğümüzün farkında olmadığımızı, üstümüzde leş kargaları ve akbabalar dolaştığında anlıyorum ben. Ne kadar doğru, ne kadar güzel bir tasvir. Aynen öyle. Sevmeyi sevişmek sanıyoruz, birden fazla insanla. Bu şekilde varolacağımıza, mutluluğa ulaşacağımıza inanıyoruz. Ahlakçı biri değilim. Asla olmadım. Toplumsal ahlaka da biat etmem. Ama özsaygıya ve vicdani ahlaka inanırım. İnsanın kendi değer yargıları olmalıdır. Bir şekilde sivrilmek, uyum sağlamak, sürüye aykırı davranmamak için kana susamış vampirler gibi saldırganlaşırsanız, varoluş amacınızı unutur, kaybolur, ölürsünüz. Çürüme böyle başlar. Aşkın tanımı flu. Sevişmek ise erkek için de kadın için de skor tabelasından ibaret gibi. Peki, bu maç ne zaman biter? Hadi dünyanın en klişe cevabını vereyim, kendimizi sevmeyi ve ne aradığımızı öğrendiğimiz zaman. Kadınların skor peşinde koştuğunu düşünmüyorum. Ünlü biriyle bir gece geçirmek, herkesin ilgi gösterdiği biriyle sevişmek, onlar için diğer kadınlar karşısında övünecekleri bir değer halini aldı. Erkekler içinse, bir tür yaşama amacı ve erkeklik gücünün ispatı. Erkeklerde cinsel yetersizlik, çapkınlık ve açlığı doğurur. Ama her şeyin temelinde sevgisizlik var. Ve kendini değerli görmeme. Kendine değer veren bir erkeğin, her önüne gelen kadının önünde pantolonunu indireceğine inanmıyorum ben. Birinin çıkıp sizi çok sevmesini beklerseniz, maç asla bitmez. “Özgürlükle huzurun bir arada yaşanamayacağını öğrenerek uçtum” diyorsunuz. Bu kabullenmesi zor, acı bir farkındalık hali. Çok farkında olarak yaşamak sancılı değil mi? Daha az farkında, daha çok sarışın olmayı isterdim. Bilirsiniz, sarışınlar daha çok eğlenir derler. Benim hayatımsa, yaşamaya devam etmek için bir bahane bulmaya çalışarak geçiyor. Bazı günler o kadar intihara meyilli uyanıyorum ki, hâlâ yaşıyor olduğuma şaşıyorum. Hâlâ anlatacağım hikâyeler var demek. Henüz ölmemiş olma nedenim bu. Kitabın içinde seks ve cinsellik olunca işin edebiyat tarafı ve derinliği hep gözardı ediliyor. Spotlara manşetlere çekilenler iyice sığlaşan, belatlı vuran başlıklar. Buna ne diyorsunuz? Türkiye’de yazar olmak diyorum. Hele ki kadınsanız! Üstüne bir de sarışınsanız... Bülent Arınç’ın kadın kahkaha atmasın demesine “Hüloooğ” diye baş kaldıran “entel”lerimiz ilk taşı atanınız oluyor. Çünkü kadın seksten bahsetmemeli, yazar sarışın olmamalı. Hele ki es kaza eli yüzü düzgünse, bir zahmet başka bir iş yapmalı. Bu faşizmin kadın üstünde yoğunlaşmış halidir. Kadın düşmanlığıdır. Edebiyata ilgisi kitap satışlarından belli olan, yüzde 70’i ömrü boyunca bir kitabı belki okumuş bir ülkenin çocuklarıyız. Edebi derinlik, kurgunun başarısı ya da yazarın kalitesi, okuyarak değerlendirdikleri şeyler değil haliyle. Atılan bir başlığı, yanlışlıkla yayınlanmış bir pozu canlarının istediği yere çekerek, yazarın egosunu alaşağı etmek, yeteneğini sorgulamak, ona hakaret etmek en büyük zevk. Kitabı okumadan! Tamamlanmamış hayallerin, düş kırıklıklarının, başarısızlığın ve yeteneksizliğin karşı tarafa yansıtılması. Sarı saçlarımdan ben suçluyum ama cahilce ön yargılarından da onlar suçlu. l C M Y B