14 Haziran 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 ŞUBAT 2014 / SAYI 1454 5 Yasemin olup psikoloğa gittim “Kusursuzlar”ın Yasemin’i Esra Bezen Bilgin, Altın Portakal’da iki büyük ödülle öne çıkan filmin başarısındaki en önemli pay sahiplerindendi. Filmin nasıl hazırlandığının hikâyesini gelin kendisinden dinleyelim. Röportaj: DENİZ ÜLKÜTEKİN / Fotoğraf: GARBİS ÖZATAY B u hafta gösterime giren Altın Portakal’ın En İyi Film ve En İyi Yönetmen ödüllü filmi “Kusursuzlar”ın başrol oyuncularındandı Esra Bezen Bilgin. Onu sinema perdesinde görmeye çok da alışık değiliz. Ancak tiyatro sahnesinde kendini defalarca ispatlamış bir isim. Kimilerine göre kuşağının en başarılı oyuncuları arasında. Bu açıdan bakınca onun sinemada ilk kez böylesi ön planda yer alan bir filmle ortaya çıkması da kendi kariyeri açısından önemli olsa gerek. Oysa Bilgin, kafasını pek böyle şeylere takmıyor. Onun için önemli olan, her zaman rolünün hakkını vermek. Kendisiyle yaptığımız söyleşide Kusursuzlar için nasıl hazırlandığını okuyunca bu görüşe siz de hak vereceksiniz. Tiyatro sahnesinde sizi cesur rollerde görüyorduk. Bu açıdan bakınca Kusursuzlar’daki rolünüzü nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizin için zorluk düzeyi nasıldı? Cesur ya da zor diye sınıflandırmayı tercih etmiyorum oynadığım rolleri. Yasemin güzel yazılmış bir karakter; derinlikli. Geçmişinden getirdikleri ve yaşadığı travmatik olay yüzünden karmaşık bir psikolojisi var. Bu rolü oynamaktan zevk aldım. Rolünüze nasıl hazırlandınız? Kafanızda canlandırdığınız karaktere ne kadar yakınlaştınız? Yönetmenimiz Ramin Matin hazırlık aşamasında İpek ve benden, karakterlerimizin geçmişini yazmamızı istedi. Çocukluktan itibaren hem ailemizi, hem büyüme sürecimizi hem de ilişkimizi ayrı ayrı hayal ettik. Bu özgeçmişleri birbirimizle paylaşmamamızı özellikle istedi. İkimiz de ayrı zamanlarda karakterlerimiz üzerine Ramin’le buluşup konuştuk. Ardından bizi bir psikologla tanıştırdı. Yine ayrı ayrı psikolog Emir Erünsal’la buluştuk. İlk karşılaşmada Emir senaryo üzerinden karakterlerimizin psikolojilerini bize bilimsel olarak anlattı. Yaşadıkları travmaların üzerlerinde ne gibi etkiler bırakacağını, fiziksel ya da düşünsel olarak sosyal ortamlarda ne gibi tepkiler verebileceklerini özetledi. Hemen sonrasında da karakterlerimiz olarak Emir’le birkaç seans yaptık. Yani ben Yasemin olarak, bir psikologdan randevu alıp 50 dakikalık bir seansa girdim. Yasemin olarak sorunlarımı anlatıp, sorularına Yasemin olarak cevap vermeye çalıştım. Ramin bu seanslarda yaşadıklarımızı da birbirimizle paylaşmamamızı istedi. Bu ön hazırlıkların hemen ardından Çeşme’ye gittik ve çekimlere başladık. İlişkinin ve diyalogların taze kalması için senaryoyu da İpek’le birlikte sık prova yapmamızı istemedi Ramin. Sorunuza gelirsek, oyuncunun kendisini objektif olarak değerlendirebilmesi hele de beğenmesi çok zor birşey bence. O yüzden tabii ki kafamdaki karaktere neredeyse hiç yaklaşamadım. Rol kabul ederken yapımcıları oldukça zorluyormuşsunuz diye duydum. Doğru mudur? Nedir sizin için kriterler? Böyle bir şeyi ilk defa sizden duyuyorum, şaşırdım ve merak ettim açıkçası, nasıl zorluyormuşum acaba? Çok komplike ve değişmez kriterlerim yok. İyi filmlerin doğru buluşmalardan çıktığını düşünüyorum. Senaryoyu önemsiyorum, kötü senaryo ile iyi bir film çekilebileceğini sanmıyorum. Bildiğim kadarıyla bu ilk sinema filminiz, yanılıyorsam düzeltin ama ilk filminizde bu derece takdir gören bir yapımda yer almayı bekliyor muydunuz? Başlangıçta endişe ve tereddütleriniz var mıydı? Benim ikinci sinema filmim Kusursuzlar. Kamera tecrübem fazla olmadığı için kendimle ilgi endişe ve tereddütlerim vardı. Senaryoyu ve Ramin’in çalışma yöntemini zaten beğeniyordum ama ne derece takdir göreceği ile ilgili bir beklentim yoktu. l NERMİN GEYİK Türkiye’nin “iyi kadını” Açelya Akkoyun’u magazin sayfalarında görmek imkânsız, kendisini “Ben magazinciler için bir değer değilim” sözleriyle tanımlıyor. Haksız da sayılmaz, izleyici önünde bulunduğu onca zaman içinde sadece işiyle gündeme gelmeyi başardı Akkoyun. İzleyici belki de sadece işiyle gündeme geldiği için onu bu kadar çok sevdi. O her zaman ekranın “iyi kadını” oldu... A çelya Akkoyun, konservatuvarın tiyatro bölümünden mezun ama tercihini televizyon dünyasından yana kullandı. 90’lı yıllardan beri ekranlarda. Türkiye’nin “iyi kadını” dizi harici reklamlarda da oynuyor. Şimdilerde “Doksanlar” dizisi kadrosunda. Bizi doksanlı yılların eğlenceli dünyasına götürüyor. Dram, komediyi içinde barındıran, sadece ağlatma emeli olmayan dizide dram ve gözyaşını yaşayan bir kadını, "Süheyla” karakterini canlandırıyor. Doksanlardaki rolünü “kendime biçilen elbiseyi giyiyorum” diyerek yorumluyor. Kendisine biçilen son elbise ise Pril’in yeni reklam yüzü olmak. Çalışan anne olmak her zaman zordur. Bir de oyuncu olunca setlerin yoğunluğuyla birlikte bu zorluk artar. Siz kızınızla neler yaşıyorsunuz? Ben de çalışan anne çocuğuyum. Çalışmayan anne çocuğu olmak nasıl bir duygu bilmiyorum. Alya da bu ritimde büyüyor, ama Alya benden daha şanslı. Bizim işimiz düzensiz olduğu için bir sene evde de oturabiliyoruz, çok yoğun da çalışabiliyoruz. Konservatuvarın tiyatro bölümünden mezunsunuz ama sizi genelde ekranda görüyoruz. Tiyatro çok güzel bir sanat. Seçme insanlar girebiliyor. Ama ben televizyonu ve sinemayı daha çok seviyorum. Yani sizi sahnede göremeyeceğiz? Çok istemiyorum. Hissetmediğim bir şeyi, sırf yapmak adına yapmam. 90’lı yılların dizileriyle şimdiki diziler arasında büyük farklar var. O dönem daha çok aile, mahalle kültürü ön plandaydı şimdiyse aşk ihtiras, aldatma gibi konular var. Bu değişimin sebebi ne? Ben değişime her zaman açığım. Şimdi bunlar satıyor. Satmak karşılık beklemek gibi değil, bir beğeni almak. Dünya zaten kurduğumuz bir illüzyon. 2014’ün televizyon yapımcılarının kurduğu illüzyon da bu. Doksanlar’dan bahsedelim. Çekimler nasıl gidiyor? Gençlik, aile, trajedi, dram ve gözyaşı olan sahneler, Süheyla’nın yani benim sahnelerim. Doksanlar’da kendime biçilen elbiseyi giyiyorum, hayatın içinden bir dizi. Birol Güven benim için tam bir dizi cerrahı. Çok iyi bağlantılar kuruyor. Herkes patronunu sevmek zorunda ama ben patronumu gerçekten seviyorum. Dürüst ve ahlaklı bir adam, aile kavramına çok önem veriyor. Benim değer yargılarımla örtüşüyor. Bu, Mit Yapım’la ikinci işim ve çok içinde bulunmak istediğim bir yapım şirketi. Uğur Yağcıoğlu’yla dördüncü projem. Uğur bana “Açelya” dediği an ne istediğini anlıyorum. Sevdiğiniz dersteki öğretmeninize kendinizi beğendirmeye çalıştığınız gibi Uğur Yağcıoğlu benim için öyle. Ona kendimi beğendirmek için dersimi çok iyi çalışıyorum. Oyunculuğun haricinde bir de Stüdyo Açelya var. Evet açtım boyumun ölçüsünü de aldım. Herkes kendi işini yapmalı. Boş durmak istemedim hevesle açtım ve olmadı. Bana göre değilmiş ticaret. Benim patronum olmalı. Siz hiçbir magazin figürü olmadınız daha kapalı yaşıyorsunuz. Tercih etmiyorum. Arkadaşlarımla gece eğleniyorum, magazinin olduğu yerlere de gidiyorum. Ben onlar için bir değer değilim o magazinlerin içinde “hep kötü haber yapmıyoruz, röportaj yapıyoruz” dedikleri kadınım ben. Oyunculukta herkesi besleyen bir şey vardır, sizin beslendiğiniz şey ne? Herkesin işini yapma sebebi beslenmek. Belki öğretmen çocuğu olduğum için bilemiyorum, çocukuğumdan beri onaylanmayı, alkışlanmayı çok sevdim. Güzel bir duygu veriyor. Beğenilmek için oyuncuyum. Aile, ev yaşantısı nasıl? Bir oyuncuyla yolda yürürken, herkes onu tanıyor. Bir yere gidiyorsun kutu gibi süslüyorlar. Eve geldiğinde “Açelya yemek noldu, kahve yapsana” diyen biri var. Bocalama oluyor. Eşim için de zor. İkimizde birbirini korumaya çalışan çiftleriz. Bu yüzden çok iyi anlaşıyoruz. Eşim anlayışlı ve sanatçı ruhlu. Bir insanın sizinle aynı mesleği yapmasına gerek yok anlaması lazım. Kızınız işinizden ne derece etkileniyor? Size ilgi olunca bu çocuğa da yöneliyor. Tabii ki hem yöneliyor hem bazen ters tepebiliyor. “Benim annemi neden seviyorsunuz” diyor, ama ben kızımın dengeli ve kararlı olması için çabalıyorum. Hafta sonumu ona ayırıyorum. O dengeyi kuruyorum. Benim çocuğum, “Çocukluğumda annemi göremedim” derse, ne yapayım öyle kariyeri. Benim hayatımı tek bir şey oluşturmuyor. Hayatımın içindeki her parça birleşince beni oluşturuyor. l ATAOL BEHRAMOĞLU Uçakta yazılan şiirin öyküsü “Helsinki’ye Bir Şiir” başlıklı şiirimin altında “HelsinkiBerlin Uçağında, Ekim 1984” diye bir not vardır. Benim bir uçak yolculuğunda yazılmış iki şiirimden ilkidir bu. İkincisi “Avustralya’dan Ayrılırken Uçakta Düşünceler” adını taşır, 1986 tarihlidir. Yaklaşık bir yıllık hapis ve yokluğumda verilmiş ağır hapis ve sürgün cezaları sonrasında 1984 başlarında ülkeden ayrılmayı başarmıştım. 1989 güzüne kadar sürecek yurtdışı gurbetlik (sürgünlük) yılları böylece başlamış oldu. Gurbetçi, daha çok ekonomik zorunluluklarla yurdundan, memleketinden uzaktadır. Sürgün ise, siyasal baskı ve ceza tehdidi (ya da olgusu) sonucunda sürülmüş ya da ülkesini, yurdunu terk etmek zorunda kalmış olan kişidir. *** Helsinki’ye bir uluslararası insan hakları kuruluşu olan “Helsinki Watch Committee”nin çağrısıyla bu kuruluşun Finlandiya Parlamento salonunda düzenlediği toplantıda konuşma yapmak üzere gittim. Helsinki sonbaharı beni etkilemişti… Finlandiya’ya gelirken ya da belki orada satın aldığım İngilizce bir Fin şiiri seçkisinden okuduğum şiirlerden etkilenmiştim. Kuzey şiirini oldum olası severim. Fin asıllı İsveçli şair Edith Södergran en sevdiğim dünya şairleri arasındadır. Onun birkaç dizesi liseli yıllarımdan beri belleğimde yer etmiştir: Sakin ol çocuğum aradığın burda yoktur / Var olan yalnız gördüklerindir / Orman, sis ve rayların uzanışı / Bir de çam ağaçlarını örten kar Bu sanki sıradan bir doğa betimiymiş gibi görülebilecek dizeler, var oluşumuza ilişkin bir ıssızlığın, umarsızlığın, olabildiğince yalınlıkla dile getirilmesi olarak, bence ölümsüzdür… *** Kuzey şiirinin ruhu ve o Helsinki sonbaharı, benim içimdeki kederle örtüşüyordu… Şiirdeki gibi, bir sabah Helsinki Ateneum Müzesi’ni gezmiş, bir akşam Finlandiyalı bir halk insanına belki bir sigara vermiş, belki gerçekten bir tutam tütün sunmuştum… Ve bir akşam üstü yalnız başıma gezindiğim sonbahar parkında yerlere dökülmüş, iri, sarı yaprakların görüntüsü ve adımlarımın altındaki hışırtıları, demek ki yazılacak şiiri hazırlamaktaydı… Yalnızken şarkı söylemek, sevdiğim bir şeydir… İçimde zaten çocukluğumdan beri var olan gurbet duygusunu çoğaltır… Bir Helsinki gecesinde, sağımda, aşağıdaki limanda demirlemiş ışıklı bir geminin belki de arttırdığı gurbet duygusuyla ve ıssız bir yol boyunca yine aynı şeyi yapmıştım… Burada kilit sözcükler “kendi kendine yetmek” olmalı… Gurbette, sürgünde, sizi dilinizin sözcükleri ve ezgileri kendiniz kılar, var olduğunuzu, kendiniz olduğunuzu duyumsatır… *** 1984 Ekimi’nin kim bilir hangi gününde, Helsinki’den (yine herhalde benzer bir toplantıya katılmak ya belki bir şiir buluşması için) Berlin’e uçarken, öncesinde bir not almaksızın bir çırpıda başlanıp tamamlanan şiirin öyküsü böyle… Şiiri sizin yazmanızdan çok, onun kendisini size yazdırdığı mucize anlar vardır… Benim şairlik yaşamımdaki öyle anlardan biri olmalıydı bu… l [email protected] Fatih Hilmioğlu’na, bütün siyasal tutsaklara özgürlük! C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle