Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
13 NİSAN 2014 / SAYI 1464 7 İstanbul, benim hem vatanım hem sürgünüm Biz onu “Şiddet Güzeli” filmiyle biliyoruz. O ise bizi çok daha yakından tanıyor. Bu filmdeki rolüyle 70. Venedik Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü alan Themis Panou İstanbullu bir sanatçı. 1960’larda daha çocukken izlediği Ediz Hun’lu, Hülya Koçyiğit’li, Yılmaz Güney’li filmlerin tiyatrocu olmasında etkisi olduğu kanısında. Çağdaş Yunan sinema ve tiyatrosunun önemli ismi Panou, İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilecek filmi için “vatanım ve sürgünüm” dediği İstanbul’a gelecek. ASLI SELÇUK M iss Violence, dilimizdeki adıyla “Şiddet Güzeli” adlı film 70. Venedik Film Festivali’nde hem en iyi yönetmen hem de en iyi erkek oyuncu ödülünü almıştı. Alexandros Avranas’ın yönettiği filmin en iyi erkek ödülünü alan oyuncusu da Themis Panou’ydu. İki ödüllü Miss Violence, İstanbul Film Festivali kapsamında 19 Nisan’da gösterime giriyor. Filmde erkek oyuncu ödülü Coppa Volpi’yi kazanan 1960 İstanbul doğumlu Themis Panou, bir İstanbullu. Feriköy Rum İlkokulu’nda, Zoğrafyon Lisesi’nde öğrenim gördü. Atina Üniversitesi Tiyatro Bilgileri Bölümü’nden sonra E.Xatzikou Tiyatro Okulu’nda oyunculuk dersleri aldı. Türkiye’de gösterime giren Politiki Kouzina (Bir Tutam Baharat/2003) filminde oynadı. 2000 yılından beri Yunan Ulusal Tiyatrosu’nda çalışan Panou, Eski Yunan, Klasik Avrupa ve çağdaş oyunlarda önemli roller üstlendi. Üniversite diploma sınavında Güngör Dilmen’in Midas Üçlemesi’ni Türkçe’den Rumca’ya çevirdi. Festivale konuk olacak Panou’yla özel bir söyleşi yaptık. Söyleşiyi Rumca’dan Türkçe’ye Atina Üniversitesi Türkoloji Bölümü Türk dili okutmanı Hristina Şanlıoğlu yaptı. Tiyatrodan sinemaya geçtiniz. Tiyatro ve sinema oyunculuğu arasındaki büyük farklar var mı? Bir mesleğin farklı versiyonları gibiler. Film çekiminde seyirci yok. Oyuncu o anda ya yalnız ya da rol arkadaşıyla birliktedir. Tiyatroda oyun çok ciddi nedenler dışında duramaz. Hastada olsa, yakınını yitirmiş olsa da sahne alır. Tiyatro aynen yaşam gibi devam eder. Oysa sinemada çekime ara verilir. Sinema yalınlık, ölçü, sadelik, ifadede tutarlılık, ayrıntıda kesinlik gerektirir. Oyuncu, “Şiddet Güzeli” filminden. cansız bir nesne olan kameranın önünde bir duygunun en ince ayrıntılarını yansıtmalıdır çünkü kamera en ufak bir devinimi bile yakalar. Epidavros gibi 20 bin gözün seni seyrettiği bir alandaysanız oyuncu kendini kayıtsız şartsız teslim etmeli, ruhen, bedenen tümüyle orada olmalıdır. Son sıradaki izleyici bile onun ne dediğini, ne hissettiğini anlamalıdır. Tiyatro aslında bir demokrasi ürünüdür, oyuncu başkalarının önünde demokrasinin özünü gerçekleştirir. Tiyatro geçmişiniz size sinemada yardımcı oldu mu? Tabii ki oldu. Yunanistan’da tiyatro yalanıyla ilgili medyada bir deyim vardır. Şov yapıyoruz deriz. Gerçek bu deyimden çok uzaktır. Teatral ifade abartı değildir, tam tersidir. Öyle ki tiyatroda sinemada nasıl oynamam gerektiğini öğrendim. İtalya’da bana bir gazeteci tiyatro kökenli bir oyuncunun Volpi ödülünü almasının çok önemli olduğunu söyledi. Dünyanın en iyi akustiği olan Epidavros’ta sahne alalı 30 yıl geçti. Burada görkemli Antik Yunan trajedilerini yorumlayabilmek için bedenimi, sesimi kontrol etmeyi öğrendim. Yani büyüklüğü öğrendim. Tiyatrodaki deneyimim olmasaydı sinemada oynayamazdım. Şiddet Güzeli’nde etik dışı çok kötü bir karakteri büyük bir başarıyla canlandırıyorsunuz. Rolünüze nasıl hazırlandınız? Oyunculuğumu netlik, sadelik, belirginlikten çok saklı bir beden dili üstüne kurdum. Yönetmenle birlikte herşeyin “normal” görünmesini istedik. Bu kesin tercihimizdi. Rolümde beğenilmek, kabul edilmek de vardı, başkalarının üzerinde şiddet kullanmanın zevkini çıkarıyordum. Bedensel, sözsel ve ruhsal şiddet. Şiddet gündelik yaşamımızda var. Gizli “sosyal olarak kabul görmüş şiddet” hepimizin uyguladığı bir şiddettir. Bir tartışmada kaç kere diğer konuşmacının sözünü keseriz. Tiyatroda “zıt”larla çalışırız, bir “kötü”nün iyi yönlerini, bir “aziz”in günahlarını keşfederiz. Çağdaş Yunan sineması ne durumda? Ekonomik ve sanatsal açıdan çok zor durumda. Bir kimlik arayışı var. Theo Angelopoulos’un kaybı büyük bir boşluk yarattı. Herşeyin hızla değiştiği bir geçiş dönemindeyiz. Genç kuşakla ilgili tüm dünyada bir karmaşa var. Alışılmıştır yeni her zaman iyi sayılır ama genç, modern ve yeninin daha iyi olduğuna emin değilim. Sanatta önemli olan yaşı ne olursa olsun insancıl bir gerçeği insancıl şekilde söylemektir. Sanatta yeni gereksinimi karşılamıyorsa son kullanım tarihi olan bir üründür. Aynı zamanda yazar ve çevirmensiniz. Edebiyat, tiyatro ve sinemanın etkileşimleri nedir sizce? Hepsi birbirlerinden farklı ifade araçlarıdır. Tiyatroda sahne, söz, metinler, sinemada ifade tutarlılığı, edebiyatta söz. Metinlerimde sözlü dilin dolaysızlığını kaydetmeye çalışırım. Sonuçta her şey bizi tiyatroya götürür. Ben “sahnesel bir varlık”ım. İstanbul’da doğdunuz. İstanbul ve Türkiye’ye ait anılarınız var mı? On üç yaşıma kadar Şişli’de yaşadım. Yazları Arnavutköy’de iki katlı ahşap bir evde kalıyor Boğaz’da denize giriyordum. Bu unutulmaz bir deneyimdi. Arnavutköy’den Bebek’e yürüyüşler yapıyordum. Babamın Etfal Hastanesi’ne giden yolda dükkânı vardı, tam karşısındaki Kent pasajındaki sinemada film izlerdim. Arnavutköy’deki yazlık sinemanın filmlerini de arkadaşlarımın balkonlarından izlerdim. Hülya Koçyiğit, Ediz Hun, Filiz Akın, Yılmaz Güney, 60’lı yılların Türk sineması sanırım tiyatrocu olmamı etkiledi. Sağdıç Sokak’ta futbol oynadım, Şişli’den Taksim’e gezintiler yaptım. İstanbul’un vapurlarını, iskelelerini hiç unutamam, hâlâ beni çok etkilerler. Türklerin açık, sıcak, insancıl davranışlarını da gördüm. İstanbul benim hem vatanım hem de sürgünüm, bu iki duygu içiçe. Çok yolculuk yapmama karşın İstanbul’da kendimi rahat hissediyorum. Tarihi bir yara yavaş yavaş iyileşiyor. Ailem Epir ve Yanyalı, ben aslen Yunanlıyım ama sorulunca İstanbullu Rum ya da İstanbulluyum diyorum. Bu bana miras kalan çok gurur duyduğum bir kimlik. Türkçe’yi unutmadım, sanırım “Vatandaş Türkçe Konuş” işe yaradı. Türk ve Yunan halkları için ne düşünüyorsunuz? Son yıllarda durum değişti. Sadece İstanbullu Rumlar değil Yunanlılar da İstanbul’a yerleşiyor. Bazı engeller kalkmaya başladı, varolma nedenleri de yoktu, bu yapay engeller için büyük çaba sarfediliyordu. Güngör Dilmen’in Kuzguncuk Türküsü adlı eserini keşfedince çok etkilendim, bu olay Yunanistan’da bilinmiyor, tarihsel değeri de anlaşılmadı. Çağdaş Yunan ve Türk tiyatrosunun etkileşimini araştırmak, Yunanlılara Türk Tiyatro tarihi konusunda sunum yapmak isterdim. Türk sineması hakkında ne düşünüyorsunuz? Modern Türk sineması çok dinamik, parlak bir geleceği var. Yunanistan’da çok iyi tanınıyor. Benim için çok şey ifade eden TürkYunan ortak yapımlar da var. Bana çocukluk yıllarımdan hatırladığım gazetenizde yer verdiğiniz için size teşekkür etmek istiyorum, Cumhuriyet bizim için Türkiye’nin en önemli gazetesiydi. Bu söyleşi benim için bambaşka bir önem kazanıyor. l Halka saldırıya karşı sanat misillemesi Burhan Kum, inşaatlarla, devasa projelerle, dini araçsallaştıran söylemle halka saldıran yeni muhafazakâr kitleye “Misilleme” yapıyor. Boğaziçi Köprüsü’yle başlayan, ardı ardına yükselen kimliksiz apartmanlarla, HES yapımlarıyla süren bu yağmayı ortaya çıkaran saltanatın sonunu da bu sergide görebilirsiniz. DENİZ ÜLKÜTEKİN Karadeniz’den Singapur’a M imar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü ve Valensiya Politeknik Üniversitesi San Carlos Güzel Sanatlar Fakültesi’nde eğitim gördükten sonra çalışmalarını İspanya’da sürdüren sanatçı Volkan Diyaroğlu, Singapur’da çok önemli bir sergiye imza attı. Uzakdoğu’nun gelişmiş sanat merkezi Singapur’da en önemli sanat galerilerinden Element Art Space’de açılan sergide Diyaroğlu’nun 13 ayrı eseri bulunuyor. Küratörlüğünü Nilo Casares’in üstlendiği sergi 20 Nisan tarihine kadar açık kalacak. Sergiye sanat ve diplomasi çevrelerinin yanı sıra Singapurlu, Çinli ve Endonezyalı koleksiyonerler yoğun ilgi gösterdi. 90’lı yıllardan bu yana Singapur’da kişisel sergi açan ilk Türk sanatçı olan Diyaroğlu, “Memory and Blood” isimli sergisinde, doğduğu yer olan Karadeniz kıyılarından, Hesiodos’tan ve şairin söylediği “Her şeyden önce kaos vardı” dizesinden esinlenerek ortaya çıkardığı çalışmalarını sunuyor. Birçok insanın Türkiye’nin, Asya’nın batı ucunda dünyanın en eski tarihi ve zengin kültürü üzerinde kurulduğunu unuttuğunu ve Anadolu’nun halen modern Batılı bir anlayışla kültürünü, tarihini, dinini ve geleneklerini korumakta olduğunu belirten küratör Nilo Casares, “Kan ve Bellek isimli sergide sanatçı; GrekoRomen kültüründen yararlanıp doğduğu yer olan Karadeniz kıyılarındaki kişisel hatıralarını ve geçmişini çağırıp, kendi yörüngesine oturttuğunu söylüyor. Çünkü, resimlerin bir zaman dilimi yoktur. Tuvaldeki resimler, bu kadar karmaşanın içinde bir çıkış kapısı olduğunu anlamamıza yardımcı olur. Sanatçının resimlerindeki fırça darbeleri k(a)ozmik dünyadaki kan akışına benzemektedir” diyor. Dünyada gelecek vaat eden çağdaş sanatçılardan biri olarak gösterilen Diyaroğlu’nun çalışmaları; Elgiz Çağdaş Sanatlar Müzesi, Saatchi Gallery (Londra İ nşaat: büyük şehirlerde yaşıyorsanız, çevrenizde her zaman görebileceğiniz, birisi bitip bir diğeri başlasa da bir bütün olarak gördüğünüzde asla sona ermeyecek bitmeyecek, tükenmeyecek bir yapı. Kimbilir, Türkiye gibi bir ülkede sanat ve özellikle heykel üzerine böylesine çok tartışma varsa bunda bir pay sahibi de inşaattır. Örgütsüz, emeğe saygı duymadan yükselen bu yapılar, belki de muhafazakâr yükselişin heykellere verdiği bir cevaptır. Ancak tüm bunların ötesinde inşaat, halka bir saldırı aracı haline geldi. “Hizmet” adı altında yürütülen projeler artık çevresindeki insanlara ve topluma karşı bir tehdit unsuru oluşturmaya başladı. Burhan Kum’un Empire Project’te 26 Nisan’a kadar görülebilecek Misilleme isimli sergisi, kente ve halkı karşı yürütülen bu saldırıya bir cevap niteliği taşıyor. Serginin en dikkat çekici işi olan Boğaziçi Köprüsü de, belki de en bilindik görüntüsüyle karşımızda. Avrupa ve Asya’yı, doğu ile batıyı, gelenekle, moderni ve bu başlıkları içindeki tüm çelişkileri bir araya getirdiğini öngördüğümüz bu sembolik yapı, Burhan Kum’un portresinde ortasında bir fermuarla karşımıza çıkıyor. Hiç farkında olmadığımız yönüyle, göçten, çevresel zararlarına, kentin rant alanlarını ortaya çıkarmasına ve tüm bu etkilerin yarattığı sosyolojik sonuçlara kadar birleştiren değil ayrıştıran bir köprü. Bugün Türkiye’de sermayeyi ele geçiren muhafazakâr ve “Müslüman” yapı yaşamın her alanını, dini araçsallaştıran bir hale getiriyor. Böylece tek tiplilik çeşitlilik, baskı da özgürlük olarak sunuluyor. Burhan Kum’un buna da bir cevabı var. Kırk oto portre, tek bir zaman dilimi üzerinde. Zamanın portresini çiziyor Kum. Bu eserinin ismini de Çile koymuş. Tasavvuftaki kırk günlük çileyi hatırlatıyor bize. Ve bir saltanat kayığı görüyoruz. Modernle, geleneksel mimarinin iç içe geçtiği bir İstanbul siluetinde, bize birleştirmeyen, ayrıştıran köprüyü anımsatıyor. Kayık yalpalıyor ve yolunun çok da fazla olmadığını hissettiriyor... Modernle gelenek, batıyla doğu arasındaki bir başka hesaplaşmaya, daha uluslararası bir boyuta gidiyoruz. Hollanda’nın simgesel isimlerinden Vincent Van Gogh’un torununun Fas asıllı Muhammed Bouyeri tarafından öldürülmesi, Amsterdam Meclisi tarafından kentin 750 yıllık geçmişindeki en önemli 50 olay içinde 49. sırada gösterilmişti. Çıkarılan kitapçıkta Müslüman karşıtı söylemleriyle bilinen Theo Van Gogh’un öldürülmesi “ifade özgürlüğü karşıtı bir hareket” olarak sunulmuştu. Oysa Vincent Van Gogh’un sanatının zirvesinde olduğu yıllarda, Hollanda’nın Bali adasında binlerce Müslümanı katletmiş olması gözden kaçıyordu. İşte Burhan Kum, Vincent Van Gogh’un çok bilindik otoportresi içine Bouyeri’yi yerleştiriyor. Bu işin evrensel bir boyutu var, bir yandan da Türkiye gibi inşaat yoluyla esir alınmaya çalışılan ülkelerde hayata soldan bakan insanların antiemperyalist söylemden uzaklaşma sebebini sorgulatıyor. l Dubai), Principe Felipe Museum (İspanya), George Enescu National Museum (Romanya), Kanazawa Modern Art Museum (Japonya), İle De France (Fransa) ve Valencia Modern Art Museum’un (İspanya) da aralarında bulunduğu dünyanın saygın müze ve galerilerinde sergileniyor. Sanatçı Volkan Diyaroğlu, Singapur’daki sergisiyle eşzamanlı olarak 3 Nisan28 Mayıs tarihleri arasında Brüksel’de başka bir sergide daha yer alacak. Sergi, Avrupa’nın önemli sanat etkinliklerinden olan ArtBrussels ile aynı tarihlerde olması nedeniyle ayrı bir öneme sahip. l www.elementartspace.com / www. volkandiyaroglu.com C M Y B