22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

21 NİSAN 2013 / SAYI 1413 7 Kolaj: EYLEM ZOR Filmin ismi Onat Kutlar’ın aynı adlı öyküsünden alınmış. Kutlar’ın öyküsündeki duvar gibi, “Bahar İsyancıdır” filmindeki kahramanların da önünde onları sınırlayan, yıkılması gereken duvarlar var. Yönetmen Selma Köksal, “Filmi ithaf ettiğimiz kişilerden biri de Onat Kutlar. Onat Kutlar’ın öyküsünde olduğu gibi, benim kahramanlarım da kendi ütopyalarının peşindeler” diyor. Farklı bir İstanbul masalı KADİR AYDEMİR “Bahar İsyancıdır” Selma Köksal’ın “Fikret Bey” adlı filminden sonra ikinci uzun metraj filmi. Film “tek kopya olarak” önümüzdeki günlerde gösterime giriyor. Film, ölüm oruçlarından kayıp annelerine,12 Eylül’den devlet baskısına ve Hrant Dink’e dek sokağı ve yaşamı sorguluyor. Adını Onat Kutlar’ın aynı adlı öyküsünden alan filmde, Mahir Günşiray’ın canlandırdığı, “Ahmet Kutlar” tiplemesi de Onat Kutlar ile yönetmen Köksal arasında geçen bir diyalogdan ortaya çıkmış. Ekonomik sıkıntılar nedeniyle tek kopya çekilen film sınırlı sayıda sinemada gösterime giriyor. Yönetmen Köksal’la ikinci filmini konuştuk. “Bahar İsyancıdır” filminde farklı pencerelerden İstanbul’u izliyoruz. Neden İstanbul? Bütün bu olup bitenlerden, acılardan sonra bu şehir nasıl oluyor da kendini yenileyip hiçbir şey olmamış gibi zaman yolculuğuna devam ediyor?.. İstanbul doğduğum, büyüdüğüm, yıllarca içinde yaşadığım şehir. Acıları, aşkları, mutlulukları, doğumları, ölümleri, dostlukları, ayrılışları, kopuşları, değişimleri, yıkımları… Elbette filmlerimde İstanbul çok güçlü bir şekilde var olacaktır. Bir kere sinemamın en önemli unsurlarından biri mekânla ilişkisi, diğeri de tabii ki zamanla ilişkisi. Bu filmimde her ikisi için de sanırım pek çok şey söylenebilir. En azından ben, seyirciye zaman ve mekâna dair pek çok malzeme sunuyorum, üzerinde düşünmesi, hissetmesi için. Bu kez İstanbul’a dair çok büyük değişimlerle karşı karşıyayız. Dev değişimler. Örneğin filmin hikâyesinin esinlendiği tiyatro grubumuz, mekânını, yani yıllarca kendi emeğiyle oluşturduğu tiyatrosunu, kentsel dönüşüm sürecinde, Beyoğlu’nun oteller bölgesi olması dolayısıyla kaybetti. Yani evimiz, yerimiz yurdumuz, çatımız bizden bir şekilde alındı. Tıpkı Emek Sineması, İnci Pastanesi gibi. İstanbul’un kendisi ise tüm bu değişimleri seyrediyor, şehrin yapabileceği bir şey yok, şehri içindeki yaşayanlar biçimlendirir. Sonuçta bu şehrin yerlileri, yaşam biçimi, kokusu, dokusu kısacası her şeyi değişiyor. Tıpkı bir zamanlar bizden önce yaşayanların çekip gitmesi ya da bu değişim içinde kaybolmaları yitip gitmeleri gibi. Filmin adı neden “Bahar İsyancıdır”? Filmimin adı, Onat Kutlar’ın aynı adlı öyküsünden geliyor. Filmimin teması da bu olağanüstü öykünün temasına bir göndermedir. Onat Kutlar’ın öyküsündeki duvar gibi, benim kahramanlarımın önünde de ülkelerinin, tarihselliklerinin onlara koyduğu duvarlar var. Tıpkı Onat Kutlar’ın öyküsünde olduğu gibi, benim kahramanlarım da kendi ütopyalarının peşindeler, hem de birlikte, ortak ütopyalarının… Ayrıca filmimde yer alan Mahir Günşıray’ın oynadığı Ahmet Kutlar karakteri de, Onat Bey ile onun öyküsünü oyunlaştırma sürecinde yaptığımız bir konuşmadan esinlenerek yazıldı. Filmimi ithaf ettiğim kişilerden biri de Onat Kutlar’dır... “Fikret Bey” gibi bu filminiz de kentli bir film ve gişe kaygısı olmayan bir yapım. “Bahar İsyancıdır”a dair neler düşlemiştiniz, sonrasında neler oldu? “Fikret Bey” pek çok uluslararası festivali gezdi, yarıştı, oyuncuları ödül aldı, ben ise Kültür Bakanlığı’ndan aldığım geri ödemeli desteği geriye ödeyen sanırım çok ender sinemacıdan biriyim. Kural konulmuş ise uyulması gerekir diye yetiştirilmişim, belki de yanlış bir yetiştiriliş. İkinci film projem ile 7 yıl destek bulamadım ne nihayet borç harç bu filmi yapmaya giriştim. En büyük destekçim de mezun öğrencim ve filmde asistanlığımı da yapan Mehmet Ceyhan ile ortak yapımcım Ali Arslan oldu. Bir de filmlerde, dizilerde başrol oynamış oyuncu arkadaşlarım Kemal Kocatürk, Yıldıray Şahinler, Volga Sorgu, İpek Değer, Sefa Zengin gibi, hocam Mahir Günşıray gibi, ünlü ressam Hüsamettin Koçan gibi… Filmin üslubuna dair düşündüğüm pek çok şeyi büyük ölçüde gerçekleştirebildim. Örneğin uzun hareketli planlar, doğaçlama oyunculuklar gibi. Filmi büyük oranda Steadicam ile çektik. Görüntü yönetmenim Deniz Arslan bu anlamda benimle birlikte riskli ve zor bir görselliğe imza attı. Ancak ekonomik sıkıntılar, çok daha mükemmel sonuçlara ulaşabileceğimiz görselliğimizi sınırladı. Tek kopya ile gösterime girmemiz ve her şeyiyle bizim ilgilenmeye çalışmamız çektiğimiz sıkıntıları yeterince anlatıyor sanırım. Gene de geriye baktığımda bu filmi onca sıkıntıya rağmen iyi ki yapmışım diyorum. Bir filmin politik bir yapım olması, ölüm oruçlarından kayıp annelerine uzanması, 12 Eylül’den devlet baskısına, Hrant Dink’e dek sokağı ve yaşamı sorguluyor. Sıradan insanın hikâyesini anlatması onun yazgısını değiştiriyor mu?.. Elbette, başka türlü sıradan insanın yazgısı nasıl değişir. Öncelikle insan kendi yaşamı ile kendi şehri ile, kendi devlet mekanizmasının işleyişi ile yüzleşmeli, ne yaşadığını iyice bir anlamalı ki, beğenmediklerini değiştirme fikri olsun. Sonrasında da elbette ortaklaşa bir direnç oluşturma gereksinimi olacaktır. Sinemada hareketli bir görsellikten, sokağın ve halkın dilini kullanmaktan yanasınız. Sinema, yaşadığımız “gerçekliği” ne kadar yansıtabiliyor sizce? Sinema pek çok anlatıma, yaratıya açık bir sanat. Ben her şeyin yapıldığı, güneşin altında yeni bir şeylerin kalmadığı düşüncesinde değilim. “Bahar İsyancıdır” bende kendi tarihselliğimin sınırları ölçüsünde yaratıcı olabildim. Size daha çok ekonomik imkânım ve zamanım olsaydı, çok daha iyisini yapabilirdim diyorum ama kanıtlayamam. Çünkü yapabildiklerimin sınırını koşullar çiziyor. Tıpkı EPOS’larda deneysel kahramanların yaşadıkları koşullar ile ordan oraya deneysel olarak sürüklenmesi gibi. Kahramanlar kendi kaderleriyle boğuşuyor, bir bağımsız yapımcıyönetmen ise ülkesinin, dünyanın, kendi gerçekliğinin ona sunduğu kaderiyle. l SELÇUK EREZ Yalanın çeşitleri alan çeşit çeşittir:  Dinleyenin üzülmemesi için söylenene “beyaz”, söyleyenin pis çıkarları için anlatılana “kara”, milleti kandırmak için dillendirilene ise “katmerli yalan” denir; belli bir rengi yoktur, bukalemun gibi ortama göre renk değiştirir. Yalanın akını, karasını biliriz. Katmerlisini de her gün işitiriz ama hâlâ yuttuğumuza bakılırsa pek anlamamışa benzeriz. Öyleyse açıklanmalıdır. Türleri örneklerle açıklanabilir:   1. Hitler’in orduları 1940’ta Norveç’i işgal ettiklerinde V. Quisling adlı bir politikacı yönetime el koymuş, radyodan halka seslenmişti: “İngiltere, karasularımızı mayınlayarak tarafsızlığımızı bozduğunda hükümet, gönülsüzce protesto etmek dışında hiçbir tepki sergilemedi. Almanlar, bize barış ve yardım önerip ulusal egemenliğimize saygı gösterecekleri konusunda güvence verdiklerinde  hükümet, silahlı kuvvetleri harekete geçirdi, sulh teklifine silahla cevap verdi. Hükümet üyeleri, ülkeyi riske attıktan sonra yurtdışına kaçtılar. Bu durumda Norveç halkının güvenliğini, bağımsızlığını korumak için biz yönetimi üstlenmekteyiz” demiş ve kabinesini açıklamıştı. Sonra ne oldu? Aslında denizin mayınlanması, Almanların, Norveç’i işgal etmek için uydurdukları bir gerekçeydi. Quisling cumhurbaşkanı oldu. Norveç, Nazi yönetiminde yıllarca inledi, çok sayıda Y insan öldürüldü, ülkede açlık, sefalet kol gezdi. İşgal 1945’te son buldu. 2. “Açlık” ve kendisine Nobel ödülü kazandıran “Toprağın Bereketi” gibi eserleriyle tanınan ünlü romancı Knut Hamsun da ülkesi işgal edilince halkına Almanlara direnmemelerini önermiş, onların Norveç’i kurtarmak için geldiklerini söylemiş, Hitler’i alkışlamıştı. Hitler’in öldüğünü duyduğunda da “O, insanlık için savaşmıştı, bir peygamberdi..” gibi sözler söylemişti. Sonuç: Quisling’in dedikleri, gerçekle çeliştiği bilinerek söylendiğinden katmerli yalanların en kötüsüdür; Hamsun’un açıklamaları ise gerçekleri tam algılayamayan, eğik bir mantığın ürünüdür, bizim “Yetmez ama evet”çileri anımsatır. Norveçliler, bu farkı kavrayabildiklerinden işgalden kurtulunca Quisling’i, vatan haini olarak kurşuna dizmiş, Hamsun’u ise, davranışlarının, hainlikten çok bunamasından kaynaklandığını ileri sürerek idam etmemiş, onu bir süre akıl hastanesinde tutmakla yetinmişlerdi. Oysa Hamsun aslında bunak değildi.    Bu olaylar Türkiye’de gerçekleşseydi ne olurdu? Başkan da, Nobelli de kurşuna dizilirdi. Ardından, baskı rejimi sürerken her ikisini alkışlamış olanlar televizyonlara çıkar, ikisini de yerin dibine batırmaya başlarlardı. l www.selcukerez.com Allom’un 97 Türkiye gravürü T homas Allom’un, 1838 yılında Londra’da yayımlanan eşsiz “Constantinople and the Scenery of the Seven Churches of Asia Minor” eserinin tıpkıbasımı Denizler Kitabevi tarafından gerçekleştirildi. “Constantinople and its Environs” ismiyle yayımlanan kitapta birbirinden kıymetli, elle renklendirilmiş 97 adet Türkiye gravürü yer alıyor. Kitabın metinlerini de uzun yıllar İstanbul’da yaşamış olan Robert Walsh yazdı. İstanbul’un çeşitli görünümlerinin bulunduğu eserde Bursa, Manisa, İzmir, Efes, Bergama ve Pamukkale gibi tarihin önemli antik kentlerinin gravürleri de yer alıyor. Kitabın sayfalarını çevirirken binalar, manzaralar, insanlar arasında kaybolacak; kahvehane, mezarlık, harem, hamam, kilise, cami gravürleri ile dönemin sosyal ve kültürel hayatından kesitler izleyeceksiniz. Fotoğraf sanatının başlayıp yaygınlaşmasından pek az önce Allom’un meydana getirdiği gravürler, İstanbul’un binaları, manzaralar, insanları ve bunların kıyafetleri ile Batı’ya tanıttı. Mimarlık yapıtlarını ve arkeolojik alanları betimleyen bir topoğrafik manzara ressamı olarak ün kazanan Allom, özellikle suluboya çalıştı. İstanbul ve Anadolu’da yaptığı resimler, özel koleksiyonlarda Londra’daki Güzel Sanatlar Derneği’nde bulunuyor. Denizler Kitabevi’nin yayımladığı “Constantinople and its Environs” dekoratif ciltte, özel kâğıda basılmış olan eser hiçbir orijinal nüshada dahi görülemeyecek güzellikteki renkli gravürleriyle ön plana çıkıyor. Gravürlerde görülen yerler, insanlar hakkında bilgiler, açıklamalar, yorumları içeren metin ise İstanbul hakkında araştırma yapan akademisyenlere, roman ve hikâyecilere yaklaşık 170 senedir kaynak oluşturuyor. Thomas Allom’un resimlediği manzaralar kazıma tekniği ile çelik üzerine hak edilerek üretilmiş ve bu eser 1838 senesinde basılmıştır. Bugüne kıyasla çok fazla emek harcanarak üretilen bu tür görsel eserler fotoğrafın* yeni yeni icat edildiği yıllarda olduğu için görsel en önemli kaynaktı. Allom’un eseri de İstanbul’un tarihinde uzun bir yolculuğa çıkmak için birebir. l *İstanbul’un ilk fotoğrafları 1851’de Kırım Harbi sebebiyle İstanbul’a gelmiş olan James Robertson tarafından çekilebilmiştir. www.denizlerkitabevi.com C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle