Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
4 Dokuz, Arzum Onan’ın ilk sergisinin adı. Dokuz yıldır emek verdiği heykellerini paylaşıyor bu sergiyle Onan. Tek konusu yok serginin, o yıllar boyunca yaşadığı neşelerini, üzüntülerini, kayıplarını dökmüş çünkü heykellere. Kelimelere ihtiyaç duymadan kendini anlatacağı bir dil bulmaktan mutlu, “Her daim elimin çamura değmesine duacıyım” diyor. “Dokuz”, 28 Aralık’a kadar Arte İstanbul’da. Sonra da Ankara’ya gidecek. Söyleşi: ESRA AÇIKGÖZ Fotoğraf: VEDAT ARIK Elimin çamura değmesine duacıyım H ayatımıza manken olarak girdi, Avrupa Güzeli seçildi, mankenlikten oyunculuğa geçiş yaptı. Bilindik “ünlü” algısının hep dışında hareket etti. Bir projesi olmadıkça gazetelerde, ekranlarda görünmedi mesela. Ama şimdi karşımızda Arzum Onan; bir dizi ya da film için değil, dokuz yıldır emek verdiği heykellerini bizimle paylaşmak için hem de. “Dokuz”, Arzum Onan’ın ilk sergisi ama devamı gelecek. 33 heykel yer alıyor bu sergide. Yaşanmış 33 an, duygu demek bu; mutluluk, neşe, kızgınlık, ama en çok da hüzün demek. Çünkü kendine dokunan şeylerin peşine düşüyor Arzum Onan. Heykel onun için üstüne sinenleri dışa vurduğu bir liman. Ben heykeltıraşım, gibi büyük cümleler kurmaktan kaçınıyor, ama çok mütevazı da olmak istemiyor, çünkü dokuz yıllık emeği var. Biz de onunla heykelden hayata bir sohbet gerçekleştirdik. Unutmadan söyleyeyim, hâlâ sergisini gezmediyseniz 28 Aralık’a kadar Taksim’deki Arte İstanbul’a yolunuzu bir düşürün, pişman olmayacaksınız. Heykele ilginiz nasıl başladı? Plastik sanatlara ilgim zaten hep vardı. Peki bu ilgiyi artık forma dökeceğim, dedirten ne oldu? Şu sebeple, diyebileceğim bir şey yok, ama doğru zamanın, doğru insanların denk gelmesiyle oldu her şey. İrfan Korkmazlar’ın bu anlamdaki yeri çok önemlidir, şimdi birlikte devam ettiğim Yunus Tonkuş’un da.… Ben 19 yaşımda mankenliğe başladım, yarışmalar, sonra dizi oyunculuğu derken çok yoğun bir iş hayatım oldu. Can’ın doğumundan sonra biraz ara verdim. Bu boşluk dönemimde; kelimelere ve başka insanlara ihtiyaç duymadan sadece benim ürettiğim, iç dünyamdan çıkan işler yapma ihtiyacım ve plastik sanatlara ilgim buluşunca bu yola girdim. İlk yaptığınız heykel neydi, bittiğinde ne hissettiniz? Balmumundan yapıp sonra gümüşe döktüğüm çok küçük soyut bir formdu… Günlerce karşısına geçip bunu ben mi yaptım, diye baktım. Görmemişin heykeli olmuş hesabı (gülüyor). Salonun orta yerine koyup ona günlerce bakarak çok mutlu oldum. Şimdi son derece çirkin geliyor, ama 8 9 sene önce çok değerli bir iştir tabii. Serginin adı, Dokuz. Çünkü?.. Heykelle geçen dokuz yıllık sürecimin temsili adı, Dokuz. Çok yakın bir arkadaşımdır fikir babası. Bu ismin benim için farklı bir anlatımı da şu; Herşeyin hızla metaryalleştiği günümüzde ilişkileri bile o kadar hızla tüketiyoruz ki, Dokuz, benim hobi olarak başlayıp çok meşakkatli olmasına rağmen bugüne taşıdığım heykele dair sebat biçimimin de adı. İnadım yani. işlere bakarken olabildiğince objektif olmaları... Neden dokuz yıl beklediniz; tamam, şimdi sergi açabilirim, dedirten neydi size? Daha da beklerdim aslında, ama çevrem sağ olsun (gülüyor). “Artık vakti geldi, hadi” laflarını çok duymaya başlamıştım. Yunus Tonkuş’un da bu süreçteki teşviki ve emeği çok. Çünkü bana kalsa, ben yapmadığım en iyi heykeli bekliyor olurdum hâlâ. Oysa gördüm ki onun sonu yok, çünkü hiç olmayacak öyle bir heykel, sonu hiç gelmeyecek; gelmesin de. Sadece benim artık başlamam gerekiyordu. Hem zaten evde yer kalmamış, garajdaki raflarda dolmuştu (gülüyor). Dokuz yılınızı verdiğiniz eserleri elden çıkardığınızda ne hissettiniz? Bu duyguyu bilmiyordum, artık sahibi olmayacağımı bildiğim bir işin yerine daha iyisini koyabilirim gibi bir teşvik duygusu yarattı bende. Bunun için illa satılması gerekmiyordu tabii. Çıkış noktam o değil zaten. İnsanlar gördüler, onlarla paylaştım ya, bu yeterli. Açılışta insanların gözlerinde ne aradınız? O günü keşke yeniden yaşayabilsem, hiçbir şey anlamadım, çok kısa geçti benim için. Rüyada gibiydim. Gördüğüm şaşkınlık bakışları ayrıca mutlu etti. “Evet, heykel yaptığını biliyorduk, dokuz yıl da uzun, tamam, ama bu kadarını beklemiyorduk” cümleleri duydum. Yirmi yıldır sektörde farklı işler yaptım ve iltifatlar da aldım. Sağ olsunlar, ama “Serginizi gördüm, işleriniz çok güzeldi, çok emek var” cümlelerinin mutluluğu apayrı. Bu heykeller için nerelerden esinlendiniz? Bireysel, ailevi ya da toplumsal konulardaki duygularımdan… Bu sergiyi dokuz yıllık duygu birikimi çıkardı. O nedenle belli bir teması yok. Bu dokuz yıllık zaman içinde hastalık sürecim, Can’ın büyüme süreci, ailede verdiğim kayıplar ve daha bir sürü duygu… Duygularımın olumsuz olduğu zamanlardaki yaratıcılığım daha fazla oluyor aslında. Masaya oturuyorum ve ne çıkarsa o oluyor heykelim. Ama şimdi böyle hissettim onu yapayım diye oturmuyorum masaya. Bitmesine yakın çöpe attığım çok iş var, o gerçekten duygularımla alakalı, çok kelimelere dökemiyorum. Aslında kelimelerle çok barışık değilim. Duygularımı büyük bir rahatlıkla ifade edemiyorum. Heykel bu yüzden de çok güzel sığınılacak bir liman benim için. Onun kendi dili var. Kelimelere ihtiyaç duymadan her bir duygum onla var oluyor. Bir röportajınızda “Çamura dokunuyorum, hayallerimi kitlelere geçiriyorum. Sıfırlanıyor orada her şey. Kendimi keşfettiğim an işte o nokta” demişsiniz. Mesela ne keşfettiniz? Bir kere teknik olarak şunu keşfettim ki, her malzemenin kendi dili var; Taşın, ahşabın, bronzun… Öncelikle inatlaşmamayı ve o materyalin dilinden konuşmayı öğrendim. Heykel, büyük bir sabır gerektiriyor ve sabra karşı sorununuz varsa size öğrettiği müthiş. Bir tarafta çamurun yumuşaklığını ve sıcaklığını yaşarken diğer tarafta metalin sertliğini, soğukluğunu hissediyorsunuz, uç noktalarda geziyorsunuz. Ya hayata dair öğretisi ne oldu? Herkes kendini bir şekilde ifade etmek ister. Biri yazarak, diğeri çizerek, ya da yaparak… Heykel de benim kendimi ifade etme biçimim oldu ve sadece bunu öğrenmiş olmam bile yeterli. Her daim elimin çamura değmesine duacıyım, 80 yaşıma geldiğimde bile, büyük ve iddialı işler yapamam belki ama, heykelin hayatımda olmasını isterim. Yeni sergi için hazırlıklara başladınız mı? Yok, daha bu serginin heyecanını yaşıyorum. Serginin kış bitmeden Ankara’da da olmasını planlıyoruz. Ama bir sonraki sergim beni etkileyen spesifik bir konuda olsun istiyorum. Bu, kadına şiddetle, mültecilerle ya da çocuklarla ilgili olabilir. l Can’dan her gün bir şey öğreniyorum tüm işler, başarılar, planlar, hedefler, heykel Bu sergi, bundan sonra sizi dâhil hepsi daha görece kalıyor hayatımda. sinema ya da dizide göremeyeceğimiz Her baktığımda iyi ki dediğim, iç geçirdiğim anlamına mı geliyor? bir birey o. Her geçen zaman daha farklı bir Bu tür sorulara keskin cevaplar ilişkimiz oluyor. vermek istemem. Şu an için dizi Alışıldık “ünlü” algısının aksine hiç sektöründe olmak istemiyorum, çünkü magazin programlarında yer almadınız. rekabetin yaslandığı yeri çok hoyrat Üstelik Mehmet Aslantuğ gibi bir başka buluyorum. Ayrıca çalışma saatleri, “ünlü”yle evli olmanız gözleri daha şartları çok ağır ve çok çalışıp da çok dikti üzerinize, ama siz hep emek verdiğiniz iş, reytingle uzak kalmayı başardınız. Nasıl doğru orantıda çoğunlukla oldu bu? olmuyor. Sinema için ise dizi Biz popüler olmayı, filmden hallice bir hikâyenin kişiliğimizin olmazsa olmaz içinde olmaktansa daha ihtiyaçları haline getirmiyoruz. dikey tadlar barındıran, Hayatımızda olabildiğince sakin, derinlikli hikâyelerin içinde kendimize ait alanı sakladığımız olmak çok daha anlamlı benim için neleri korumuş olduğumuzun için. her zaman farkındayız. Böyle olması Can size ne öğretti? için de özel bir çaba sarfetmiyoruz. Can bana her gün bir şey İki “ünlü” insan olup çocuk öğretiyor. Şu ara ergenlik büyütmek ve onun dünyasını sürecine girdiği için ayrıca anlamaya çalışmak, oldukça zorlu tadından yenmiyor (gülüyor). Oğlu Can. bir yolculuk. l Şaka bir yana onun dışındaki Ben heykeltıraşım, diyor musunuz? O biraz iddialı, ama çok da mütevazı olmak istemiyorum; çünkü gerçekten çok emek verdim. Bence bunun mutlaka tanımlanması gerekmiyor. Heykeltıraşım demek ya da dememek dert değil, sadece yaptığım her şey, verdiğim emek ortada ve ben vermeye de devam edeceğim. Tanınan birisiniz, dolayısıyla bu “ünün” serginize gereksiz beğeni, ilgi taşıması ya da tam tersine “mankenin, oyuncunun heykel sergisi açması da nedir” şeklinde yergi yaratması gibi bir kaygınız var mı? Her ikisi de mümkün. Bu benim gerçeğim ve ben bunu Arzum Onan olarak değiştiremem. Okuldan yeni mezun olmuş bir heykeltıraş olsaydım tabii ki daha farklı ilgi görecektim. Dileğim; insanların yaptığım ATAOL BEHRAMOĞLU Çaresi isyan... 1994’ü başlangıç aldığımızda Haluk Çetin’le şiirmüzik dinletilerimizin tarihi önümüzdeki yıl 20. yılına ulaşmış olacak. Antalya Karaoğlan Parkı Konser Salonu’nda birlikte ilk kez sahneye çıktığımızda, bu şiirmüzik buluşmasının bunca yıl süreceğini ikimiz de bilemezdik. “Yurdu Teninde Duymak” adlı kitabımda bazılarını yazdım… O günlerden bu günlere, sözcüğün gerçek anlamıyla Edirne’den Ardahan’a yüzlerce dinletimiz oldu… Tek tek sayabilmem olanaksız… Ancak, dinleti vermediğimiz kentlerimizin sayısının bir elin parmaklarını geçmeyeceğini rahatlıkla söyleyebilirim. Bazı kentlerimizde birden çok fazla dinletimiz oldu… Buna daha küçük yerleşim birimlerini, bu arada yurtdışı dinletilerimizi de eklemek gerek… Yüzlerce dinletide izleyicilerimizin sayısının da yüz binlerle ölçülecek olması doğaldır… İki sanatçının bu sanatsal buluşması ve bu buluşmanın bunca zamandır kesintisiz sürmesi olağanüstüdür… Fakat öyküye biraz daha önceden başlamak gerekiyor… *** 1982’de cezaevi, 1984’te ülkeden zorunlu ayrılış sonrasında, yurtdışındaki sürgünlük yıllarımda, özellikle Almanya’nın neredeyse bütün kentlerinde topluluk önünde şiirlerimi okudum… Yaklaşık bir saat süren bu şiir dinletilerini bir müzisyenle birlikte yapmak düşüncesi aklıma o okumalar sırasında geldi… Özellikle “eşliğinde” değil “birlikte” sözcüğünü kullanıyorum… Çünkü şiirin müzik eşliğinde okunmasına hiçbir zaman yakınlık duymadım… Şiirin kendi dizemi (ritim), ezgiselliği vardır... Bu ezgiselliğin müzikle desteklenmesine gereksinimi olmadığı gibi, böyle bir müzik eşliği izleyiciyi etkilemede işin kolayına kaçmaktır… Dahası, şiirin (dilin) ezgiselliğinin ikinci planda kalması, belki yok olmasıdır… Benim düşündüğüm ve yurtdışı dinletilerimde zaman zaman gerçekleştirdiğim başka bir şeydi… Şiirlerimi bazen tematik, bazen zamandizimsel (kronolojik) sıralamalarla okurken, bu tematik bölümler arasında onlara uygun sözlü ya da sözsüz bir ezgi hem tekdüzeliği kıracak, hem bölümler arasındaki geçişte bir köprü olacak, hem de sahnedeki kişinin topluluk karşısındaki kaçınılmaz gerginliğini azaltacaktı… Türkiye’ye dönüş öncesinde ülkeye ayak bastıktan sonra gerçekleştirmeyi en çok arzuladığım şey ise, bütün ülkeyi şiirlerimi okuyarak dolaşmaktı… Başlangıçtaki birkaç dinletide topluluk önüne birlikte çıktığımız müzisyen arkadaşlarla birlikteliğimiz uzun ömürlü olamadı. Haluk Çetin’le daha ilk dinletide yakaladığımız uyum, aksamaksızın ve gittikçe gelişerek, bugün bence mükemmel diyebileceğim bir düzeye ulaştı… Haluk’un en büyük katkısı ise, daha ikinci dinletimizden başlayarak, söylenecek şarkıların benim şiirlerimden yapılan besteler olmasını düşünüp önermesiydi. Doğrusu bunu hiç düşünmemiştim… Böylece dinletilerimiz, her birinde az çok değişikliğe uğrayarak, bugüne kadar süregelen biçimini kazanmış oldu… *** Şiirlerimden yapılan çok sayıda beste arasında Haluk’unkilerin kuşkusuz özel yeri vardır. Ortak albümümüze adını veren “Aşk İki Kişiliktir” bunların en ön sırasında yer alır. “Kırk Yaşın Eşiğinde Şiir” en sevdiklerimdendir… Birlikte yaptığımız albümden sonra Haluk aralarında benim de olduğum çağdaş şairlerimizden yaptığı besteleri “Şiir İçi Şarkılar” adlı albümünde topladı. Şu günlerde ise uzun ve zahmetli bir çalışma ürünü, Pir Sultan, Karacaoğlan, Köroğlu, Dadaloğlu, Mahzuni, Muhyi, Veysel, Neşet Ertaş ve Muhlis Akarsu’nun deyişlerini seslendirdiği “Çaresi İsyan Olmuştur” adlı albümü şiir ve müzikseverlerin ilgisine sunuldu… Albümde, yukarıda adları sayılan ozanların Haluk Çetin’in sesiyle ve gitarıyla yorumlanan türkülerinin ve A. Gördüm’ün okuduğu bir Nâzım Hikmet şiirinin yanı sıra, Haluk’un bestesi ve yorumuyla benim “Yunus Gibi” adlı şiirim de yer alıyor… Zaten albüm, adını bu şiirin son dizesinden alıyor… *** “Çaresi İsyan Olmuştur” Gezi Direnişi’yle yükselen devrimci isyan ve dayanışma ruhuna, müzikle ve şiirle bir destek bildirisi gibi, yüzyılların öfkesini ve sevdasını günümüze taşıyor… Bu öfkeyi ve sevdayı günümüzdekilerle buluşturuyor… Bu özellikleriyle de bence, en büyük sayıda şiir ve müzikseverin ilgisini hak ediyor… l ataolb@yahoo.com C M Y B