11 Ocak 2025 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 23 ŞUBAT 2014 / SAYI 1457 Özgür ve Lorin cezaevinde büyümesin D ünyaya daha üç ay önce açılan gözleriyle sağa sola bakınıyor, yaygara yaparak varlıklarını her an, her dakika hissettiriyor Özgür ve Lorin. Karınları doyunca yan yana yatırıldıkları hamakta keyifli bir sakinliğe bırakıyorlar kendilerini. Üç ay sonra uzak kalacaklar bu keyiften. Sadece bundan mı? “Cezaevinde bize istediğimiz mamayı verirler mi? İçeriye beşik, yürüteç alabilecek miyiz?”. Anneleri Mülkiye Demir Kılınç, bu sorularla boğuşuyor; “Bütün haksızlığı bırakıp şimdi bunların yanıtlarının peşine düştük” diyerek. Çünkü kendi deyimiyle bir mucize olmazsa 19 Mayıs’ta cezaevine girecek; o yaşta en çok anneye ihtiyaç duydukları ve bırakacak yeri olmadığı için de bebeklerini yanında götürecek. Özgür ve Lorin altı aylıkken girdikleri cezaevinden, iki yaşında çıkacaklar. İlk çocukluk anılarına düşen soğuk, karanlık cezaeviyle “devlet”i tanıyacak ve tanımlayacaklar... Bu olmasın diye, onlar için www.change.org/ozgurvelorin adlı bir imza kampanyası başlatıldı. İmzalar Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam’a yollanacak. İlgiden memnun Demir, “Çünkü” diyor, “siz ne derseniz deyin, ben şimdi ne dersem diyeyim politik bir taraf olarak duruyorum dosyamdan dolayı. Bu yüzden insanların bu kadar duyarlı olacağını düşünmemiştim. Çok farklı çevrelerden ilgilendiler. Seviniyorum yanımda olduklarını bilince. Sanırım ESRA Cumhurbaşkanı’nın af yetkisi var, ama tam AÇIKGÖZ bilmiyorum”... 31 yaşında Mülkiye Demir. Batman Sason’un bir köyünde doğuyor. Köyleri zorla boşaltılınca, 94’te tüm aile İstanbul’a geliyor. Mülkiye Demir: “Babam korucular tarafından vurulmuştu, ağır yaralı olarak hasteneye kaldırıldı. Bir daha köye dönmemiz mümkün olmadı. Apar topar, eşyaların ancak bir kısmını alıp İstanbul’a geldik. Annembabam çiftçi olduklarından bir meslekleri de yoktu. Beş kardeşin üç büyüğü olarak bizler çalışmaya başladık”. Büyüğü dediğine bakmayın, 13 yaşında daha; tekstil atölyesinde işe başlıyor. Bir yandan da ortaokul ve liseyi dışardan bitirmek için uğraşıyor. Başarıyor da. Sonra Ses Plak’ta işe başlıyor. Gidip gelenler aracılığıyla Mezopotamya Kültür Merkezi’nde iş görüşmesine gidiyor ve bir arkadaşıyla merkezdeki kafe işletmesini, kitap satışlarını üstleniyor. Üç senenin sonunda, 2011 Kasımı’nda anlamakta ve anlatmakta zorlandığı bu olaylar yaşanana kadar evini böyle geçindiriyor. M. Demir: “Kitaplarla aram iyi olduğundan daha çok ben bakardım satışlara. 2010’da biri, 500 milyonluk kitap satın aldı. Bu şahıs 2011’de bir listeyle geldi. İstediği kitapların bir kısmı kütüphanemizde vardı. Olmayanları bulup döneceğimi söyledim. Telefonunu aldım. O şekilde çalışıyoruz, kitapları temin edince arayıp, hazır gelip alabilirsiniz, diyoruz. Kitaplarını hazırlayınca aradım. Geldi şahıs, kitapları aldı, çıktı. Ondan bir yarım saat sonra da ben işten çıktım. Bir arkadaşımla yemeğe gidecektik. Beyoğlu Emniyeti’nin orada yolu kadar emindim ki Yargıtay’dan bozulacağına. Neye göre, niye emindim, şimdi düşününce garip geliyor. Ama emindim işte, bu saçmalık, yanlışlık ortaya çıkacak diyordum. Biz çocuk düşünüyorduk hep, olanlardan sonra acaba yapmasak diye sohbetimiz bile olmadı. Bir avukat arkadaşıma gösterdim dosyayı, ‘Bu dosyayı savunma, savunulacak hali bile yok’ demişti. Dosyada bir şey olmadığından kaynaklı, kendimi bildiğimden kaynaklı, inanıyordum işte adalete. Zaten onların suçladığı her neyse şu an benim durumumla o kadar çelişkili ki... Şok oldum onandığını duyunca. İlk avukatım aradığında ‘Şahsın, Erhan Akkara’nın dosyası bozulmuş, ama seninki onanmış’ dedi. Şaka yapıyorsun ya, dedim. Bir süre inanmadım zaten. Bir de kararı duyduğumda hamileliğimin beşince ayında filandım. İkiz gebelik yaşıyorum, düşük riskim var, günde iki iğne kullanıyorum. Üstüne bir de Yargıtay’ın kararı. Eşim Ahmet, beni olabildiğince sakinleştirmeye çalışıyor, ‘Tamam, halledeceğiz, aşkım’ filan diyor. Kabullenince ‘Ne yapabiliriz’in derdine düştüm. Avukatlarla görüştüm. Eşimle neredeyse TMK’yi ezberledik, erteleme hakkımız olduğunu öğrendik. Savcının bir sene artı bir sene daha erteleme yetkisi varmış. Ama bize altı ay artı altı ay erteleme verdi. 19 Mayıs’ta bitiyor. Bir hafta önce bir daha çocuklarımızla savcının yanına gittik, belki görürlerse biraz vicdana gelirler, dedik...” A. Kılınç: “Yasada bir yıllık erteleme olduğunu söyleyince, benimle yasaları tartışma, dedi. Uzatmadı... Biz Türkiye gündeminden uzak insanlar değiliz, ama böyle bir olay başınıza gelince karabasanın büyüklüğünü anlıyorsunuz. Yasaları o kadar okudum ki, 6211 deseniz, hemen ne olduğunu söylerim. Normalde müzik öğretmeniyim, müzisyenim. Hiç delil olmadan gözaltına alınanları da araştırdım. Ergenekon soruşturmasında ÇYDD’ye bağış yapan insanın bile gözaltına alındığını, KCK tutuklanmalarında BDP’nin Siyaset Akademisi’ne katılan eşini arabayla oraya bıraktı diye tutuklandığını gördükten sonra bayağı bir korkmaya başladık”. M. Demir: “Anayasa hakkımız varmış, ama onamadan bir ay sonra başvurulmalıymış. Haberdar değildik. Avukatım da Yargıtay’ın verdiğini Anayasa bozmaz, diye başvurmamış. Şu an karar verme aşamasındayız. Çocuklarımı yanımda götüreceğim ama orada bize mama, beşik, yürüteç verirler mi? Haksızlığı geçtik, bunların derdine düştük. Neresi olacağı da belli değil. Bakırköy daha iyi olurdu, ama üç ayda bir sevk oluyormuş zaten. Nereye gönderecekler, ne olacak?” Dalıyor arada anlatırken Mülkiye Demir. Yorgun. Yaşadıklarını anlamaya çalışmanın yorgunluğu bu daha çok, tabii bebekleriyle cezaevinde geçecek ayların hüznü de ekli. Ya annesinden ayrılacak bebekler, ya babasından... Oysa bunlar olmasaydı, şimdi Mersin’de Kılınç’ın gitar kursları vereceği, Demir’in kafesini işletip, kitap satacağı bir mekânları olacaktı. M. Demir: “Şimdi ne planlasak sonunu göremiyoruz. Hep cezaevi giriyor aramıza. Dur, bir gireyim de, aradan çıksın, diyorum. Giysi alırken bile acaba cezaevine alırlar mı bu kıyafetleri diye düşünerek hareket ediyorum”. A. Kılınç: “En kötüsü de çocuklarımıza ileride, akılları ermeye başladığında nasıl anlatacağız bu durumu? Bu devlete bakışları, bağları nasıl olacak? Kaygılanıyoruz.” l Mülkiye Demir Kılınç, Mezopotamya Kültür Merkezi’nin kafesini işletiyor ve kitap satıyordu. Bir gün gözaltına alındı, müşterilerinden biri aldığı kitapları dağa yollayacak, diye. Demir de yardım ve yataklıktan yargılandı. Ceza alacağını düşünmemişti hiç, evlendi, iki yıl bir aylık cezasını duyduğunda Özgür ve Lorin’e hamileydi. 19 Mayıs’ta, altı aylıkken cezaevine girecek Özgür ve Lorin anneleriyle, iki yaşında çıkacaklar. Peki sonra, onlara neden cezaevinde olduklarını kim, nasıl anlatacak? kesmişlerdi, kimlik kontrolü için. Arkadaşıma kimliğini geri verip ‘Sen gidebilirsin, bayan burada kalacak’ dediler. Neden, diye sordum. Öğrenirsiniz, diye diye bir saat arabada beklettiler. Oradan Vatan’a götürdüler. İki gün avukatla görüştürmediler. Üçüncü gün görüştürdüler, ama dosyada gizlilik kararı olduğu için avukat da bilmiyordu neden gözaltına alındığımı”. Gözaltındaki dördüncü günün sonunda öğreniyor “suçu”nu Demir. Kendisinden kitap alan Erhan Akkara’nın telefon dinlemesiyle kitapları terör örgütüne ileteceğinin tespit edildiği, kendisinin de bu kitapları satarak “örgüte yardım ve yataklık” ettiği söyleniyor. Söz konusu kitaplar mı? Foucault’un, Chomsky’nin, Elif Şafak’ın, Şükrü Erbaş’ın, Mevlana’nın, Yunus Emre’nin, Nâzım Hikmet’in... Bir de Akkara’nın harddiskinde bulunan Öcalan’ın bir kitabının sesli kaydının Demir tarafından temin edildiği söyleniyor. M. Demir: “Gözaltında sürekli bir ithamlar, suçlamalar. Ben kendimden gayet emin olduğum çin rahat davranıyorum. Onlar hep aynı şeyi söylüyor: ‘Biz senin kim olduğunu biliyoruz, sen sadece bize nereden talimat aldığını, pişman olduğunu söyleyeceksin ki, sana yardımcı olalım’. Ben kitap satıyorum. O zaman gidin Mephisto’da, D&R’de çalışan kişiyi de alın, dedim. Mahkemede Erhan Akkara denilen şahsın tutuklu, benim tutuksuz yargılanmama karar verildi”. İki sene sürüyor dava. O sürecin diğer tanığı eşi Ahmet Kılınç, 14 yıldır hayatında Demir’in. 17 Kasım 2011’de nikâhları olacağını söylerken gülüyor ikisi de. Zira bir gün önce, 16 Kasım’da gözaltına alındığından gerçekleşemiyor nikâh. Oysa o tarihi Kılınç’ın doğum günü olduğu için seçmişler. Çözümü, Demir’in doğum gününde evlenmekte buluyorlar. Durum onlara o kadar absürd geliyor ki, hayatlarına kaldıkları yerden devam ediyorlar. Zaten avukatları da her konuştuklarında, “Bundan bir şey çıkmaz, sen sıkma canını” diyor. Evlilikti, ev kurmaydı derken zaman geçiyor. Dava sürüyor. Hamile kalıyor Demir. Ahmet Kılınç: “Avukatlar bize dedi ki, bu tür durumlarda, mahkeme tutuksuz yargılama verdiyse eğer, bir şey çıkmaz. Zaten Zeyno sadece kitap satmış. Başka somut delil yok. Suçlamalar, tamamen niyet okuma. Eşimin adı kimlikte Mülkiye ama ailesi, biz ona hep Zeynep, Zeyno, deriz”... M. Demir: “Şu oturduğumuz apartmanda Mülkiye, diye sorsanız kimse beni tanımaz, o derece yani”. A. Kılınç: “İddianamede bu durum kod adıymış gibi açıklanmış! Eşimi sadece ve sadece Mezopotamya Kültür Merkezi’nde çalışıyor diye yargılıyorlar. Hatta iddianamede, gizliliğe çok önem verdiği anlaşılmıştır, bu insan Allah bilir daha neler neler yapmıştır, denilerek her şeyin niyetten ibaret olduğunu açıkça gösteren laflar bile var. Biz de saflığımızdan, somut delil olmadan hiçbir şey çıkmaz, diye düşündük. Kendimizden de eminiz tabii, normal yaşantımıza devam ettik. 16. Ağır Ceza, 2 sene bir ay şeklinde ceza verdikten sonra dünyamız altüst oldu... Yargıtay kararı jet hızıyla onadı. Çünkü Engin Akkara örgüt üyeliğinden almıştı altı sene üç aylık cezayı. Örgüt üyeliği bozuldu, “örgüte bilerek yardım etme”ye dönüştü. Yattığı süre göz önünde bulundurunca hemen bozma gerçekleşmezse devletten alacaklı duruma düşecekti. O yüzden hızla karar verdiler. Onun altı sene üç ay cezası, üç sene dört aya indi”. M. Demir: “Bana yardım ve yataklıktan 2 sene bir ay vermişlerdi. Yatarı 18.5 ay... O Bu Sonu Mutlu Biten Hikâyelerden Biri Değil Tiyatron’un ilk oyunu, en çok görmezden gelinen konulardan birine temas ediyor; çocuk istismarına. Gerçek olaylardan yola çıkılarak kaleme alınmış bir oyun, “Bu Sonu Mutlu Biten Hikâyelerden Biri Değil”. Yönetmeni ve yazarı anlatıyor... HAZAL OCAK Çevremizde gördüğümüz ama dokunamadığımız konulardan biri, çocuk tacizi. Tiyatron’un ilk oyunu “Bu Sonu Mutlu Biten Hikâyelerden Biri Değil”, işte bunu anlatıyor. İletişim, iletişimsizlik, sosyal medya, yalnızlaşma sorunlarını konu alan oyun başladığı andan itibaren gerçeği, belki de kaçmak istediklerinizi göz önüne seriyor. Haberlerden gördüğünüz ama yaşamak istemediğimiz gerçekleri... Sosyal medyada tanıştığı biri tarafından cinsel istismara uğrayan bir çocuğun hikâyesini anlatıyor “Bu Sonu Mutlu Biten Hikâyelerden Biri Değil”. Oyunun yazarı Halil İbrahim Irklı, yönetmeni Saydam Yeniay, reji asistanı Burçin Özkaya; oyuncuları ise Halil İbrahim Irklı, Merve İleri, Milay Ezengin, Eray Çakırer. Her pazar Taksim’deki Karakutu Tiyatrosu’nda izleyebileceğiniz “Bu Sonu Mutlu Biten Hikâyelerden Biri Değil”in yazarı Halil İbrahim Irklı ve oyunun yönetmeni Saydam Yeniay’la konuştuk. Oyundan bahseder misiniz biraz? Halil İbrahim Irklı: Oyunculuk lisansımdan sonra medya ve kültürel çalışmalar üzerine yüksek lisans yaparken pedofili ve sosyal medyayla ilgili bir makale okumam gerekiyordu. Bu sırada bir sürü gerçek Aldatılanlar, cinayetler... Oyunda İbrahim önemli bir konuya dikkat çekiyor ve annebabaları bu sayfalarda gezinen gençlerin uyanık olması konusunda uyarıyor. Peki siz oyunu yönetmeyi neden istediniz? S. Yeniay: Oyunu okuyunca bütün keyfim kaçtı. Keyfim kaçtı derken, gerçekten! Oyun çok çarpıcı teknikle yazılmış, kurgusu çok iyi. Benim de 16 yaşında oğlum var. O da interneti çok kullanıyor. Teknolojinin olumlu yanlarının dışında olumsuz etkileri de var. İbrahim de bunu çok iyi yakalamış. Hem bir tiyatronun başlangıcını yapmak, hem de yazar arkadaşımla çalışmak büyük bir keyif oldu. Oyunu hazırlarken ne gibi zorluklarla karşılaştınız? S. Yeniay: 40 metrekare alanda oyun yönetmek zor ama etkili. Oyun seyirciyle burun buruna daha iyi oldu. Yetersizlikler bizi daha etkili yaptı. “Tiyatron”u Merve İleri ile birlikte kurdunuz. Neden buna ihtiyaç duydunuz? H. İ. Irklı: Alternatif tiyatroların hep özüne ihanet ettiğini gördük. Kurum tiyatrosuna karşı olup oraya dönmek isteyen işler gördüm. Tekelleşme gördüm. Hep aynı insanlar, hep aynı yönetmenler, hep aynı yazarlar. Bunun üzerine dedik ki, bir şey yapalım, yeni yazarlar yeni tasarımcımlar olsun. Her projemizde başka insanlar oynasın istiyoruz. l Saydam Yeniay ve Halil İbrahim Irklı. vakayla karşılaştım ve öğrendiklerim beni çok etkiledi. Ama sonra bunları unuttuğumu gördüm ve bu beni insan olarak çok sarstı. İnsanın iç çatışmasını işleyen oyunları çok seviyorum. Çocuk istismarı, toplumsal bir yara ve bununla ilgili bir şey yapmam gerek diye düşündüm. Çocuk taciziyle ilgili çevremizde ve haberlerde korkunç şeyler izliyoruz. Birçok insan haberdar ama kimse bir şey yapmıyor. O kadar dolmuştum ki okuduğum olaylardan, oyun kendi kendini yazdırdı. Okuduğum vakaların birini seçtim ve onu uyarladım. Diğer yandan, bir arkadaşımın yaşadığı ve benimle paylaştığı olaylardan da yararlandım. Oyunda webcam sohbetlerinde geçen bölümler onun hayatından mesela. Ben aslında bir itiraf istedim hem tacizci, hem de taciz edilen için. Saydam Yeniay: Sosyal medyada bir kimlik yaratıyorsunuz ve bu kimliği “avlamak” için kullanıyorsunuz. Birçok dava var. C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle