16 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

26 AĞUSTOS 2012 / SAYI 1379 5 Bütün yaşamların anlamaya, bakılmaya değer olduğunu düşünüyor Yeşim Ustaoğlu. Onu Araf'a götüren de bu olmuş. Merkezine otobüslerin dinlenme tesislerinde çalışan iki gençle, bir kamyon şoförünün yaşamının oturtulduğu film için dört yıl çalışmış. Özcan Deniz de, kamyon şöforü Mahur rolüne bürünmek için bedenini ve ruhunu düşürmüş, alışkanlıklarını değiştirmiş, hatta rolü yüzünden sigaraya başlamış. Bize düşen tek şey, bu hayatlara bakmaya, dokunmaya cesaret etmek. Bu birliktelik “ARAF” için Baştarafı 1. Sayfada Siz bu rolde olmayı neden istediniz, senaryoda ne çekti sizi? Ö. Deniz: Yeşim Ustaoğlu ile çalışmak, böyle bir yönetmenin elinde harmanlanıp kendimin bile farkında olmadığım taraflarımı keşfetme fırsatımın olacağını düşünmem bu işte olmamın en önemli nedenlerinden biriydi. Düşündüğüm gibi de oldu. Yeşim, klasik Özcan Deniz’i kullanmak istese çekici olmazdı. Mahur, benden çok farklı, bana sınırlarımı, çizgilerimi deneyimleme şansı vereceği için çok çekici geldi. Bu filmle, seyirci beni daha önce görmediği bir karakterde izleyecek. Bu benim oyuncu tarafımı çok besledi. Çok duru, doğal akan bir film Araf, hayatı izlemek gibi. Hepimizin yüzlerce kez durup geçtiğimiz, ama arkasını hiç düşünmediğimiz mekânlarda çalışan, yaşayan insanların hayatlarını anlatıyorsunuz filmde. Sizi bu hayatlara bakmaya ne itti? Y. Ustaoğlu: Şunu hatırlatmak: Her şey bakmaya, her anımız yaşamaya değer; acı ve sızı da dahil buna. Ancak baktığımız, kokladığımız, duyularımızı harekete geçirdiğimiz zaman algılayabiliyoruz. Çoğumuz, çoğunlukla her şeyden teğet geçiyoruz ya da yaşamadan, anlamadan, algılamadan, hissetmeden bekliyoruz. Araf tam bunu anlatıyor, çıkış nedeni böyle bir duygu. Gelip geçme hallerine yeniden bakmak istedim. Yönetmen görüşünde, “Gerçek hayatlardan esinlenerek yaratılmış kahramanlar” diyorsunuz. Bu hayatları ne kadar biliyordunuz? Y. Ustaoğlu: Pandora’nın Kutusu’nu çekerken mola yerlerimizden biriydi Karabük. O sırada başlamıştım gözlemlerime. Kafamda konu hikâyeleşmeye başlayınca, oralara defalarca seyahat ettim. Pek çok insanla tanıştım. Dinledim. Gittiğim yerlerde soluklanmayı, yaşamayı seviyorum zaten. Filmdeki Derya da dahil, tüm karakterlerimi bana yaşadıklarını anlatan insanlarla konuşarak kurdum. En enterasanı da, paylaşma cesaretleriydi... ÖZCAN DENİZ İlk çıkışınızın müzikle olmasının da etkisiyle insanlar sizi oyuncu ya da yönetmen olarak kabul etmekte zorlanıyor… Aslında müzik değil, ilk çıkış noktam tiyatro. Ortaokul yıllarında tiyatro yapıyormuşsunuz, ama popülerliği yakalamanız müzikle oldu. Aslında daha albümüm çıkmadan Memduh Ün’ün bir filminde oynamıştım, 93’te. Hemen ardından albümüm patladı ve onunla adım duyuldu. Oyunculuk ve yönetmenlik yapmakla ilgili sürekli kendinizi anlatmak zorunda kalmak sizi incitiyor mu? Bundan sonra sizi müzikten ziyade sinemada mı göreceğiz? İncitiyor. Müzik beni besleyen şeylerden biri. Ayrıca potansiyelimin olduğunu düşündüğüm bir alan, iyi bir yorumcuyum ve iyi bir sesim var. Bunu sırf insanların kafası karışıyor diye bırakmak içimden gelmiyor. Ancak insanların beni konumlandırmakta güçlük çektiği bir gerçek. Bugün Türkiye’de ses sanatçıları anketi yaptırsanız, adım çıkmayabilir; erkek oyuncular anketinde de çıkmayabilir. Ama her ikisinde de adı geçenlerden daha çok iş yapıyorum. Sadece titr veremeyebiliyor insanlar. Belki sırf bunu ortadan kaldırmak için sinemayı tercih edebilirim. Ama şimdilik çok kafa yormuyorum. Kendinizi izlediğinizde ne hissediyorsunuz? Yüzde yüz tatmin duygusuna daha ulaşmadım. Öyle bir şey olmaya da bilir. Bugün sokakta o çocuğun (Fotoğraf çekimi sırasında “Son filmini yeni izledim abi, çok güzel olmuştu, hele de o çorba sahnesi” diyen bir izleyicisinden bahsediyor) söylediği, yapabilmişim duygusuna bir tuğla koyuyor. Son notu her zaman izleyici veriyor. Araf’ta Zehra’yı Neslihan Atagül, Olgun’u ise, Barış Hacıhan oynuyor. ESRA AÇIKGÖZ Peki ya siz Mahur’a nasıl hazırlandınız? Ö. Deniz: O yaşamları herkes kadar biliyordum. Müzik ve sinema hayatın içinde olmamı gerektiren işler. Hele de müzik; il il dolaşıp insanlarla sürekli temas halindeyim. Ondan da öte, o filmdeki gençlerin yaşamına benzer bir çocukluğum oldu. Ama yine de bu kadar derinine inmemiştim. Özellikle bir kamyoncunun ruh haline hiç hâkim değildim. Sadece otobanda yanımdan geçip giden insanlardı. Mahur, kendimi salarak ortaya çıkardığım bir rol oldu. Saçım, sakalım, kıyafetim, yememden tutun da ruh halime kadar her şeyimi salarak, ama vazgeçerek değil, rahat bırakarak ortaya çıkardım onu. Kendimi daha içedönük, ağır ve daha yatay bir karakter haline getirdim. Günlük hayatta Özcan Deniz diyet yapar, sigara içmez... Demin içtiniz ama... Ö. Deniz: (gülüyor) Orada başladım. Y. Ustaoğlu: Filmin yaptığı tek kötülük bu galiba. Gerçekten zor bir rol, çünkü her şeyi duruş ve bakışlarla anlatmak gerekiyor, bir tane repliği var sanırım, onun dışında hiç konuşmuyor... Ö. Deniz: Konuşuyor mu, ben onu bile hatırlamıyorum (gülüyor)... Y. Ustaoğlu: Yok, bir iki yerde konuşuyor. Yalnız çünkü, yapayalnız. Zehra’ya bile cümleler kurmuyor, onu anlamak için biraz metin bekledim açıkçası, neden o kadar suskun? Y. Ustaoğlu: Kamyon şoförleri çok suskun oluyor çünkü, bütün yolculuklarımda tanıştıklarım öyleydi. Yapayalnız yol alıyorlar. Altı ay evine YEŞİM USTAOĞLU İz filminizi baz alırsak, sinemadaki hayatınız 18 yılı buldu. Filmlerinizi izleyince nasıl bir gelişim görüyorsunuz; varmak istediğiniz yer neresi? Her filmimi çok severek yaptım. Sinema öyle uçsuz bucaksız ki. Her yaptığınız filmle kendinizle ilgili bir şey öğreniyor, kendinizi nasıl deşebildiğinizi, sınırlarınızı ne kadar da genişletebileceğinizi görüyorsunuz. Yaratmak biraz da böyle bir şey. Her seferde biraz daha yaklaştığımı, biraz daha insanın içine baktığımı düşünüyorum. Bu beni çok heyecanlandırıyor. Böyle bir sinema yapmayı, böyle bir sinema izlemeyi, böyle bir şiir okumayı seviyorum. Filminizi perdede görmek size ne hissettiriyor? En önemli an odur zaten. Güçlü bir duyguyla başlarsınız yapmaya, kafanızda kurduğunuz cümleyi nasıl bir renkle, kıvamla sunacağınızı bulup her adımınızda ona ulaşmaya çalışırsınız. Mekanları seçmek, karı beklemek, atmosferi yaratmak... Her aşamayı tek tek yaratmaya çalışırsınız. Ağır bir işçilik bu bir yandan da. Bittiğinde de oturup tek başıma perdede izlemeyi çok severim. Sizin arafınız ne peki? Tüm hayat… Beklemeden, ummadan geçen bir anımız yok, aslında hepimizin. Hep araf halindeyiz, sadece araflar değişiyor. uğramayan şoförler var, ailelerini göremiyorlar aylarca ve çocuklarına çok özen gösteriyor, okutmaya çalışıyorlar. Filmde gördüğünüz gibi, kamyoncu konaklama yerleri dışında hiçbir yerde durmayan, donunu bile oradan alan, yalnız yiyen insanlar. Çok konuşanlardan rahatsız oluyorlar. Ciddi bir soru sorduğunuzda enine boyuna birkaç saat düşünüp yanıtını bir defada veriyor, bir daha soru sormanıza gerek kalmıyor. Başka bir hayat. Yollarda, trafik canavarı gibi görür genelde insanlar onları. Ancak ağır emekçiler. İnanılmaz borçlar altında yaşıyorlar. Şimdi bu adam ne der ki bir kıza? Aklımızda çok yer ettiği için belki de, bir kamyon şoförüyle bir kadının aşkı bana ister istemez Selvi Boylum Al Yazmalım’ı hatırlattı. Ama bu sefer ne aşkından ölen bir İlyas var, ne babacan Cemşit. Modern zaman aşkı bu hale eviriyor... Y. Ustaoğlu: Siz öyle değerlendirebilirsiniz, ben başlarken çok aklımda yoktu, bittiğinde de çok aklıma gelmedi, açıkçası. Ö. Deniz: Ben de hiç ilişki kuramıyorum. Y. Ustaoğlu: Ama böyle bir değerlendirme, algı olabilir tabii, niye öyle oldu diye itiraz etmem. Ama bu filmi bütün yapan, her karakterin hikâyesinin bize çok değiyor olması. Tek bir karakteri kavramazsanız diğerlerini anlamakta da zorluk çekersiniz. Zaten film bir aşk üçgeninin ötesinde, medyanın yoksuldaki yerini, kimliksizleştirilen mekânları, bu yüzyılın insanda yarattığı köksüzlüğü, sıkışmış yaşamları da anlatıyor. Olgun gibi, geleceğini yarışma programlarında gören binlerce kişi var Türkiye’de. Artık hamallıktan fabrika patronluğuna geçilen “başarı” hikâyelerinin yerini yarışma programları aldı. Bu yüzden görünebilmek, keşfedilmek için kendilerine “hikâyeler” yaratıyorlar, yaşamak yerine. Bu kadar alt metni dengeli, kurguda kırıklıklar olmadan sunabilmek zor ve tehlikeli bir süreç değil mi? Y. Ustaoğlu: Her şey senaryoda bitiyor. Araf’ı Pandora’nın Kutusu filmim biter bitmez yazmaya başladım, 2009’dan beri yoğun bir yazılım, şehre, insanlara seyahat süreci yaşadım. 2011 kışında çekime başladık. Yaz çekimi de bitince, bir yıl post prodüksiyonla uğraştım. Dantel gibi ince işledim. Film, 29 Ağustos’ta başlayacak 69. Uluslararası Venedik Film Festivali’nin resmi yarışma bölümüne davet edildi. 1723 Eylül’de düzenlenecek Adana Altın Koza’da ve 28 Eylül14 Ekim’deki 50. New York Film Festivali’nde de yarışacak. Y. Ustaoğlu: 21 Eylül’de vizyona girmeyi önceden tasarlamıştık. Hemen öncesinde dünya prömiyeri yapmak çok güzel olacak. Benim için heyecanlı yanlarından biri de oyuncuların da filmi ilk defa orada görecek olmaları. Ö. Deniz: Çok büyük bir salonda, yabancı gözlerle beraber izleyeceğiz. Sizin için daha heyecanlı bir an olacak yani… Ö. Deniz: Evet, zaten o heyecanları yaşamak için bu işi yapıyoruz. Y. Ustaoğlu: Galayı da Adana Altın Koza Film Festivali’nde yapacağız. Aynı tarihte de sinemalarda olacak. Ve böylece ben de biraz araftan çıkacağım (gülüyor). G ATAOL BEHRAMOĞLU Bir tatil beldesinden Sürekli olarak bir tatil duygusu içinde yaşayan, ömürlerini tatile çıkmış gibi sürdüren insanlar var mıdır dersiniz? Herhalde olmalıdır… Bu gibilerin böyle duygular yaşamaları için tatil beldelerinde olmaları da zorunlu olmasa gerek. [email protected] www.ataolbehramoglu.com.tr C M Y B C MY B erçi bu yazı yayımlandığında tatil sona ermiş olacak, fakat yazıyı yazmakta olduğum şu anda bir tatil beldesindeyim. Haydi adını da yazayım: Bodrum Sanki sihirli bir çınıltıya sahip bu sözcük. Bodrum’un başka tatil beldelerimizden daha farklı bir anlamı ve yeri var gibi... Nereden geliyor olabilir bu farklı anlam? En başlara, Halikarnas Balıkçısı’na kadar gitmeye gerek yok. Zaten şu anda Bodrum ilçesinin ve ona bağlı yerleşim yerlerinin sokaklarını, otellerini, motellerini dolduran yerli yabancı yazlıkçılardan ya da Bodrum’u mesken tutmuşlardan kaç kişi bilir Balıkçı’nın adını ve bu adın anlamını. Nedeni ne olursa olsun Bodrum’un bir büyüsü, farklı bir çekiciliği olduğu kuşkusuz. Bu, kimileri için rutubeti az havasıyla, kimileri için tekne turlarıyla, kimileri için gece kulüpleriyle, kimileri için magazin dünyasının ünlülerinin bu tatil beldemizi mesken tutmuş olmasıyla ilgili olabilir. Bizim bu yaz bir haftadan azıcık fazla tatilimiz için, çeşitli seçenekler arasından Bodrum’u seçmemiz, birleşik olarak yazılan iki sözcüğün oluşturduğu tek bir sözcükle ilgiliydi daha çok: Günışığı. Şimdi adı “Göltürkbükü” gibi benimseyemediğim bir biçime dönüştürülmüş Gölköy sahilindeki bu otelde on yıl kadar önce birkaç gün kalmıştık. Yabancı otel motel adları arasında bu Türkçe sözcük gerçekten de bir inci tanesi gibi ışıldıyordu. Tıpkı sahipleri Mehmet ve Ercan kardeşler gibi bu adın da değişmemiş olduğu görmekle ayrıca sevindik. *** Amacım Bodrum’u değil, bir tatil beldesinde olmayı yazmaktı. Yine de kocaman bir giriş paragrafı Bodrum’a ayrılmış oldu… Her ne ise… Ağustos ortalarının serin bile sayılabilecek bir akşamüstüne doğru, kafa kafaya vermiş bir ılgın ve bir palmiye ağacının altındaki bir masada, (Günışığı’nın sahiplerinden Mehmet’in sözleriyle) “karayel gibi esen bir meltem”in hızlandırdığı dalgaların kesintisiz sesine kulak vererek bu satırları yazmak kuşkusuz ki bir mutluluk… Fakat nereye kadar? Aklınız ülkenizde ve dünyada olup bitenlerde… Daha doğrusu bir türlü bitmek bilmeyen, olmaya devam edenlerde… Bir tatil beldesinde olmak bunların zihninizden silinmesini sağlamıyor. Zaten isteseniz de silemezsiniz… Bu bir insan karakteri, kişilik sorunu… *** Kafalarını boşaltmaları, kapılarını ve pencerelerini kendi kişisel yaşamları dışında her şeye kapalı tutmaları yeterlidir. Bunun gerekçelerini bulmakta da başarılıdırlar. Onlara kalırsa, sen ne yaparsan yap dünya zaten bildiği yolda ilerleyecektir. Zaten her şeyi kapkara görmenin de anlamı yoktur…. gibi avuntular, kendini kandırmacalar... Bireyciliğin bin bir çeşit kılıfı, gerekçesi… *** Bir tatil beldesinde olmak kuşkusuz ki gerekli ve güzel bir şey… Fakat ne kadar mutlu olursanız olun, tatil duygusu da bir süre sonra tekdüzeleşerek can sıkıntısına dönüşmeye başlıyor… Bu sürenin uzunluğu ya da kısalığı, yukarıda değindiğim gibi, kişiye göre değişen bir şey… Kimileri bütün bir yaşamı tatilde gibi yaşamaktayken, bazı başkaları için bu tatil duygusu birkaç günde sona eriyor… Ne kadar yorucu olsa da çağdaş kent yaşamının ritminden kopamayan, böyle bir kopmayı kaçaklık ve sonucundaki kaçınılmaz yozlaşma sayan bu ikinci tip insanlar için sanırım en doğrusu, bu birkaç günlük kesintisiz tatiller dışında kalan yaşamı parçalara ayırmaksızın, bütünlük içinde yaşamayı başarabilmek…
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle