29 Haziran 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Kültürel mahremin eşiğini kırdılar Zeki Müren’in müzik evreni, bilinen ama konuşulmayan cinsel tercihleri, Orhan Gencebay’ın fantezi müziğinde taşranın “geleneksel” cinsel ahlakını 1970’lerin kentli popüler kültürünün güya özgürleşmiş cinsel alışkanlıklarıyla bir araya getirmesi, Sezen Aksu’nun hiperliberalizm, hiperkozmopolitizm arasında anlattığı şiddet destekli aşk öğretisi... İşte popüler ideolojinin zihnimize işleyen bu zengin figürlerini Oxford Üniversitesi'nden gelen Prof. Dr. Martin Stokes “Aşk Cumhuriyeti” isimli kitabında bir araya getirdi. ALİ DENİZ USLU alkanlar, Ortadoğu ve özellikle Türkiye’deki popüler müzik ve kültür üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Prof. Dr. Martin Stokes, Koç Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan son kitabı “Aşk Cumhuriyeti Türk Popüler Müziğinde Kültürel Mahrem” ile Zeki Müren, Orhan Gencebay, Sezen Aksu ve popüler müzik üzerinden Türkiye’nin 1950’lerden itibaren geçirdiği dönüşümü mercek altına alıyor. Stokes, kim mi? Daha önce Chicago Üniversitesi’nde çalışan Stokes, 2007’den bu yana Oxford Üniversitesi St. John’s College’da etnomüzikoloji dersleri veriyor ama bir ayağı hep Türkiye’de. Çalışmasında temel aldığı nokta; duygusallık ve kişiselliğin nasıl toplumsallaştırıldığına, iktidar ilişkileri ağına nasıl sokulduğuna odaklanan “kültürel mahrem” perspektifi. En önemlisi Türkiye’nin yakın tarihinde artık birer ikona dönüşmüş bu üç sanatçının müziklerinin Türkiye’de “aşk” kavramının gelişimine katkılarını inceliyor. Stokes, bu üç ulusal ikonun resmi Türk kimliğinden daha samimi ve değişken bir Türklük kavramı çağrıştırdığını öne sürüyor. Resmi kültür, kamusal kimlik, yurttaşlık bilinci, kozmopolitleşme, küreselleşme, köyden kente göç, İslami hareket, toplumsal cinsiyet, aşk, duygunun siyaseti gibi temalar üzerinden iddiasını savunuyor. Bu savunmayı yaparken de iddiasını sokaklar, gazinolar, odalara asılan posterler, belediye bültenleri, parklar, bahçeler, kaset kapakları ve radyo programlarıyla destekliyor. Türkiye maceranız nasıl başladı? B Türkiye’ye ilk defa 1981’de sırt çantasıyla gezmeye geldim. 1982’de dil öğrenmek için döndüm. Sosyal antropoloji alanında doktora yapmaya karar verdiğimde İstanbul’a geleceğim gün gibi aşikârdı. Bir müzisyen ve müzik öğrencisi olduğum için müzik her zaman odak noktam olacaktı. Zeki Müren, Orhan Gencabay ve Sezen Aksu. Bu toprakların kültürel gelişimindeki önemli isimler. Siz de onları araştırma odağınıza aldınız. Sizi onlarda en çok ne şaşırttı ya da onları diğerlerinden farklı kılan neydi? Hepsi kültürel manzaranın içinde özellikle karmaşık figürler. Uzun ömürlü oldular, kültürel olarak konuşursak zor dönemleri atlattılar ve birçok hayran olunan ve tartışılan dönüşüm geçirdiler (Zeki Müren’in arabeske yönelmesi, Orhan Gencebay’ın 1980’ler sonrası fantezi müziği, Sezen Aksu’nun 1980’lerin sonunda pop şarkıcısından popun divasına dönüşmesi...) Onlar, ayakta kalanlar. Bu onları özellikle popüler ideolojinin zengin figürleri haline getirdi; bence, en çok da yurttaşlık ve yurttaşlık erdemlerinin oluşmasında oynadıkları rolle. Türkiye’de “mahrem” her anlamda zor bir konu. Kültürel mahrem kavramı nasıl algılanmalı? Özü itibarıyla, duyguların sosyal ve politik yaşamı nasıl bölüştürüldükleri, kontrol edildikleri, çeşitli sosyal ve politik emellerin hizmetine nasıl sunuldukları hakkında çeşitli Zeki Müren’in cinselliği; O bir fazilet ve yurttaş figürüydü!” M üren’in ömrü boyunca, cinselliğiyle ilgili sorular genellikle üstü kapalı imalarla dile getirildi. O da hep kaçamak ve muğlak yanıtlar verdi. 1980 sonrası (ben de o sırada sık sık Türkiye’ye gidip geliyor, meseleyi magazin basınından izliyordum) ağır gut, karaciğer ve kalp sorunlarıyla boğuştu. Bodrum’da bir nevi münzevi hayatı sürmekteydi. Halkın ona duyduğu büyük saygı ve sevgi, kamuoyunda sorulacak bazı soruları kaba ve saygısızca görülebileceğinden dolayı adete yasaklanmıştı. Ölümünün akabinde bu durum değişecek, onun eşcinselliği kamuoyunun gündemine oturacaktı. Türkiye’de pek çok kişiye göre, Zeki Müren ölümünün ardından ulusal bir fazilet ve yurttaşlık bilinci figürü haline geldi. Bu niye gerçekleşti? Bunun nedeni kısmen, devletin resmi bir cenaze töreni düzenleyerek Müren’i sahiplenmeye çalışmasıydı. Yönetimin fırsatçı popülizmi ve Atatürk’ün cumhuriyeti tarafından baskı altına alınmış kültürel gelenekleri temsil etme iddiasıyla gayet uyumlu bir hareketti bu. Sezen Aksu’nun kabullenmeyen kadınları S ezen Aksu cumhuriyetin kurulması sırasında kadınların verdikleri mücadeleler ile kadınların (özellikle Cumartesi Anneleri’nin) günümüzde adalet ve siyasi iktidar için verdikleri mücadeleleri birbirine bağlamıştı. Aksu, cumhuriyetin kadınların edilgenliği ve tahammülkârlığı üzerine değil, onların direnişistatükoyu kabullenmeyi reddedişleri üzerinde inşa edildiğini söylüyordu. düşünme yolları üzerine yoğunlaşan bir terim. Ayrıca, duygusal yaşamımıza sıkıca bağlı olan kimlik üzerine konuşmanın bir biçimi ki bu biçim genelde utanç ve rahatsızlığa neden olur. Müren, Gencebay ve Aksu aşkı farklı yaşayan, anlatan üç müzisyen. Topluma bir anlamda aşkın tanımını da onlar yaptı. Nasıl bir aşkı anlatıyordu onlar? Zeki Müren, kadınların tüketim aracılığıyla çok yeni yollarla kamusal alana girmeye başladığı ama aynı zamanda yeni bir dini muhafazakârlık dalgasına maruz kaldığı bir ana uygun bir aşk Gencebay’ın müşfik modernizmi rhan Gencebay daraltıcı, otoriter bir milliyetçiliğe başvurmadan dostluğun ve toplumsal birlikteliğin oluşması için çaba harcadı. Gerek müzik gerekse medyayla kurduğu itibarlı ilişkiden de bu anlamda entelektüel biçimde yararlandı. 1980’lerde TRT’deki medya O hegemonyası dağılırken “Gencebay projesi” popüler mecrada ve popüler tarihsel deneyimde temel bulan, kamuoyuna mal olmuş müzik alternatifleri sundu. Türkiye’nin elitleri ile 1980’ler ile 1990’ların başında kısa bir süreliğine araya gelen şu sıralar yeniden ayrı uçlara süreklenme tehlikesi yaşayan halk sınıfları arasında bir diyalog kurulmasını sağladı. 1980 darbesinden sonra devreye giren hiperliberalizm, ulusal aidiyet ve yurttaşlık değerleri ile ilgili sorunları kökten değiştirdi. Toplumsal cinsiyet ve cinsellikle ilgili meseleler bir kez daha öne çıktı. İran’da olduğu gibi “yurdun kadın bedeniyle özdeşleştirilmesi yurttaş olarak kadınlar için son derece tartışmalı sonuçlara yol açtı”. Kürselleşme “analarla dolu” bir toprak olan Anadolu’nun toprak bütünlüğüne dair keskin soruların doğmasına yol açtı. Neoliberalizm ile İslamcı hareket, kadınlara dair kökten farklılıklar taşıyan savlarıyla, kimlik politikalarını öne çıkararak kültürel alanı parçalara ayırdı. İşte Gencebay’ın müşfik modernizmi de 1990’ların başında miladını doldurmuştu. kavramı üstüne yoğunlaştı. Yani, kadınlar için ve dolayısıyla romantik aşk hakkındaki düşünceler için güçlü bir çelişkiler dönemi. Orhan Gencebay köyden şehre göçün olduğu zamanlarda aşkı farklı anladı, anlattı. Yine bu durum çelişkilerle dolu Gencebay’ın arabesk filmlerinde canlandırıldı: “Batsın Bu Dünya” gibi. Sezen Aksu’nun müziği ise bir hiperliberalizm ve hiperkozmopolitizm anında aşkı anlatır; bu an ayrıca şaşırtıcı biçimlerde düzenli aralıklarla patlak veren otoritarizmin ve şiddetin yeni formlarıyla desteklenmişti; çünkü bildiğimiz gibi, artık bir zamanlar aşina olunan ulusdevlet projesiyle, en azından aynı şekilde, bir bağlantısı kalmamıştı. “Aşk”ın modern liberalizmin kalbinde bir çeşit özgürlüğün/şiddetin metaforik idraki olarak alınabileceğiydi onların anlattığı. Bu üç şarkıcı birbirinden farklı “an”ları temsil ediyor; bu “an”larda, sırasıyla onların taşralı ve feminist kimlikleri bir hayli önemli olmuştur. Türkiye’deki darbeler, siyasi dalgalanmalar ve baskı, müziğin de yolunu tıkadı. Yasaklardan sanat da payına düşeni aldı. Şimdi de durum pek farklı değil gibi. Dışarıdan nasıl gözlemliyorsunuz durumu? Burada 1970’lerin sonunda olanlara bakın; çok şaşırtıcı derecede zengin bir popüler müzik dünyası, şaşırtıcı bir yaratıcılık dönemi. Sonra 1980’lere gelelim... O dönemin sansür ve kısıtlamalarının korkunç etkileri oldu. Birçok büyük müzisyen ülkeyi terk etti. Ama aynı zamanda incelikli ve karmaşık yaratıcılık alanlarına ve belirli değerlerin, belki bazı açılardan muğlak değerlerin, burada ve ayakta kalan bazı müzisyenlerle özdeşleştirilmesine açık bir alan da kaldı. Türk popüler müzik tarihinde İstanbul’un yeri büyük. Araştırmanızda nasıl bir İstanbul panoraması çıkıyor? “Türkiye” değil “Anadolu” S ezun Aksu’nun 1996 yılında çıkan Düğün ve Cenaze’deki CD kitapçığı notlarında, “sevginin ve acıların en yüce ve güçlü terennümlerine sahip yeryüzü parçasının, günümüz insanına çığlık çığlığa ulaşması”ndan bahsedilir. Burada bahsedilen “yeryüzü parçası” belli ki “Türkiye” değil “Anadolu’dur”. Aksu’nun sesi “Türk tarih duygusundan” ziyade “Anadolu tarih duygusuna” tercüman olur. Aksu ile onun reklamcılarının sistemli bir şekilde “Türkiye” ve “Türkler” kelimelerini kullanmaktan kaçınmaları pek çok kişinin dikkatini çekmişti. Zaten bir söyleşisinde de Aksu’nun “Türk kadını” ifadesini çıkarıp bunun yerine “Anadolu kadını” kullanması tam da o döneme özgü bir hareketti. İnsanların, İstanbul’da ve başka bir yerde, nasıl ve neden şehirlerle aşk ilişkileri kurduğuyla ilgileniyorum. Bunun burada uzun bir tarihinin olduğu görülüyor, en azından Osmanlı güftelerine bakınca. Ama Münir Nurettin Selçuk’la bu, popüler kültürün sularına karışmaya başlar ve gerçekten oldukça karmaşık ve hatta fırtınalı bir şey haline gelir. Ne çeşit bir İstanbul panoraması diye soruyorsunuz. Sanırım, hızla değişen ve içinde yaşayanlar için bir o kadar sinir bozucu ve sürükleyici bir şehir. Fantezilerin, rüyaların ve arzuların; aynı zamanda göçün, emeğin, mücadelenin, dünyalar yaratmanın panoraması. Y ADNAN BİNYAZAR [email protected] C M Y B C MY B Kadının kutsal tapınağı azıya bu başlığı koyarken, beden kutsallığının kadın açısından ayrı bir önem taşıdığını düşünerek, Haruki Marukami’nin, 1Q84 adlı romanında yaptığı “Bedeni insanın kutsal tapınağıdır.” tanımından esinlendim (Hüseyin Can Erkin çevirisi, Doğan Kitap, s. 177). Hangi konumda bulunursa bulunsun, ne gibi yetkilerle donatılmış olursa olsun, tek kişinin, kendi kadını üzerinde hak saydığı yetkesini (otoritesini), ülkenin kadınlarını kapsayacak yönde uygulamaya kalkması, en başta kadının beden haklarına, daha geniş anlamda insan varlığının özüne aykırıdır. Ona yönelik bir sorun varsa onu yine kadının kendisi çözecektir. Doğum gibi yaratıcı bir eylemin sorumluluğunu taşıyan kadının bedeni onun kutsal tapınağıdır. Meydanlara çıkıp, tapınağını kendi içinde yaratan kadına yönelik fetva vermeye kimsenin hakkı yoktur. O bir yana, doğurmada, doğurduğunu büyütmede kadının neler çektiğinin bilincinden yoksun olanların, koruyuculuğa kalkmaya hiç yoktur! Erkek, kadın ya da çocuk; yürek gözümüzü dünyaya çevirelim, hangisi bedeninin tapınağını özgürce kullanabiliyor? Devletin yükümlülüğü, kadının özgürlüğünü gasp etmek değil, onu kötü durumlara düşürecek koşulları ortadan kaldırmaktır. Nice hükümetler, nice bakanlar geldi geçti; bugün, bir şeyler yapıyor görünmenin dışında hangisinin kalıcı bir eyleminden söz edilebilir?.. Başkentin, “sanatın içine tüküren” Belediye Başkanı, kürtaj konusuna değindiği bir konuşmasında, sorunu insanlık dışı bir söylemle, “Doğru yoldan, yanlış yoldan korunmanın elli tane yolu var. Beden sana, can Allah’a ait. (...) Anası olacak kişinin hatasından dolayı çocuk niye suçu çekiyor. Anası kendisini öldürsün!” diyebiliyor! Yönetenler, sanata düşman kesileceklerine birkaç satır okumuş olsalar, o duruma düşen bir kadına “kendisini öldürsün” deme ilkelliğine düşmezler. Öyle düşünenler, Murakami’nin yukarıda sözünü ettiğim romanında tecavüze uğrayan on yaşındaki bir kızın düştüğü durumun anlatıldığı şu satırları okumuş olsalardı, birazcık vicdanları varsa söylediklerinden utanç duyarlardı! “Tecavüze uğradığına dair izler var. Hem de birçok kez. Vajina ağzı ve iç kısmında, hatta rahim duvarlarında yırtılmalar var. Henüz tam olgunlaşmamış rahmine, yetişkin bir erkeğin sertleşmiş organı sokulmuş çünkü. O yüzden, dölyatağı büyük ölçüde tahrip olmuş. Doktor, büyüdüğünde bile hamile kalmasının mümkün olmadığını söyledi.” (s. 325) Savaşı erkekler çıkarıyor, savaş belasına uğrayanlar hep kadınlar, çocuklar oluyor! Bosna’da olanlar ne tez unutuldu! Daha dün, hemen yanı başımızda, kadınlara tecavüz edilmekle kalmadı, tohumlarının yeşermesi için genç kızlar karanlık odalara tıkıldı. Adı sanı belli bir şarkıcının, bir TV konuşmasında tecavüze uğradığını dile getirirken uğradığı ölümcül krizleri, aradan on yıl geçti, gözümün önünden gitmedi. Kadının, yasalarla, sağaltıcı önlemlerle bedeninin kurtarıldığını varsayalım; zedelenen tapınağının onurunu kim kurtaracak?.. Tecavüz, kürtaj; meydanlarda dinselliği aklın önüne çıkaran söylemlerin büyüsüne kapılarak kendinden geçenlerin çözeceği bir sorun değil, kadının öz sorunudur. Kadın, artık eskinin boynu bükük nesnesi değil; toplumda erkeğe taş çıkartırcasına başarılar yaratan beyin gücüdür. Tapınak kutsallığındaki bedeninin sorumluluğunu kendi iradesiyle taşıma bilincine eren kadının kimsenin yönlendirmesine gereksinimi yoktur. Kadınlara yönelik her türlü kötü eylem, erkeklerin başının altından çıkıyor. Erkekler, kör tutkularını gemlemeyi bilsinler, iyilikleri kendilerine kalsın!
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle